GEZİLERLE DOĞU KARADENİZ GERÇEĞİVE YEŞİL VE MAVİNİN RAKSINDA DOĞU KARADENIZ VE DE ÇATILI KÖPRÜLER
28 Temmuz 1995Şevket ÇORBACIOĞLU
TMMOB-İMO Ankara Bülteni
İnsanlar, yarattıkları kentlerden kaçıyorlar ... Belki farkında değiller ama, insanlar aslında kendilerinden kaçıyorlar. Evet, kentleri yarattıklarında doğayı, doğanı, hatta doğacağı da yok ettiklerinin sıkıntısı ve banalimi içinde bir kaçışı yaşıyorlar, adeta kendilerinden kaçarcasına ... Ne yazık ki kendimizden kaçış, olası olmadığı için, yeni güzelliklere kendimizi götürüyor ve “o” yeni güzelliklerde "Yok ediciliğimizi" unutarak yine yok etmeleri yasama geçirebiliyoruz. Kentini ve kendini yormuş "Kent yorgunu insan" kent sıkıcılığından kurtulmak için, yeni yerler aramaya yönelmiş.
Biz insanlar ‘ Osmanlı döneminde Sıtma korkusuyla kızlara bırakılan’ kıyılara 20.Yüzyıl ortalarında ‘değer kazandığını keşfedince’ saldırmaya başlamışız. Açlığa özdeş kültürsüzlüğümüzle kıyıları yorup yok edince, bu sefer ‘ Osmanlı döneminde sıtmadan korunmak için erkeklere bırakılan’ dağlara ve yaylalara tırmanmaya başlamışız.. İlle de Doğu Karadeniz’de..Hükümetler ve devlet bu saldırıya karşı duyarsız, dahası bir aymazlık içinde her şey de olduğu gibi.. Bu saldırganlığa özdeş “Tırmanışa” da dur demez/diyemez ise kıyılarımızın yaşadığını dağlarımız/yaylalarımız da yaşayacak demektir gelecekte, belki de yaylar dağlar yabancılara açılacak ve tümden kaybedilecektir....
Bizler için adeta nefes alma bandı olan kıyılara, dağlara ve de yaylalara “Dinlence” adına kaçışı yaşıyoruz, rutin yaz aylarındaki Yeşilden Maviye veya Mavi’den Yeşil yolculuklarımızla. Kısmı de olsa Yeşil ve Mavi doyumsuz duygu zenginliğini yaşayarak. Evet, Yeşil ve Mavi’nin doyumsuzluğunda gönencin ve erincin görkemini yaşayıp sonradan; “Yok edilen Kentine” döneceği korkusunu korkusunu yaşayan kent kaçkınlarıyız adeta.. Eğer yok edişlerin önüne geçilip dur denmez ise belli süre sonra kentimize dönemeyecek, yani kente dönüş korkusu bile yaşayamayacak korkusu yaşar endişesi taşımıyor değilim..
Demem o ki, kıyılarımıza beton doğrandığı için dağlara ve yaylalara kaçtık ve süreç sonrası bizi yoran kentimize teslim olacağımızı hiç aklımıza getirmeksizin, bol-bol oksijen soluyacağız tırmanırken..
İşte adı dinlence olan, fakat özü “Kentinden ve Kendinden” kaçışın bir şekli olan bu kaçışımızı; TMMOB-İnşaat Mühendisler Odası Ankara Şubesi’nin, İTÜ Rektörlüğü ile düzenlediği “Doğu Karadeniz Doğa ve Teknik Gezisi” idi..
İMO-Ankara Şubesi’nin son zamanlarda yoğunlaştırdığı ve bugüne dek pek yaşama geçirilmeyen bütünleşme özündeki önemli etkinliklerden sadece biri olan böylesi bir etkinliğe 28 Temmuz 1995 günü saat 19:00’da; Selanik caddesindeki İMO önünde start verildi..
Sarp’a dek uzanacak bu gezi, bir bağlamda “Sarp Gümrük Kapısın açılmasından sonra yörede oluşan, ekonomik ve sosyal değişim boyutunun gözlenebilmesi açısından önem taşımaktaydı. Bir diğer önemi de “Yağmur Turizmine” kaynak “Dağ ve Yayla Turizmine” yöredeki yaklaşım boyutunun gözlemlenmesi..
Renklerle Düşler Denizi
Doğu Karadeniz; başat yeşili ve mavisi yanında doğadaki tüm renklere barınma hakkı tanımış etkileyici “Doğa öncüsü” gibi..Bu müthiş doğa sever öncüyü izlerken tonlarca rengin üzerinize geldiğini fark etmeseniz bile, mavi ve yeşilden oluşmuş düşler denizindesiniz artık..
İşte gittiğimiz yerler böylesi görkemli güzelliğe sahip yerler. İnsanlarımızın günümüz koşullarında güzel ve iyiye ulaşması, o denli zorlaştı ki… Onları iyiye güzele kavuşturmalı ki, kalan güzellikler, az da olsa yapılan iyilikler ve kalan iyilere daha bilinçli daha güçlü sahip çıksınlar. Hiç değilse gelecek kuşaklara “Biz şunları-şunları yok ettik. Bari siz kalanlara sahip çıkın” diyebilme cesaretini edinebilsinler.. Demem o ki, ülkemizde; yaşlısının-gencinin, sağcısının-solcusunun, köylüsünün-kentlisinin “Güzele, iyiye, iyiliklere” sahip çıkma duyarlılığı göstermesi zorunluluktur, hem de evrensel bir zorunluluk..Çünkü dünyanın en yakışıklı ülkesine sahibiz. Bakın coğrafi sınırlara adeta Avrupa-Asya arasında uzanan beyaz atlı bir kültür prensi. Bu ülke dünya kültürlerine asırlardır iletişim işlevi görmüş köprüdür. Eğer üzerimizdeki çağdışılığı, aymazlığı atamaz isek Evrensel kutsal bu köprüyü 21.Yüzyılda yok edeceğiz.. Ulusal öneminin yanında evrensel önemi olan ülkemiz; kesin korumaya alınmalıdır, çünkü doğal, tarihi ve kültürel SİT köprüsüdur ülkemiz; her yeri, her şeyi ile cennet bir ülkemiz evrensel doğa merkezi adeta.. İşte bu yakışıklıya ırk-din harmanlamasında çıkar boyutunda bakmamalı, yerelden, ulusala, ulusaldan evrensele giden bir duyarlılıkla sahip çıkılmalı..
28.7.1995 günü başlayan, 29.7.1995 günü konaklayacağımız “ZİTAŞ Tatil Köyü’nde” büyük molasını verdi.. Tam yedi günlük mola.Tatil köyü denizden 1300 metre yükseklikte, Zigana dağlarına kurulmuş. Trabzon’dan 60 km uzaklıkta. Gümüşhane yolundan 60.km de sola sapıyorsunuz. Gümüşhane yoluna gittiğinizde hemen karşınıza Ulusoy dağ tesisleri çıkmakta, 1 km dağ yolundan sonra da tatil köyüne varıyorsunuz. Aile tipi Bungalov (Ahşaptan yapılmış, veranda ile çevrili iki kişilik Hindistan evleri) evleri ve alabalık tesisleri ile, doğanın güzelliğine güzellik katan, doğaya monte edilmiş bir tablo gibi adeta.. Kentlerimize ve kıyılarımıza beton doğrayan, kentini ve kendini yormuş kent kaçkınları oluşturmamış bu güzel tabloyu. Yıllardır o yörenin güzelliklerini yüreğinde özümsemiş yöre insanları tarafından oluşturulmuş bu çıkara özdeş olmayan tabloyu..
Kent yorgunu biz kent kaçkınları bizler doğa ve bilinçli-eksizsiz doğacılık karşısında şaşırmadık desek yalan olur. Saat 13:00 sularında tatil köyüne vardık. Kimimiz dinlenceye çekildik, kimimiz doğanın kutsal denizinde keçi yolu (Tracking) yürüyüşü yaptık. İlk günü böyle geçtik. İkinci güne uyandığımızda herkes gibi bizde kendimizi düşler ortamında hissettik. İlk yayla kahvaltısı yaptıktan sonra tatil köyünün maskotu, kapkara sevimli mi sevimli Keçi yavrusu ile ilgilendi. İnsanlara o denli alışmış ki; o insanların, insanlar onun dostu olmuş adeta. İnsanlar arasında dostluğu çok görenlerin bir benzeri bu dostluğu da çok görmüş olacak ki, Keçi’ye tekme atmasın mı, ben de kendisine tam tekme atarken eşim durdurdu. Biz yürüyüşçülerin en önünde biraz kırgın melemeleriyle öncü rehberliğinde sis çökmüş Zigana yayla yollarında yol göstermesini sürdürdü, seke-seke, çünkü hem ayağı hem de gönlü incinmişti. Zaman-zaman karnını doyurmaya yönelince bu küçük sevimli şeye takılmaya başladık “Keçi ota kondu” diyerek. Evet keçi keçi değildi adeta doğaya ve doğan dost bir şirin. Ya o insan keçiye dahası doğaya ve doğana düşman. Değindim ya; insanlar arasında dostluğa tahammül edenler, keçi ile insan arasındaki dostluğa da tahammül edemeyerek salt keçimizi incitmemiş, insanların da duygularını incitmiş ve öfkelendirmişti. Bilindi bu kişi, ama bulunmadılar oynandı utansın diye..Bilmem utandı mı??!!
Karadeniz otantizmi yok olma sürecinde mi?
Üçüncü günün gezi programı uygulamaya kondu; Sarp sınır kapısına gidilecek, gitmelerdeyiz.. İnci gibi dizli yerleşim alanlarında ve çay üretim odağı Rize’den geçtik. İlk çay üretiminin başladığı Rize Doğu Karadeniz kıyı kentlerinin sonuncusu. Bu aydaki doyumsuz yeşil ve maviyi betimlemeyeceğim, çünkü doğayı süsleyen bu muhteşem renk tonunu betimlemek o denli zor ki, düşünün bunun bir de Sonbahar’da sarısı ve kahve rengi var.. Yanlış imar kent planları diye bir şey yok, kent planlamasının yokluğunda kıyılara doğranan beton hem kıyıları hem de yerleşim alanlarına kıymış.. Eğer kıyılar ülkenin gözü ise ülkemizin gözü resmen morarmış gibi, adeta İstanbul Boğaziçi, Akdeniz, Ege, Marmara gibi ‘Samsun hariç’ Orta ve Doğu Karadeniz’de beton karasıyla yeşil ve mavi birbirinden ayrılmış.. Bu sağlıksız yapılaşma salt kıyı bandındaki, otantik yapıları değil, iç kısımlardaki otantizmi de örselemiş…
Gezi boyunca somutunu yaşadık: Dik yamaçlardan, derin yarlardan heyecanla geçtik, bir küçük düzlük veya bayır bizim heyecanımızı korkuyla bütün hatta adrenalimizi dengeleyen nefes alma istasyonlar gibiydi. Ulaşım zorluğu ve tarımsal alanların azlığı ve birbirinden uzaklığını belirlediği “Dağınık Yerleşim” gezginlerin dikkatini çekti. Anlatmaya çalıştım, herkesin kendi arazinsin üzerinde evini yaptığını.. Evlerimiz genelde iklim ve doğa koşullarında oluşmuş mimari üslupa sahip olduğunu da… Bu otantik üslup ‘yukarıda betimlediğim gibi, pardon işaret ettiğim gibi’ kıyı kentlerinde değil köylerde bile yok etme sürecine sokulmuş; yani taş dolgu ahşap işlemeli yapılar betonun grisine veya devasa gövdesine teslim edilmiş. Düşünün, gökyüzünün maviliğini gizleyen o etkin Doğu Karadeniz yeşilini delerek gökyüzünün maviliğine dayanan çok katlı yapıya rastlayabiliyorsunuz. Bu apartman nasıl buraya düştü diye merak ediyorsunuz. Şok olmanıza gerek yok, "kıyılara saldırılırken düşmüş" ironisine de sarılabilirsiniz. Fakat bu bağlamda birkaç realiteyi sıralayabiliriz. Birincisi 1960’ları sonunda başlayan Almanyacılık. Para kazanan hemşerim orada para biriktirirken çocuk da biriktiriyor. Her sen elinde transistorlu radyosu ve tüy takılı fötr şapkasıyla kahvelere takılan Almancıları bilirsiniz. Yıllar sonra nüfusu artınca 2 kişi olan Fadime ve Dursun en az 6 kişi oluyorlar. Memleketten vazgeçemedikleri için ileride dönüş olasılığıyla ev yapmak zorunda kalıyor, çünkü baba evin evin büyük oğlu babasıyla kullanıyordur. Almanya’da olan diğer gurbetçi kardeşler arazi yetmezliği yüzünden yatay ve dağınık yapı yerini dikey çok katlı yapılara bırakıyor..
İkincisi; Almanya değil de, Türkiye’deki gurbetçi kardeşler, ki bunlar büyük kentlerde çalışan kalifiye elemanlardır; duvarcı, ahşap, kalıp ve demir ustalarıdır ve asla düz işçilik yapmazlar, dahası sanatçı kimliklerdir ve kazandıklarını karınca örneği yuvaları olan köye taşırlar, nüfus artıyor arazi artmıyor durumu onları köyde çok katlı evlere zorluyor, çünkü barınma sorunun kentte değil köyde gidermeye çalışır. İstisna ise çok kazananların kentte kalmaları ve yatırımlarını kentte yapmaları..Bir deyim vardır; “Köy kurnazlığıyla kentte ev yapmak”, Türkiye içi gurbetçiler bu kurnazlıkla kentlerde gecekondu veya varoş alanları oluşturduklarını yadsımamalıyız. Bu mantık Kent kültürünün köy kültürü ile harmanlanmasını beraberinde getirmekte bu da kentlerin evrensel kimliğini örselemektedir.. Kent yaşanılmaz hale gelince, benim gurbetçim “Köy kurnazlığıyla kentte ev yapmak” modundan “Kent kurnazlığıyla köyde ev yapmak” moduna geçerek köyleri betonlaştırmanın yanında, Doğu Karadeniz Otantik mimari üslubu da yok olma sürecine sokmaktadır. Evet bugün turistlere açılan konaklar yanında benzeri bu üsluptaki evler otantik dolgu evler yerini karkas veya anlamsız estetikte yığma yapılara yerini bırakmaktadır..
Sarp’a yaklaşıyoruz. Yol süresince bazı durumları tartıştık ve yanıt vermeye çalıştık. Sarp adının nereden geldiğini bulmakta zorlanmadık, çünkü Hopa’da Sarpa giden Kemalpaşa sonrası güzergah, Dik, çıkması ve geçilmesi güç yer, kayalık, yani sarp ve bol virajlı(yatay kurplu) olduğunu gördük ve adını da kondurduk; “Sarp”..
Sarp, Artvin ilinin Hopa’ya bağlı bir köyüdür. Kemalpaşa ‘ya 5 km, Artvin il merkezine 86 km uzaklıktadır.
Türkiye-Sovyetler Birliği sınırının belirlendiği 1921'de tek köyün ikiye bölünmesi sonucunda iki köy ortaya çıkmıştır. Bu köyün Gürcistan'da kalan bölümü Sarpi adını taşır. Türkiye ve Gürcistan arasındaki Sarp Sınır Kapısı bu iki köyün ortasında yer alır.
1835 tarihli Arhavi Nüfus Defterinde adı "Sarp" olarak geçer. 1877-1878 Osmanlı-Rus Savaşı'ndan sonra Çarlık Rusya'sı sınırlarında kaldı. 1918-1921 arasında Demokratik Gürcistan Cumhuriyeti sınırları içinde yer aldı. 1921'de Türkiye-Sovyetler Birliği sınırı belirlenirken köy ikiye bölündü. Türkiye tarafında kalan köyün adı Sarp, Gürcistan tarafında kalan köyün adı Sarpi oldu. Türkiye ile Gürcistan arasında, 1989'da açılan sınır kapısı, bu iki köyün adıyla anılmaktadır.
Sarp köyü, 1928 tarihli Osmanlıca köy listesinde Rize vilayetinin Hopa kazasına bağlı Kemalpaşa nahiyesinde yer alıyordu. 1935 genel nüfus sayımında, daha sonra kurulmuş olan Çoruh vilayeti içinde aynı idari konuma sahipti ve bu tarihte köyün nüfusu 428 kişiden oluşuyordu.
Karşı köyler Laz köyleri, ben de Laz, el sallamadık birbirimize dil salladık, yani konuştuk. Çoruh sessiz ve dinginken yani geniş gövdesini dinlendirirken daha rahat konuşuyorsunuz.. Dedem, doğrusu babamın içgüveyi girdiği amcası Maksut Çorbacıoğlu’nu Babamlar karşı köyden aldılar 35 yıl sonra. Nasıl yani? Anlatayım; Dedem Maksut Çorbacıoğlu Stalin döneminde Sibirya'ya sürgün edilmiş, 30 sene hapiste kalmış, bu süreçte Yunan, Yugoslav ve bir Bulgar tarafından hapishaneden kaçıp Berring Boğazından geçerek ABD tarafına geçmişler. Bu üç ulus insanıyla kaynaşmışlar, sanki kanbağı varmışçasına.. Anlatırdı ellerinde elek dereden su taşımaya çalışan adamlar gördüklerini. Belli ki altın arayıcılarına rastlamışlar. Başında tüy olan çıplak ata binmiş yarı çıplak adamlar bağırarak üzerimize geldiler, ardından boru sesleriyle silindir şapkalı atlı adamlar gelince kaçtılar, bizi yakalayıp teslim ettiler..Dedem hapis cezası sonrası emekli edilmiş ve karşıdaki köye Muhtar yapılmıştı ve bizi buraya geldikten sonra bulmuştu 1967 yılında..Biz keçi sakallı adamı tutuyorduk, o gitti biz bitti; Stalin bütün azınlıkları sürgün etmedi o adam gibi düşünenleri sürgün etti. Yeğenim Remzi Üniversite öğrencisi idi, bir daha görmedik.. Dedem; Lazcayı ve Türkçeyi unutmamak için bir sözcüğü hem Rusça hem Türkçe hem Lazca derdi; örneğin “Dedim, Bu3vi, Yaskazal”..
Bilindiği gibi Hopa son liman kentimiz, Sarp gümrük kapısı, 1980'lerden bu yana gündemde olmasına karsın hala Sarp'a dek uzanan sahil yolu açılmamış durumda. Yol yapımı bir beş sene daha süreceğe benzer. Büyük bir ulaşım zorluğu yaşanıyor. Hemen -hemen tüm arkadaşlar ulaşım zorluğundan şikayetçi. Düşünün, bu gümrük kapımıza her gün giden yabancı ve yerli ilgili - İlgisiz insanların yaşadıklarını., Sarp gümrük kapısının ticarete açılması Samsun'a dek tüm kıyı bandına canlılık ve hareket getirmiş. İlk büyük ihalesi 1987 yılında yapılan, süreçte bir çok hükümet ve bakanın görev aldığı Karadeniz Sahil Yolu inşa sürecinde.
Uygulama başlamazdan, yani proje aşmasında, biz mühendisler şunu önerdik;
- 1- Sahil yoluna koşut tren yolu yapılsın..
- 2- Sahil yolu; binlerce yılda Karadeniz’in adeta dantel gibi ördüğü otantik yapısını bozmaması adına güneyden geçsin kuşaklama yöntemiyle dedik. Yapımcı firmalardan olan MNG holdingten Arhavi ve Hopa sözünü aldık, güneyden geçmesi için. Ordu-Perşembe bunu başardı biz de galiba başaracağız.. Çünkü direnmeyen kıyı kentlerimizde sahil yolu kıyıdan geçme bir yana kıyılar doldurularak o güzelim koylar ve falezler yok edilip Karadeniz'imizin halkıyla bütün dalga sesleri susturulmuş..
Sarp gümrük kapısının açılışı yoğunluğunu ve hareketliliğini, son liman kentimiz Hopa ilk yasayanlardan, Fakat bu hareketliliğin yarattığı; nüfus artışını bu kentimiz kaldıramamış…. Çünkü, kentin coğrafi konumu, kentin yapılaşmasına olanak verecek koşullara sahip değil. Bu nedenle Hopa'nın nüfusu artacağına, batı komşusu (7 km) Arhavi'nin nüfusunu artırmış. Kemalpaşa’yı görünceye dek Karadeniz kıyı şehrinde en çok beğendiğim iki yerleşim yeri vardı; Ünye ve Arhavi. Kemalpaşa’yi gördükten sonra sayı üçe çıktı. Özellikle Kemalpaşa kumsalı resmen altın kumsal, yani Ege ve Akdeniz kumsallarına benzer bir güzellik. Evet kumsal, benim diyen Akdeniz ve Ege de bile zor rastlanır rahatlıkta ve güzellikte..
Arhavi memleketim benim; tamamı Laz. Kardeş yöre insanı Hemşinli ve Gürcü’ye diğer Laz İlçelerinde rastlarsınız, fakat Arhavi’de bulamazsınız. İlginçtir Biyolojik ve sosyal akrabalığın dünyada en yoğun olduğu İlçe Arhavi’dir.. Bilindiği üzere; Rize Çayeli sonrası genelde Laz yerleşim alanı olarak gösterilir, dahası Laz topraklarının başlangıç noktası olarak gösterilir. Fakat kimse Karadenizliyim dendiğinde Laz olduğunuzun söylenmesi tüm Karadeniz kıyılarının Sohuma dek Lazistan olduğu ve de baskın, dahası yerleşik kadim (otokton diyorlar) bir Laz milletinin varlığını kanıtlayan bir olgu olduğunu düşünmez..
İkincisi; En arı ve duru Lazcayı ünlü Dil araştırmacısı Georges Dumezil "Dialecte D'arhavi" adlı yapıtında Arhavi'de konuşulduğunu yazmaktadır..Tüm Karadenizliler ve de yöreye gelen türistler Arhavi için “Türkiye’nin Paris’i” dedikleri abartı olsa da söylendiği bir gerçek. Arhavi "coğrafi konumu ile kentleşmeye, insanı ile de yeniliğe" açık bir yerleşim birimi olarak görülür. Sarp kapısı açıldıktan sonra, oluşan, yoğunlaşan nüfus Arhavi'yi tercih etmiştir. Liman kenti Hopa'nın nüfusu yakın zamana dek Arhavi'den fazla idi. Kentleşme alanına sahip olmamasından doğan konut açığı, kentin yeni nüfusunun Arhavi'ye yerleşmesini gündeme getirdi. iki yerleşim alanı arasındaki mesafe o kadar kısa ki(7 km) belli bir zaman Yukarıda belirttiğim gibi, yaşamım süresince yanıtını aradığım, hatta dil bilimcilerin, tarihçilerin vb ilgili araştırmacıların yanıtını bulamadığı şu soru; “Resmi tarihimiz ve de resmi tarihçilere göre beş kasaba’ da var olduğu söylenen Lazlar, nasıl oluyor da Kastamonu’dan Sohum dek coğrafyada yaşayan halklara neden Laz deniyor, dahası Karadeniz denince Laz akla geliyor?! Bitmedi Avrupa’da bile neden Laz önekli insan-yöre-Kent adlar kullanılıyor.. Bunun katıksız tek yanıtı; Tarihin belli ama uzun bir sürecinde "Lazların" Karadeniz'de etkin olmasıdır, çünkü baskın ırktır; iklimlere ve coğrafyalara ve de kültürlere uyum gösterebilmektedirler..
Yaratıcı ve girişken çalışkan işbilir bir halk Lazlar. Günümüzde sadece Arhavi’de dünyanın saygın yüklenici firmalar-ki holdingleşmişlerdir- Arhavilidir. Örneğin Çarmıklılar, Yine Çarmıklı grubu NUROL, MNG, Ertuğrul Kurdoğlu, Bayındır Holding kısmi ortaklık..Evet yaratıcı, girişken, başarılı ve baskınlar. Zaten yukarıda da vurguladığım gibi Lazlardan düz işçi çıkmaz, inşat sektöründe hepsi kalifiye elemanlardır..Bu olgu tüm Karadeniz insanının özgün ruhudur ve baskındır, Lazdır... Tüm Karadeniz girişirimcilerini yazmaya kalksak ne sayfa ne de zaman yeter.
Laz dili oluyor mu?
Sarp gümrük kapısı ile yörede yoğunlaşan "Ruslar" yöre insanının "Dağları, denizi ve iklimi ile" binlerce yıldır edindikleri; duyarlı, duygusal, atak ve yaratıcı karakterlerini ‘İlk Zamanlarda’ hayli etkilemişler.
Bir fıkram var, yolculuk anında anlatamadığım, yazmaya çalışayım: Tüm hazırlıklar tamamlanmış, Nuh tufanı kopmak üzere. Nuh son kontrollerini yapmış. O da ne, geminin ustalarından Temel ve Dursun sırtını bir ağaca yaslamış eserleri olan gemiyi izliyorlar. Nuh telaşla seslenmeye başlamış, “Haydin tufan geliyor binin gemiye” deyince Temel ve Dursun rahat ve kendilerinden emin “Siz cidün biz çendi takamuzla geleceğüz” yanıtını veriyorlar..”. Gerçekten Karadenizli hep kendi takasına güvenmiş ve onunla yol almaya çalışmıştır. Özgüveni fazla, kendisiyle barışık, çalışkan ve kalifiye bir kimlik. Karadenizlinin yaratıcı ve girişimci kendine güvenen özgün karakterin anlatımıdır Nuh Tufanı fıkrası… O, Sarp kapısı açıldığında oluşan tufana kendini kaptırmış takasını ve karakterini hayli örselemiştir. Şimdilerde kısmen onarım sürecindedir, kimliğini ve kişiliğini. Sarp ötesi insanlar, ellerindeki ve evlerindeki malları getirmişler, beraberinde Nataşa denen rahat kadınlar da sökün etmişler.. Hiçbir ticari öz taşımayan pazarlar oluşmuş. Onlar satmış, Karadenizlim almış . Doğrusu bizimkiler çay sepeti sırtından inmeyen kadınlarımızın çay paralarını kapan pazara koşmuş... Benim Karadenizlim oluşan Rus pazarının başat müşterileri olmuş. Dedik ya karakterini bırakmış bu pazarda, yuvalar yıkılmaya başlanmış, Karadeniz kadın Rus pazarlarında Nataşa avına çıkmaya başlamış. Erkekler ise Nataşa peşinde sınırları aşarak evini terk eder olmuş. İşte bu noktada Salt karakterini değil dilini ve aksanını da bırakmış. Laz “Geldim”, Rizeli “Celdüm”, Trabzonlu “Keldüm” demeyi bırakmış Nataşa'ya ulaşmak için Rusça, Gürcüce, dahası sınır ötesi dilleri öğrenmeye başlamışlar.
Dil deyince çağrıştırdı. Ülkemiz kültür panoramasının zengin mozaiğini oluşturan “Lazca” unutulmaya yüz tutmuş. İngiliz etnolog ve antropolog olan ve Türkiye'deki etnik gruplar kitabıyla tanınan Peter Alford Andrews "Turkiye'de etnik gruplar" adlı yapıtında: Arhavi'nin %100'ü, Hopa'nın %50'si, Borçka'nın %5'i, Ardeşen'nin %80'i, Pazar(Atina)’nın % 55’nin, Çamlıhemşin’in %50'si, Findikli'nın %80'i Lazca konuştuğunu yazmaktadır.
Bugün bu oranın çok düştüğünü söyleyebilirim. bunun nedeni ülkemiz anlayışında "Türkçenin" üst kimlikle tüm değerleri belirleyici olmasıdır. Kendi aralarında kullandıkları ana dil "Lazca" kuşaktan kuşağa yaygınlaşmamış aksine unutulmaya başlanmış. Kıyı bandındaki gençlerimiz yeterince konuşamıyor, çünkü anlamıyor. Tek partili dönemin milliyetçi ve ırkçı duruşa sahip sağ görüşe sahip bazı siyasiler Anadolu halklarının özgün dillerini yasak etmişler ve Menderes döneminde daha katı bir şekilde devam edilmiştir. Anımsarım, okula giderken sevgili Babaannem Asiye Çorbacıoğlu, “Bere çkimi lazuri moibaramitom, mektebiş keskidare, Jandarmak mendegoronase/Çocuğum sakın Lazca konuşma, sınıfta kalırsın, Jandarma bile alır götürür seni) Düşünün bir "DİL" başarısızlığın kaynağı olarak gösterilebiliyordu.Yani, bir başka kültür bir başka kültürün baskısı altında idi. Anlaşılan, egemen olmayan, dahası Dunyada "sosyal/ekonomik" yaptırımı olmayan diller ölmeye mahkum gibi ...
Diller bana göre Dünya kültür yapısının "Kutsal nidalarıdır" Eğer onları öldürürsek Dünyanın evrensel zenginliği kültürleri soldururuz. Yaşatalım onları. Ubıh dilini son konuşan insan Tevfik Esenç'in 1992 yılında ölümü üzerine Ubıhça dili dünyadan yok oldu. Bu bir insanın değil, hatta dilin ölümü de değil bir kültürün uygarlığın ölümüdür. Kim bilir Ubıhça dilinin arkasında ne büyük bir uygarlığın kültürü yatmaktaydı. . Dillere olan duyarsız duruşumuz, hesaplı duruşlara hizmettir, çünkü egemenin hesabi tek dil tek din yaklaşımıdır.. Dikkat edilirse dünya bilgi iletişim ağı tek dil orıjinlidir.
Doğrusu İngiliz dili Amerikan teknolojisi..Bu olgu dünyanın geleceğini belirlemektedir… Bugün Ubıhça’yi bitirenler, yarın Lazca’yı ve sırasıyla..Türkçe’yi bitireceklerdir..Bakın ülkemdeki beyin göçüne, bu beyinler bir süreç sonrası Türkçeyi lütfen konuşuyorlar. Gerçi biz Türkçe konuştuğumuzu mu sanıyoruz? Uzuvların dışındaki tüm sözcükle Fransızca, Farsça, Arapça ve son 15 yıldır da İngilizce sözcükler Türkçemizde yerleşik düzene geçtiler. Yapabilirsem bu konuda bir sözlük hazırlamak.. Bir “Gez-Gör-Yaz “etkinliğinde neler yazıyoruz neler; memleket kurtarmak maksat, kurtulmaz ise yine bir dokun bin ah duruşumuzla anlatmaya devam edeceğiz..
Biz gelelim Gezimize;
Sarp dönüşü Arhavi'ye uğradık. Sahil Çay bahçesinde kısa dinlence molası verildi. Çaylar içildi, Mısır yendi ve de Ayder Yaylalarına çıkmak için 14:00’te hareket ettik. Ayder; en yüksek zirvesi (3982 mt) Artvln İl sınırları içinde kalan “Kaçkar Dağları”’nın kuzey yamaçlarında(1200 mt) yer almaktadır. Rize-Sarp Kara Yolu üzerindeki Çamlıhemşin yol ayrımından , Ardeşenın batı yönünde Karadeniz’e dökülen “Büyük Dere”’nin yukarı kolu olan “Hala Deresi”’nin yarattığı görkemli vadiyi izleyip Ayder Kaplıcalarına vardık, 47 km giderek. Vadi yamacında kendini gösteren beyaz orman güllerinin (Lazcada Mşkeri diyoruz) sisler arasındaki görüntüsü doğanın doğal peyzajın büyüleyici güzelliği sizi büyüledikçe büyülüyor..
Kaplıcalardayız. Dinlenirken, İsmail Bayram ile Nilay Bayram ve Ececan Çorbacıoğlu’nun yemyeşil kere yeşil bayırda yuvarlanmalarını izliyoruz, aslında kolluyoruz.. Kadriye ve Yurdanur hanımlar da konuklarla ilgileniyor ve yöreyi anlatıyorlar. Yurdanur Bayram bu yörede uzun süre öğretmenlik yaptığı için yöreyi Kadriye’den iyi biliyor. Kaplıcanın karşı yamacında yeşil ile mavinin arasında gümüşi parlak çizgiler halinde akan şelaleler muhteşem bir görsellik sunuyor. Konuklar Yurdanur ve Kadriye’yi değil de o müthiş şelalenin sesini dinliyorlar adete.. Yürümeye devam ederseniz vadi boyunca Karvan Yaylalarına, daha da yürür zirveye ulaşırsanız Buzyalağı Göllere ulaşırsınız. Ulaşmışken elbetteki Alabalık yakalama ritüelinde de bulunursunuz....
Kaçkarlar’ın değerli kılan buzul gölleridir. Bu göllerdir Kaçkar Dağları’nı Milli Park yapan. Buzullar, karın yeniden kristalleşmesi, sıkışması ve bir araya toplanması ile meydana gelir. İklim değişikliklerinin ve yerçekiminin etkisiyle hareket ederler. Soğuk iklimlerde aşağıya doğru sarkan buzullar, ilerlerken üzerinde kaydıkları zeminden aldıkları parçalarla yeryüzünü şekillendirirler. Binlerce yıl süren hareketleri sonucunda “V” biçimli vadileri aşındırarak tekne biçimli vadilere dönüştürürler. Kaçkarlar’daki Hodeçur, Kavrun, Çeymakçur, Avusor- Bulut Kaçkar ve Verçenik vadileri tipik buzul vadileridir. Eğimin az ve kaya yapısının dirençsiz olduğu bölgelerde ise buzulların akması ve geri çekilmesi sırasında çukurlar oluşur. Bu hareketler zamanla çukurlukları derinleştirir. Onların suyla dolmasıyla da buzul gölleri meydana gelir.
Karadeniz İnsanının Yaratıcılığı
Karadenizli girişimci ve yaratıcı ruhunu yöresel yetmezlikler içinde iken daha yoğun biçimde zorlamış ve gündemine almıştır. Yöre ikliminin yarattığı cografi yapı tarımsal alanlara olanak vermediği için Karadenizli sürekli ekonomik zorluklar içinde kalmış , bu nedenle tüm uğraşı bu zorlukları aşmanın arayışı içinde geçmiştir.. Karadenizli; her ülke vatandaşı gibi gururlu ve onurlu demem gerekiyor fakat Karadenizli aşırı benliğine düşkündür. Biraz abartı olacaktır, Karadenizli Mağdurken bir kral kadar mağrurdur..Gürbetçidir. Zenaatkardır, yaratıcı kimliği ile inşaat sektörünün vazgeçilmez ustalarıdır, adeta bir sanatçı gibi. Betonun çimentosu örneği yapının çimentosudur, yani kalıpçı, demirci ve duvarcıdır, aynı zamanda sıvacı da.. Bu özelliği ile Karadenizli asla düz işçi değildir, fakat tek başına kendi evini yaparken inşaat sürecinin her şeyi, başta amelesidir.. O hep bir şeyler yaratır, üretir. Uzun lafın kısası; girişimci ve yaratıcı ruhunu, yaşamın tüm alanlarında pratığı yakalama yeterliliğindeki “Düşün gücüne” borçludur…
Çay Sepeti kadının sırtında Çay Parası erkeğin cebinde:
Fakat benim Karadenizli yöreye yeni tarımsal ürünlerin girmesiyle, yani toprakları yeni kimlik kazananınca düşün gücünü düşünsel tembelliğe indirgedi. Yukarıda kısmı olarak değindiğim gibi Karadeniz orıjinli Holdingler- Şirketler 1945 öncesi girişimci ruhun eserleridir. . Yani 1940’lardan sonra Fındığın ve Çayın yöreye girmesiyle Karadenizliyi edilgenleştirdi. Çay sepeti kadını sırtında, çay paraları erkeğin cebinde süreci başladı.. Sarp Kapısının açılması ile kolaycılığa kaçan Karadenizli, tembelliği adeta kurumsallaşırır oldu..
Daha doğrusu kendisini zorlamaksızın, kolay ve rahat kazanım yolunu seçmiş, özellikle 1948’de Çay üretimi başladıktan sonra çoğu; İlle de Doğu Karadeniz insanı gürbetçiliği bırakıp fındık bahçelerini çay bahçelerine bırakmıştır 1948’lerde. Aslında kendi tüketimleri için üretim sistem olan Asya tipi üretim tarzını bozdular, yani Mısır, Buğday, Pirinç, Narenciye ve kısmen fındık bahçeleri yerini çay bahçeleri aldı. Beni yaratıcı bitirici Karadenizlim Çay bahçelerine eşini, kendisini de çayhaneye yani kahveye, çay parasını da cebine atarak adeta tembelleri oynayıp kendisini bitirmeye başlamış.Şu anki resim Karadeniz erkeğinin %70’i böylesi bir profile sahip olduğunu göstermektedir.. 8 Ağustos 1995 günkü Cumhuriyet’te Mustafa Ekmekçi, Doğu Karadeniz ile ilgili dizi yazısında bu erkek profilini işlemiş. Doğu Karadeniz’de Anaerkil bir süreç değil Babaerkil bir süreç işliyor, hem de acımasız.
Evet; yörede kadının, özellikle "ana"nın etkin (baskın-başat) olma durumu yok, aksine; Aile içinde babanın ya da en büyük erkeğin mutlak otoritesinin olduğu, soyun babadan oğullara geçtiği toplum biçimi egemen. Bu aslında ülkemizin, hatta gezegenimizin evrensel sorunu da Doğu Karadeniz'de bu yapı biraz tembellikle, tek taraflı keyifle harmanlanmış özler taşıyor. Ekmekçi diyor ki; Anaerkil yapının izleri yok Fadime’nin izi var. Bir grup kadın Nataşaların gitmesi için imza topluyor. Fadime’ye katılıp katılmayacağı soruluyor. Fatime hiç duraksamaksızın reddediyor ve şunu söylüyor; “Akşama dek çay sepeti üzerimde, Akşam da Temel..Nataşalar gitmesin yükümü azaltıyor..” Anlayacağınız gündüz çay küfesi akşam koca keferesi, kadınların yorgunluğu.. Elbet bu Karadenizlinin kendine güveni yansıtan özgüvenli fıkralardan biri...
Şu bir gerçek Karadenizli kadın erkek kadar çalışkan ve özverili ve de onurlu, yalnız bir farkla, kadınlar kocalarından daha namuslu ve saygılı ve de sevgili. Cesurdur da; belinde kocası gibi silah taşır da. Erkek de özveril, gurbette yedi ay çalışırı, belinde keser, belleğinde çocukları ve karısı, asla inşşatı dışına çıkmaz.. Senatör Recai Kocaman amcanın dediği gibi; “Erkek gurbetten döndüğü için kadın erkeğine kahveye gitmesine izin verirdi..”. Kadın çay zamanına dek fazla işi yapmaz, sadece; Asya tipi üretim ürünleri, örneğin küçük sebze bahçeleri(Getasüle), mısır, toplamalar, değirmene gitmeler ve kışlık odun taşımaları(insaf başka ne olsun!)yapar. Yalnız odunu erkek keser, tomrukları parçalar, Fındığı ise kadın-erkek müşterek toplar..Mısır ve fındık soymalar, odun taşımalar imece ile yapılır, hatta meyve toplayıp pekmez ve tatlı sucuk(küme) yapımında da imece yapılır.
Çayda imece yapılmaz çünkü herkesin çayı kartlaşmazdan zamanında toplaması gerekir..Asya tipi üretim tarzı yok gibi artık, salt mısır ekimi kısmen yapılıyor, biraz da Getasüleler.. Salt satışı yapılan Fındık ve Çay üretimi kaldı. Aslında Doğu Karadeniz’de yabanıl ürünler değerlendirilebilir.
Örneğin; Cenevizlilerin ulaşmak için uğruna Kemer köprüler yaptıkları Karayemiş, ahududu ve de Kokulu Karaüzüm-Ki çoğu kızıl ağaca sarılarak adeta kızılağaç (T30mu) meyvesi imiş gibi ağdalardan sarkan ve sivri sepet(Gudel) ile toplanır- şarapçılıkta değerlendirilebilir, sadece pekmez ve tatlı suscuk yapılmaz. Cenevizlilier karayemiş ve karaüzümü İtalya Toskana’ya Lazistan’dan taşıdıkları söylenir, örneğin Karayemiş İtalyan sofralaının havyardan zengin meze..
Anaerkil yapı göremeyiz dedik aile oluşumunda, fakat erkek gurbette iken evin en büyük annesi kararları verendir, dahası yetkideştir(Vekaleten)..Anlıyacağının Anaerkil değil, Ataterkil(Babaerkil) yapı egemen, çünkü evin her şeyine erkek karar verir..
Aslında bu sosyal aile yapısı 1948 çay üretimi öncesi bir sosyal yapı.. Günümüzde değişen bir şey yok, fakat Ataerkil aile yapısı erkeğin duruşu nedeniyle biraz eski asilliğni örselemiş gibi duruyor.. Değindiğim gibi erkeğin gürbetçiliği bitmiş, çay parasına güvendiği için gürbetçiliği çayhanelerde pineklemeye dönüşmüş..Dediğim gibi; “Çay sepeti kadının sırtında, çay parası erkeğin cebinde..”..Erkek ve çocuk çalışmaz, kadın çalışır dayatması keyfilik boyutunda Ataerkil yapı bozulmaya yüz tutmuş, bozulduğu noktada da kadın isyan duygularıyla tetiklenmeye başlamış..
Doğrusu, Nataş güzelliği arasındaki farkı kapatmak için Karadenizli kadın tarladaki ve evdeki profilinin değiştirmeye başlamak adın saçı ve başıyla, ille de burnuyla oynar olmuş. Estetik yaptıranlar çoğalmış, trajikomik hallerle.. Rehberimiz Semih Sezer’in bu yaklaşımı bana pek de doğru gelmedi, çünkü memleketle iç içe olan ben böylesi duruşlara rastlamadım, sadece birilerinin Karadeniz fıkraları esinlenmeleri..
Hemşehrim gürbetçiliğ bırakınca çayın tein maddesi onun tembellik katsayısı olmuş. Mustafa Ekmekçı 55 yaşındaki kadının çay sepeti taşıması ve yanında erkeğinin yürümesini garipsemiş. O hiç değilse yanında yürüyor, sabahtan akşama çayhanede çömmüşlere ne demeli..
Tembellik, kolay kazanım ve köşe dönücü duruşları da yaygınlaştırmış. Yazını ileri km’relerinde işleyeceğim Yayla türizmi bütününde, özellikle Uzungöl anekdotunda..
Zigana’da Yaylalar
Ziganalar.. En yüksek doruğu; 3082 mt. Doğu Karadenız Sıradağlarına bağlı; Trabzon'un güneyine rastlamaktadır. Yılın büyük bölümünde sislidir. Yayla tatil Koyü Zigana Dağının tavanı ile tabanının tam ortasında yani 1600 mt'ye konuşlandırılmış. Tatil köyü coğrafyasının doğallığı ile karşıladı, yeni sisi ve çizil-çizil yağmuruyla. Sisler ve de çisil-çisil sesler adeta ruhunuza bir serinlik veren dokunuşlarda sizi mutlandırıyor.. Görkemli görünüşü sisler arasında adeta buğulanmış dağları görmeye çalışıyorsunuz.. Yüzünü saklayan bir köy gelini gibi kendini sizden saklıyor. Sislerin sessizliği sizi ğrpetirken, aklınıza kent çirkini gürültüsü geliyor ve ardından umutla sevinç sarıyor ruhsal bedeninizi. Zigan kendini buğulaştıran sis perdesini 3. gün kaldırıyor. Alışmış olsa ki bizlere, yeşilin tüm tonlarıyla üzerimize üzerimize geliyor.. O kadar güzel ki çekiyor da kendisine..
Zigana’ya yürüyüş saat 10’da başladı. Herkes doğanın görkemli bakışı karşısında heyecanını bastırmaya çalışırken yorgunluğun nefes nefese belirtileri içinde, çünkü yürüyüş tırmanışa dönüştü. En az 2 saat tırmanacakmışız. Yürüyüşe geçmezden önce insan dostu keçi ile koşuşturan Nilay ve Ececan yavaşladılar. Sevimli Keçi yavrumuz de daha çok yolumuz var, yorulmayın dercesine yavrularımız Nilay ve Ececan’ın yanına gelerek onlarla yürümeye başlad.
Ececan da bu doğal doğa rehberlerine uyarak şikayet etmeksizin yürüyüşlerin sürdürdüler. Bir süre sonra keçi yavrusunun melemelerine benze yorgunluk melemelerine geçti Nilay ve Ececan.. Piknik yapılacak zirveye malzeme taşıyan minibüs ‘ön hazırlıklar için’ biz tirmanatörlerin yanından geçerken, ikinci rehberimiz olan mega gülücü Tufan Sara’ya “Ne kadar tirmanacağımız” sorusunu sormadan edemedik. Az bir yer kalmış, o yorgunluktan az da olsa sevindik.. Fakat minübüs 20 dakika sonra karşı tepede belirince herkes bir anda nida ile hüsranları yaşar oldu.
Tırmanış tükenmeyince Tufan’a olan güven de tükendi, öfkeyle karışık serzenişe dönüştü. Anlaşılacağı gibi tırmanış Tufan’a söylenmelerle devam etti. Ben yürüyüşe alışık olduğum için oralı değildim, börtü böcek, ağaç, yetmedi yapraklar ve arılarla konuşuyorum. Ayılarla konuşmak isterdim, fakat “Dikkat Ayi çıkabilir” tabelaların hepsi yalancı çıktı, çünkü ayı çıkmadı.. Börtü böcek derken İsmail ile civcivlerimizle, Ececan ve Nilay’da gözlerimiz. Korkum kent içinde 2 adım yürüdükten sonra “Baba kucak” diyen Ececan.
Ne iki adım, 20000 adım attılar Nilayla ve de Keçileriyle arı gibi gördükleri çiçeklere konarak; avucu çiçeklerle dolduran Annesine koşuyor topladığı yayla çiçeklerini vermek için.. Ececan yalnız kaldı çünkü Nilay ablası Keçi yavrusu hızlanınca hızlanmış ve uzaklaşmıştı. Ececan farkında değil doğa ile koşuşturmayı sürdürüyordu. Nilay ve Keçi’yi görmeyince fırsat bildi ki, elleriyle diz kapaklarını tutarak “Baba kucak” dedi ve omuzlarıma bindi ve de ben de bitti, hatta Kadriye ve Yurdanur’da söylenmeye başladı. Ececan tekrar koşuşturmaya başladı Nilay ablası gelince, Sis çatılı Zigana terasi insanları büyülemiş olmalı ki Tufan’a serzenişler bitmişti.
Ececan kısa bir mola dışında yürüdü, yürüdü, yürüdü ve başardı, finiş noktasına gelmiş yarışçi gibi sevinçli idi.. Tufanlar ön hazırlıkları yapmıştı. Mangal dahil her şey hazırdı.. Hemen yanı başımızda buz gibi berrak yayla suyu. Herkes onun başında kuyrukta.. Kısa bir dinlenceden sonra muhteşem Zigana balkonunda, bol oksijeni katık yaparak müthiş yemekler, etler yendi
..Dostlukların, yeni arkadaşlıkların zirvesi idi. Doğrusu dosluğun, arkadaşlıkların ölmediğini gösteren samimi birlikteliğin doruğunu yaşıyorduk Zigana doruğunda..İniş kolaydı, bu evrensel dayanışma mutluluğu içinde nasıl indiğimizin farkında bile olmadık..
Ülkemizde Temel(likler) ve çatılı köprüler
Hiçbir Karadenizli "Zaman - Zaman" Temel ve Dursun fıkralarına alınmadığını söyleyemez. Çünkü bazen; "Evrensel Nasrettin Hoca özündeki Karadeniz orijinli fıkralar ve espriler ", Temel ile Dursun'un şahsında; o yöre insanları ile alay ederek, onları küçük düşürme boyutuna vardırılabiliyor. Örneğin Edip Emil Öymen'in 26.2.1995 günkü Cumhuriyet'te; "Her milletin dalga geçtiği birileri var. lngilizinki de İrlandalılar .." diye başlayan "İngiliz'in Has Lazı İrlandalılar" başlıklı yazısı, beni hayli etklenmenin ötesinde öfkelendirmişti. Ve bu nedenle “... Karadenizlilerle dalga mi geçiliyor? ...” baslıkı bir yazı yazdım Cumhuriyet'e.
Çeşitli yazılarımda, insanların kafalarında oluşmuş "Karadenizli Temel” imajını azaltmak için Kayserili Temel veya Edirneli Temel/Dursun tümceleri kullanırım. Bir yazımdaki “Kayserilı Temel” tümcesini (İMO- Ankara Sube Bülteni - Eylül - 1994) Yanlış yazılmıştır diye “Karadenizli Temel” diye değiştirilmesini unutamam ... Ve ben de Sayın Mustafa Ekmekçi'nin: “Temel Fıkralarının baştan sona uydurma ve yanlış olduğunu, fıkraların özünde ters bir mantığın sezilebileceği, aksine fıkraların hoş kahramanı Temel'in, eli tabancasında, sinirli, öfkeli ...” şeklindeki yaklaşım boyutunda olmakla birlikte artı alçakgönüllü, mert, dürüst ve çalışkan ama asla fıkralara malzeme olacak insanlar olmadıklarını yazmak zorunda kaldım.
Aslında bu yaklaşımımda çok katı(Ortodoks) ve alınganımdır, çünkü bir şeyler yanlış ifade edilmektedir asırlardır.... Fakat bu güzel gezide ya yumuşattı. Temel ile Dursun'un kesin her yerde olduğu ama benim yöremde biraz daha fazla olduğuna bende inanmaya başladım. Ama yine de Edip Emil Öymem yaklaşımındaki Karadeniz tiplemesini hiçbir şekilde kabullenmem olası değildir..
İşte size, Temel ile Dursunlukları gösterir gezideki yaşanmışlıklarımız, güldüşün boyutundaki izlenimlerim(iz): Yukarıda belirlemeye çalıştığım gibi; yağmur turizminin tamamlayıcı öğeleri olan, dağ, nehir (rafting) ve yayla turizm yatırımlarının artması ile özellikle dağ/yayla turizmi ile değer kazanan "sahipli/sahipsiz" arazilerin çoğu tel örgülerle çevrilmiş. Tarım alanı olmadığını öğrendiğim bu yerlerden başka şekilde de faydalanmadığı söylendi. Belli ki "kolay kazarım beklentisi" .... Yani Tatil köyü kuracaklardan, teklif beklentisi... Sonradan öğrendik ki, kaldığımız Zigana Yayla Tatil köyü sahibi Hüseyin Celep bey de tatil köyünü 10 seneliğine kiralamışlar..
Gelelim espri yüklü süreçlere:
Araziler dikenli tel ile çevrilmiş demiştik.. Böyle bırakmamışlar tabii ki..Her dikenli telin arka bahçesinde küçül kırmızı yazılı ahşap levhalar..Levhaların üzerinde genellikle tehdit çağrıştıran “yasak” uyarıları var: "Girmek yasaktır" şeklinde. Evet bazıları gözdağı veriyor; "Çimenlere basmayınız, yoksa fena muamele yaparız!!!" şeklinde. Fakat bazıları var ki;, işte bunları Temelsi ve Dursunsu mantıkla yazıldığını hemen anlıyorsunuz: "Otlara basmayınız, Aşağısına da basmayınız.". Çünkü; arazisi patika yolla ikiye bolünmüş, aşağıda kalan kısım hayli eğimli olduğu için telle çevirme gereğini duymamış ama yine de ikaz etme gereğini duymuş .. Belli ki aşağısı da ottur, veya benimdir demek istiyor. Benzer içerikteki levhaları çoğaltabilirsiniz çünkü gözünün alabildiği tüm araziler mayınlı arazi misali levhalarla dolu. Bana en ilginç geleni buydu. Evet; “Otlara basmayınız, aşağısına da basmayınız..”…
Kiremit Çatılı Köprüler
Diğer ilginç “Espri girdisi”; İrmaklar üzerinde kiremit çatılı köprüler. “Neden Çatı?” diye sorduğunuzda gerekçeli hiç bir yanıt alamıyorsunuz. Düşünüyorsunuz: Yağmurdan ıslanmamak için olsa, devamı olmadığı için köprüyü geçtikten sonra yine ıslanacak. Islanmaması için evine-evlerine uzanan patika yolun tümden çatıyla örtülmesi gerek, eee bu da olası değilse, bu nedir? Veya köprünün ıslanıp çürümemesi için sel anında altını korumak için de ters kiriş gibi ters çatı yapmak gerek. Bu da olmadı, amaç derenin ıslanmaması ise ağaçların günahı ne:).
Karadenizli yaptığı güldüşün hamlelerinin yanıtını kendisi de veriyor, olgunun odağına kendisini oturtarak. Çünkü Karadenizli. Doğrusu espriye konuk olacak şeylere bir şeyler ve de kendisini katarak olgunun güldüşün katsayısını artırabilir. Karadenizli gururlu olduğu kadar hoşgörülüdür de, çocuklu alınganlığı göstermeyecek kadar kendisiyle barışık-kendine güvenen bir kimliktir. Yeter ki onun kişiliği ve kimliği ile kimse alay etmesin. Elbet bu konuda herkes duyarlıdır ama Temel-herkesin bildiği gibi-fazlasıyla duyarlı ve duygu yüklüdür, bunu zaman-zaman dışa vururken ürkütücü de olabilmektedir.. Uzun burnun kısası, pardon uzun sözün kısası; Karadeniz fıkralarının çoğunu Karadenizli üretir. Başarıyor da bunu..
Kiremitli köprüyü bitirmemiştik. Gelin hep beraber geçelim bu köprüden: Neden çatı? sorusunun esprili yanıtlarımla da olsa bulamamıştık. Tüm arkadaşların çatılı köprü sonuç bildirgesi; Karadeniz'e özgü otantik bir estetikli espri yüklü köprüsü vurgusuyla özetlemişlerdi. Esprili yanıtlarımın yanında inandırıcı bir yanıt kurguladım. Ve başladım anlatmaya: “Arkadaşlar çatılı köprü yapımının nedeni, yağmurlu havada olta ile balık tutmak bir tutkulu bir yaygınlıktır, çünkü yağmurda oltaya çok balık gelir..Bakmayın alabalık çok zekidir dinler, aksine aptaldır.
İri yağmur damlaları dereye vurunca devamlı suyun üstüne zıplar, yağmur sularını yem zannettiği için. Bu durumda da olta ile balık tutmak kolaylaşır..Balkon da balık tutmak gibi bir şey. Her zaman balkonda balık yenmez ya bazen de balık tutulur” şeklinde yanıt geldi benden derken sürücümüz İsmail Topaloğlu yanıt verdi erken: “Ne balkonu, ne balık tutması ağabey..Ben daha balık tutanı görmedim. Ha öyle küzellik olsun diye kiremutla örtmüşler üzerunu..” İsmail bir çatı kiremitti iyi ettiğinin farkında olmalı ki; esprideki alçak gönüllüğü yansıtan gülümseme ile kafasını sağa-sola sallıyordu..
Sümela Manastırı
Ankara’dan çıkışımızın beşinci, Gezi programının 4.günü…Manastıra gidilmezden önce; her zamanki gibi yöre ürünleriyle birlikte(Bal, tereyağı, reçel, peynir, yumurta) nefis bir yayla kahvaltısı yapıldı. Saat 10.5’ta hareket ettik, 11.5’ta Manastırın tırmanma noktasına gelindi. Manastır Maçka İlçesinin 17 km güneyinde. Ziganaların bir kolu olan Karanlıkdağ’ın dik bir yamacında kurulmuş Sümela Manastırı(Meryemana manastırı) dağın 90 derece güneye bakan kayalık yamacında insan eliyle genişletilmiş girintisinden 250 mt yükseklikte tüm ihtişamıyla “Altındere vadisine” bakıyor…
Manastıra ulaşmak için 1.5 km’lik dönemeçli patikayı kat etmeniz gerekiyor. Adeta Tirmanatörüz. Kolay değil; deniz seviyesinden 1.150 m yüksekliğe tırmanacağız … Sumela Manastırı’nın başlıca bölümleri; Ana kaya kilisesi, birkaç şapel, mutfak, öğrenci odaları, misafirhane, kütüphane ile kutsal ayazma’dır. Bu yapılar topluluğu oldukça geniş bir alan üzerine inşa edilmiştir. Manastırın girişinde su getirdiği anlaşılan büyük su kemeri yamaca yaslanmış durumdadır. Çok gözlü olan bu kemerin bugün büyük bölümü yıkılmıştır.
Dar uzun bir merdivenle manastırın ana girişine ulaşılmaktadır. Giriş kapısının yanında muhafız odaları bulunmaktadır. Buradan bir merdivenle iç avluya inilmektedir. Solda, manastırın esasını teşkil eden ve kilise haline getirilen mağaranın önünde çeşitli manastır binaları bulunmaktadır. Sağ tarafta kütüphane yer almaktadır. Yine sağda yamacın ön yüzünü kaplayan büyük balkonlu bölüm keşiş odaları ve misafir odaları olarak kullanılmıştır ve 1860 yılına tarihlenmektedir. Avlunun etrafındaki binalarda odalardaki dolapları, hücreleri, ocakları ile Türk sanatının etkileri de görülmektedir.
Manastırın ana ünitesini meydana getiren kaya kilisesinin ve ona bitişik şapelin iç ve dış duvarları fresklerle donatılmıştır. Kaya kilisesinin içinde avluya bakan duvarda III. Alexios dönemine ait fresklerin varlığı tespit edilmiştir. Şapeldeki freskler ise 18. yüzyılın başlarına tarihlenmektedir ve üç ayrı devirde yapılan üç tabaka görülmektedir. En alt tabakanın freskleri daha üstün niteliktedir.
Sumela Manastırı’nda yer-yer sökülerek alınmış olan ve oldukça harap bir görünüm taşıyan fresklerde işlenen başlıca konular İncil’den alınmış sahneler, Hz. İsa ve Meryem Ana’nın hayatı ile ilgili tasvirlerdir.
Mangal, Altındere vadisindeki Altındere(Meryemana deresi diyenler de var) kıyısında yapılacak. Altındere vadi örtüsü arasından akan Altındere bu alana ‘doyumsuz’ müthiş bir ambiyans oluşturuyor. Ececan(4) ve Nilay(10) hiç yüksünmeden bize eşlik etti. 50 kişilik gurupta topu-topu 3 çocuk var, 3.çocuk Sercan(7) babasının sırtında. Sercan yürüdüğünde araba oluyor bazen ve yorulmuyor, eğer arazi aracı olsa Sercan, Ececan ve Nilay’ı da taşır diyerek gülüyoruz..Şaka bir yana çocuklar bizden güçlü gibi..İnişte daha rahat hissettiler ki, çocukların en küçüğü ‘vadiye az kala’ biyolojik gereksiniminin fiziksel ritüelini yaptı..Ececan’ı o zaman kucağıma aldım.. Ha bir de dünya tatlısı bir kızımız vardı; Türker İnanoğlu’nun teyzesi 75 yaşındaki Vasfiye Akıllıoğlu teyzemiz; dayanıklı, cesur ve sevecen hoşgörü abidesi. Vasfiye teyze Manastır’ın dışında tüm yaylaları dolaştı, biz gençlere taş çıkartırcasına..
Efsaneye göre Atina’dan gelen 3 keşiş tarafından M.S: 335( 365,375,379 da deniyor)’te kurulmuş.14.Yüzyılda da Ortodoks misyonerlerinin Anadolu’daki kutsal merkezi haline getirilmiş.. Dahası; Bizans İmparatoru I. Theodosius zamanında (375-395) Atina’dan gelen Barnabas ve Sophranios isimli iki rahip tarafından kurulmuş olan manastır, 6.yüzyılda İmparator Justinianus’un manastırın onarılarak genişletilmesini istemesi üzerine Generallerinden Belisarios tarafından tamir edilmiştir.
Sumela Manastırı’nın şimdiki durumuyla varlığını 13.yüzyıldan itibaren sürdürdüğü bilinmektedir. 1204 tarihinde kurulan Trabzon Komnenosları Prensliği’nden III.Alexios (1349-1390) zamanında manastırın önemi artmış ve fermanlarla gelir sağlanmıştır. III.Alexios’un oğlu III.Manuel ve sonraki prensler döneminde de Sumela yeni fermanlarla zenginleştirilmiştir..
Doğu Karadeniz kıyılarının Türk egemenliğine girmesini takiben Osmanlı Padişahları pek çok manastırda olduğu gibi Sumela’nın da haklarını korumuşlar, bazı imtiyazlar vermişlerdir.
Bir başka bilgi; Sümela Manastırı (Yunanca: Panagia Sumela veya Theotokos Sumela), Trabzon ilinin Maçka ilçesindeki Altındere vadisi sınırları içerisinde yer alan Meryem Ana Deresi'nin (Antik Yunanca adı: Panagia) batı yamaçlarında yer alan, Kara (Antik Yunanca adı: Mela) tepesinin üzerinde konumlanmış Rum Ortodoks manastır ve kilise kompleksidir.
Bu bilgiye göre de; Kilisenin MS 365-395 tarihleri arasında inşa edildiği sanılmaktadır. Anadolu'da sıkça rastlanılan Kapadokya kiliseleri tarzında yapılmıştır; hatta Trabzon'da Maşatlık mevkiinde benzeri bir mağara kilisesi daha vardır. Kilisenin ilk kuruluşu ile manastır haline dönüşümü arasındaki bin yıllık dönem hakkında fazla bir şey bilinmemektedir.
Bir söylenceye göre de;
Meryem Ana adına kurulan manastırın “Sumela” adını “siyah” anlamına gelen “melas” sözcüğünden aldığı söylenmektedir. Bu ismin manastırın kurulduğu koyu renkli Karadağlar’dan geldiği düşünülmekte fakat Sumela kelimesi buradaki Meryem tasvirinin siyah rengine bağlanabildiği de söylenmektedir.
Sumela Manastırı’nın 18. yüzyılda bir çok bölümü yenilenmiş, bazı duvarlar fresklerle süslenmiştir. 19. yüzyılda büyük binaların ilave edilmesiyle manastır muhteşem bir görünüm kazanmış, en zengin ve parlak dönemini yaşamıştır. Bu dönemde son şeklini alan manastır pek çok yabancı seyyahın ziyaret ettiği, yazılarına konu edilen bir yer haline gel-miştir. Trabzon’un 1916-1918 yılları arasındaki Rus işgali sırasında manastıra el konulmuş, 1923'den sonra tamamıyla boşaltılmıştır.
Bir diğer efsane
Bizans İmparatoru Theodosius (379-395), Patrik Nectarius'u, yanında iki keşişle birlikte huzura kabul etmişti.
"Keşiş Barnabas ve Sophronios 385 yılı Ocak ayında günlük işleri tamamladıktan sonra, akşam duasına da katılarak odalarına çekildiler.
Barnabas manastırın kütüphanesinden aldığı çok az sayıda bulunan kitaptan Meryem Ana'yı ve İsa'nın doğumunu okuyordu. Yavaş yavaş üstüne bir rehavet çöktü, gözleri kapandı ve başı yatağının üstüne düştü. Ne kadar süre geçtiğini anlayamadı ama birden odası bir ışıkla aydınlandı.
Karşısında İsa'nın öğrencilerinden Aziz Luka duruyordu. Kollarında üç ikona tutuyordu.
Birinde kucağında İsa'yı taşıyan Meryem Ana resmi vardı.
"Barnabas, bu ikona şu anda Karadeniz kıyısında Trebizond'da (Trabzon) Santa Maria Kilisesi'nde bulunmaktadır. Kalkıp oraya gideceksin.
Sana zor bir görev veriyorum. Göstereceğim yere manastır yapacaksın. Şimdi gözlerini iyi aç ve dikkatle bak." Barnabas dik yamacı olan yeşillikler içindeki dağları görünce, Aziz Luka sordu, "Gördün mü?"
"Evet efendimiz,"
"Şimdi sana manastırın tam yerini göstereceğim."
Birden önünden dağlardan birinin yamacı aydınlandı ve bir süre sonra da manastır şeklini aldı. "İşte bunu yapacak ve ismini Sumela koyup içine bu ikonayı yerleştireceksiniz."
Birden ışıklar söndü ve Aziz Luka gözden kayboldu.
Barnabas yere kapandı. Ona yüce bir görev verilmişti. Ertesi gün bunu baş keşişe anlatmaya karar verdi.
Sabah duasından sonra baş keşişin yanına yanaşarak, "Sizinle çok özel bir konuyu görüşmek istiyorum efendim," dedi. "Önce Sophronios'la görüşeceğim. Daha sonra seninle," dedikten sonra yürüyerek kendi odasına gitti.
Barnabas kapının önünde beklemeye başladı. Sophronios çıkınca içeri girdi. Gece gördüklerini baştan başlayarak anlattı. O anlattıkça baş keşişin şaşkınlığı giderek artıyordu. Barnabas sözünü bitirince baş rahip, "Bana Sophronios'u çağırın," dedi.
Sophronios içeri girince her ikisine de,
"Şimdi karşıma oturun ve beni iyi dinleyin.
Dün akşam her ikiniz de aynı rüyayı görmüşsünüz. Anlaşıldığı kadarıyla Aziz Luka sizi bir manastır inşa etmek üzere görevlendirmiş.
Bunu yerine getirmek mecburiyetindesiniz. Şimdi yazacağım mektupla Konstantinopel'a Patrik Nectarius hazretlerine gideceksiniz. Ona da anlatacaksınız. İmparatorumuzun izni gerekmektedir. Patrik hazretleri bunu sağlar düşüncesindeyim".
Ertesi gün Konstantinopel'a gitmek üzere yola düştüler..."
Patrik, "... Ayrıca kayıtlarımızı incelediğimde Trebizond'daki kilisemizde bu ikonanın olduğunu gördüm. Durumu size arz etmek için onları alıp geldim," diye devam etti.
Theodosius sordu. "Trabzon'a gittiğinde rüyanızda gördüğünüz yeri bulabileceğinize emin misiniz?"
Barnabas, "Majeste Aziz Luka bize o yeri o kadar net gösterdi ki karıştırmamız mümkün değil," dedi.
"Patrik hazretleri, bu konuda elimden gelen desteği vereceğim. Bunun için yarın Keşiş Barnabas ve Sophronios Trabzon Valisi'ne yazacağımız mektubu alsınlar. Kendilerine maddi ve manevi her türlü destek verilecektir. Valilik aracılığıyla çalışmaları izleyeceğim. Amisos'a (Samsun) düzenli posta seferleri var. Onlarla yola çıksınlar. Gerisini Amisos bölgesi yöneticisi halleder."
İlgili ofisten imparatorun mektup ve emirnamelerini teslim alan iki keşiş patriğe veda ederek bir hafta sonra yola düştüler. Trabzon'a varmaları bir buçuk aylarını aldı. Valiyi ziyaret ederek mektup ve emirnameleri teslim ettiler. İmparatorun emri gereğince bir haftalık hazırlıktan sonra her iki keşişin yanına elli kişi verildi. Gerekli malzemeler arabalara yüklendi ve manastırın yapılacağı yeri bulmak için yola çıktılar.
Sanki onlara bir güç yardım etmekteydi. Sonunda (Bugün Trabzon'un Maçka İlçesi Altındere Köyü yakınındaki) Panagia Deresi'ne ulaştılar. Derenin batı yamacına baktıklarında rüyalarına giren Mela Tepesi'ni gördüler. Manastırı kuracakları yeri bulmuşlardı. Artık işe başlama zamanıydı. Kayaları kazarak (denizden 1.150 m yükseklikte) manastırı kuracaklardı.
Hummalı bir faaliyet başladı. O günün teknolojisine göre kayaları delmek çok zordu.
Yılmadılar ve işe koyuldular. İmparatordan gelen emir üzerine hemen dere kenarına neredeyse çeşitli barakalardan müteşekkil küçük bir şehir kuruldu ve çalışanların sayısı beş yüzü buldu. Dokuz yıl boyunca yapılan çalışmalardan sonra sadece kayaların içinde bir kilise bölümü hazırlanabilmişti. Küçük bir mutfak ve yatma yerleriyle ilk Panagai Sumela veya Theotokos Sumela veya Sümela Manastırı kurulmuş ve din adamları olarak da Barnabas ve Sophronios görevlerine başlamışlardı. (Radi Dikici, Büyük Theodosius, s.190,191)
Karadeniz Rumları arasında anlatılan bir efsaneye göre Atina'lı Barnabas ile Sophronios adlı iki keşiş aynı rüyayı görmüşler; rüyalarında, İsa’nın öğrencilerinden Aziz Luka’ın yaptığı üç Panagia ikonundan, Meryem'in bebek İsa’yı kollarında tuttuğu ikonun bulunduğu yer olarak Sümela'nın yerini görmüşler. Bunun üzerine birbirlerinden habersiz olarak deniz yoluyla Trabzon'a gelmiş, orada karşılaşıp gördükleri rüyaları birbirlerine anlatmış ve ilk kilisenin temelini atmışlardır. Bununla birlikte manastırdaki fresklerde sıkça yer alıp, özel bir önem verilen Trabzon İmparatoru III. Aleksios'un (1349-1390) manastırın gerçek kurucusu olduğu sanılmaktadır.
14. yüzyılda Türkmen akınlarına maruz kalan kentin savunmasında ileri karakol görevi üstlenen manastırın statüsünde Osmanlı fethinden sonra bir değişiklik olmamıştır. Yavuz Sultan Selim'in Trabzon’daki şehzadeliği sırasında buraya iki büyük şamdan hediye ettiği bilinmektedir. Fatih Sultan Mehmed, II. Murat, I. Selim, II. Selim, III. Murad, İbrahim, IV. Mehmed, II. Süleyman ve III. Ahmed'in de manastırla ilgili birer fermanları bulunmaktadır. Osmanlı döneminde manastıra sağlanan imtiyazlar, Trabzon ve Gümüşhane bölgesinin İslamlaşması sırasında özellikle Maçka ve kuzey Gümüşhane'de Hristiyan ve gizli Hristiyan köyleri ile çevrili bir alan oluşturmuştur.
18 Nisan 1916’dan 24 Şubat 1918’e kadar süren Rus işgali sırasında Maçka civarındaki diğer manastırlar gibi bağımsız bir Pontus devleti kurmak isteyen Rum milislerin karargahı olmuş, nüfus mübadelesi ile bölgedeki Hristiyanların Yunanistan'a gönderilmesinin ardından önemini yitirerek T.C. Kültür Bakanlığı tarafından yakın zamanda onarılana dek kaderine terk edilmiştir.
Yunanistan'a mübadele ile göçen Karadenizli Rumlar Veria kentinde Sümela adını verdikleri yeni bir kilise inşa etmişlerdir. Her yıl Ağustos ayında tıpkı geçmişte Trabzon Sümela'da yaptıkları gibi yeni manastırın çevresinde geniş katılımlı şenlikler düzenlemektedirler.
2010 yılında Türkiye Cumhuriyeti Hükûmeti'nin izni ile Hristiyanlarca Meryem Ana'nın göğe yükseliş günü olarak kabul edilen ve kutsal sayılan 15 Ağustos günü 88 yıl aradan sonra ilk ayin düzenlenmiş, ayini İstanbul Rum Ortodoks Patrikhanesi Ekümenik(Katolik,ortodok ve Protestan birliği, yani Hristiyanlara göre evrensel, bazılarına göre dinler arası birlik-ki doğrusu bu) Patriği I. Bartholomeos yönetmiştir.
Kilise içinde Meryem figürleri Gürcülerin kullandıkları Gürcü Madonna şeklinde resmedilmiştir.
Asıl kilisenin apsis(yatay) kısmında, güney duvarında yukarıda Meryem'in doğuşu ve mabede sunuluşu, tebliğ, İsa'nın doğuşu, mabede sunuluşu ve hayatı, altta İncilden resimler.
Güney kapısında Meryem'in ölümü ve havariler.
Kilisenin doğuya bakan yukarı kısmında 2. sırada Genesis, Ademin yaratılışı, Havva'nın yaratılışı, Tanrı'ın tembihi, İsyan (Adem ile Havva'nın yasak meyveyi yemeleri), Cennetten kovulma. 3. sırada: Dirilme, Thomas'ın şüphesi, Kabirde bir melek, Nikaia (İznik) konsili.
Apsis (yatay) kısmının dışında, yukarıda Mikail, Cebrail bulunmaktadır..
Benim dinlediğim söylenceye göre de; Anadolu’daki Tüm Karadeniz toprakları Sohum’a dek coğraya Lazlar’ın kadim toprakları. Laz kralının 3 güzel kızı varmış. Çok güzel oldukları için “Üç güzel” diye seslenirmiş: “Sum(üç), ela(güzel). Kızlarının başına güzellikleri bela olmasın diye, kral onları korumak için, M.Ö, ulaşılması- tırmanması zor yüksek bu kayalıklara saray yaptırmış ve adına da “SumEla” koymuş. M.S’da Bizanslılar bu saray ekumenik din merkezi olarak kullanmaya başlamışlar..
Çevre kirliğinin Karadeniz boyutu
Altındere vadisi’ne giriş ücretli. Belli ki Sümela ve çevresi “Ulusal Park” ilan edilmiş veya düşünülmüş. Düşünülmüş diyorum çünkü bu bağlamda gerekli ve olması istenen duyarlılığı göremiyorsunuz. Uzay turizm çağı başladı başlayacak, ülkem uluslararası Evrensel turizm İlkelerine temel oluşturan projeleri yaşama geçiremediğimizdendir ki; Doğu Karadeniz ulusal turizm sürecini başlatamamış. Aslında bizde doğa tarihi kendisini yok etmemiş, fakat uygarlıkların tarihini koruyamamışız, Kemer köprüler dışında, tarihi kale duvarlarını evimizin duvarlarına dönüştürmüşüz..Düşünün vadi ve çevresine adını veren Altınderesi'nin iki yakası üzerine 2 adet tuvalet konuşlandırılmış..Arıtma tesisi mi dediniz, güldürmeyin..Tıpkı Boğazın içine eden boğaz köprüleri gibi bunlarla da Altınderesi'nin içine ediyoruz, çünkü tuvaletler fosseptik mi-ki o da sızdırır- olup olmadığını soruyorsunuz, direkt dereye verdiklerini söylüyorlar.. “Doğru denize Akayı da..”..Kardeşim gakar akmasına da, gün gelir torunun torununa döner o pislik..Bak kardeşim, yukarıda alabalık çiftlikleri oluşturmuşsunuz, tuvaleti de balık çiftliğnin üzerine oturtsa..” hemen parlıyor, “Olur mu bok akayı..” “Aşağıya gül suyu akmıyor, oraya da mok akayı.. Hiç değilse dere yatağına uzak bir foseptik kuyu açın, sonra vidajonlerle Trabzon kanalizasyonuna boşaltın, size her tuvalete lokal arıtma tesisi yapın demiyoruz..”..Tüm bunlar işletmeciye anlatyoruz İsmail Bayramla, sıkılır gibi olduğunu fark etim, dereden aldığı su borularında tıkama olmuş, onu düşünüyor.. Her ne ise Manastıra az kaldı derken manastır girişinde bulduk kendimiz dönemeç sonrası. Doğanın o muhteşem kokusu kendimize getirdi. O da ne karşımıza yine tepe konuşlandırılmış tuvalet, aşağıdakileri sulara, buradakini de çimenlere.. Önlem alınırsa bırak kana-kana içtiğimiz berrak dere sularını, dağlardan süzülen pınarlardan da içemeyeceğiz..
Gümüşhane Karaca Mağarası ve Laz Canca Kalesi
Heyelan nedeniyle; Of-Uzungöl yolunun kapalı olduğu söylendi. Bu neden 6.günün “Uzungöl” gezisi “Gümüşhane, Karaca mağarası ve Acısu Yayla Gezisine” dönüştürüldü. Saat 11’de Gümüşhane’deyiz. Vali Muavini de bize eşlik ediyor. Doğu Karadeniz’in engebeli coğrafyası ile iç içe. Harşit Çayının Zigana ve Gümüşhane dağları arasında açtığı vadi boyunca kurulmuş. Benim kökenimin-boyumun-soyumun geldiği yer. Elma bahçeleriyle ünlü kent, fakat o güzelim elma bahçeleri yapılaşmaya açılmış. Doğrusu, sadece deniz kıyılarına değil dere kıyılarına, yani vadi tabanları bir yana dere yataklarına dek inmiş yapılar, ilginç olanı birinin tabliyesi kitap sayfası gibi düşmüş.. Sanayisi yok, fakat ilginç bir tesisi var; ucuz emeği değerlendirme adına ABD patentli tekstil ürünlerini diken ve Amerika’ya gönderen büyük bir özel terzihane var..Bir de Tansu Çiller’in açılışını yaptığı Kuşburnu, pestil ve tatlı küme işletmesi var. Bitişiğinde de Tanju Çiller parkı..Park bakımı ülkemiz bakımı ile hiç örtüşmüyor, resmen çok bakımlı.. Burada da tarıhı yapılar yok gibi. Hani diyelim ki uygarlık gelmedi bu nedenler tarıhı kalıntılar yok; yok böyle bir şey kutuplar hariç gezegenimizin her yerinde uygarlıklar konuk edilmiş. Sadece toprakla bütünleşmiş benim soyumun-boyumun kalesi “LAZ CANCA KALESİ” kalıntıları var, kesin restore edimesi gerek. Kaleye çıkış yapacaktık fakat Vali bey dönüşte deyince öteledik, dönüş geç oldu karanlık çökünce ben de Vali yardımcısına…sersenişte bulundum..Canca beyliğine ait kale. Trabzon İmparatorluğu fethedilirken padişah ferman çıkarıyor “Trabzona Tekfürler, hatta Akkoyunlular ve bazı Türkmen beyleri yardım ediyor, bize yardım edecek beylere haber salın..” Canca beyliği 10 bin ordusuyla Osmanlı’ya yardım ediyor, savaş sonra Doğu Karadeniz bu beyliğe bırakılıyor, bir kısım Canca askerini de Yeniçeri ocağın Çorbacı biriminde görevlendiriliyor. Soyadı kanununda bir kısmımız Canca, bir kısmımız Çorbacı soyadını alıyoruz..
Türizm önemine sahip tek yer yakın zamanda bulunan “Karaca Mağarası”..Karaca mağarası, her derin mağara gibi Sarkıt-Dikitlerden oluşan büyüleyici bir yer.. Müthiş, büyüleyen, oluşum. Işıklandırma gizemli bir ürperti veriyor renkli sarkıt ve dikitler. 8.5 km’lik düşler yolu adeta..Bu olağanüstü güzelliği bir anda görme duygusuna kapılıyorsunuz, sonra sakinleşerek bu ihtişamı izliyor ve görselliyorsunuz. Görsü(hayal) olabilir korkusuyla heyecandan makineye film makarası takmakta elim ayağıma dolanıyor, adeta düş tarlasında kriz geçiriyorsunuz..Tekrar gelme umuduyla sakinleşiyor ve görsel doyum baskısından kendimi kurtarıyorum. Yeri; Gümüşhane'nin Torul ilçesine bağlı Cebeli köyü içerisinde. Birileri ben buldum yarışındaymış. Doğrusu 1987 yılında keçisini kaybeden çoban buluyor ve arkadaşına söylüyor, ardından Jeoloji Mühendisi Şükrü Eroz derinleri bulgulamış. Yeni açılmış. Biz biraz daha erken gelsek belki de mağaraya ilk giren olacağız. Mağarada damlataşı şekilleri, sarkıtlar, dikitler, sütunlar, org desenli duvarlar, mağara çiçekleri, mağara incileri ve traverten basamakları gibi birçok doğa harikasını bir arada görebilirsiniz. Ayrıca Karaca Mağarasının havası astım hastalığı başta olmak üzere birçok solunum hastalığına iyi geebilirmiş. Karaca Mağarası, denizden 1550 m yükseklikte, şehir merkezine ise 17 km uzaklıktadır.
Karaca Mağarası'nın yöre sakinlerinden Jeoloji Mühendisi Şükrü Eroz tarafından 1983 yılında bulunmuş ve 1995 sonlarında da turizme açılmış.
Karaca Mağarası; doğanın evrensel orun’u, yani evrensel makamı gibi adeta.. Gümüşhane- Trabzon yolunu 14.km’de terk edip, tehlikeli ve dahi bozuk yol sonrası (7 km) karşınıza çıkıyor. Şu an valilik bakıyor. İl Özel İdaresi’ne devredilecekmiş. Özel İdare bence bu benzeri alanlarda yetersiz. Bana göre Turizm Bakanlığı ve Yerel Yönetim birlikteliğinde değerlendirilmelidir, çünkü yatırım ve hizmet bağlamında yöre turizminin canlanmasını ivmelendirecektir.
Karaca Mağarası damlataşı oluşumları bakımından çok zengindir. Mağara içerisinde sarkıtlar, dikitler, sütunlar, org desenli duvarlar, bayrak şekilleri ve perde damlataşları, mağara çiçekleri, mağara incileri, fil kulakları, traverten havuzları, traverten basamakları, ayrıca mağara gülleri damlataşı havuzlarının kenarlarından hatta havuzlardan çıkan küçük dikitlerin üzerinden oluşmuştur. Mağarada damlataşı havuzları büyük boyutlara ulaşmıştır. Özellikle mağaranın son bölümlerinde bu havuzların derinliği 1 m'yi bulmaktadır. Mağara içerisinde beyazdan laciverte kadar çeşitli renklerdeki travertenlerin varlığı ise travertenleri oluşturan suyun içerisindeki demir ve magnezyum gibi erimiş minarel maddelerinin çok yoğun olduğunu göstermektedir.
Mağara yatay yönde gelişme göstermiş, elipse benzeyen dört ayrı salonun birbirine birleşmesinden meydana gelmiştir. Bu salonlardan ikisi çatlak sistemlerinden sızan suların oluşturduğu duvar damlataşları ile ikiye bölünmüş ve salon sayısı altıya çıkmıştır. Mağaranın girişi bir insan boyu yükseklikte başlayıp içeriye doğru gidildikçe bir huni şeklinde genişlemektedir. Karaca Mağarasını bir bütün olarak ele aldığımızda giriş noktasından en uç noktaya 105 m uzunlukta olduğumuzu görürüz. tavan yüksekliği ise ortalama 18 m'dir. Mağaranın toplam iç alanı ise 1500 m2'dir.
Karaca Mağarası içerisinde akarsu bulunmamaktadır. Ancak tavandaki çatlaklardan sızan sular çeşitli damlataşı şekillerinin oluşumuna günümüzde de devam etmesine olanak sağlamıştır. Ayrıca mağara içerisinde traverten havuzları ve birkaç gölcük bulunmaktadır. Bu gölcüklerden üç ve dört numaralı salonların girişindekiler zengin su varlığına sahiptir.
Dünya yalnızken, doğasını nasıl örgün(Düzenli, planlı) örüyor..Evet, insan yalnızlığında dünyan doğası ne kadar dingin ve düzenli oluşuyor. Ne zaman ki insan ayağa kalktı-devreye girdi dünyanın doğası dengesini bozar oldu..Karaca mağarası da böylesi bir tedirginlik yaşıyordur..
Herkes Gümüşhane’deki dünyanın bu gizemli evrensel orununa ‘adeta gizli cennet’ derken bir yerde dünyanın en yakışıklı ülkemizin bir cennet olduğunu bilerek veya bilmeyerek vurguluyordu. Evet ülkemizin altıda üstüde cennetin izdüşümü. Fakat bu cennetin izdüşümünü cehenneme çevirenler var. Türbanla davalara girmek isteyen 2 avukatı İl barosuna kaydetmeyen Gümüşhane Barosu Başkanı Ali Günday, Osmaniye’den gelip bürosunu basan Yobaz İzzet Kıraç tarafından katledişini (3 gün önce) anlatıyor. Evet güdümlü türbanlı yobazlar Akit gazetesinde şiddetle savunuluyor, sonrasında da bu saldırı meydana geliyor; bu denli rastlantı olamaz. Ve yobaz ilk ifadesinde Akit gazetesi kendisini tetiklediğini itiraf ediyor..
İzzet Kiraç denen deliyi, halkın dediğine göre Sarı Çiçek köyünden birileri ağırlıyor ve ötele yerleştiriyor, otelde 1 hafta kalıyor, Refah partili bazı kişiler de ziyaretine geliyor.. Ali Günday sağ görüşlü olmasına karşın çağcıl bu duyarlılığı gösteriyor, fakat sağ görüşlülüğün yobaz kesimi buna tahammül edemiyor ve 2 çocuk babasını sevdiklerinden koparıyor.. Gümüşaneli asla yobazlığa izin vermez, aydın insanlar ağırlıklı. Bayburt ve Erzurum için aynı şeyi söyleyemeyiz.. Gerçekten Ülkem nereye sürükleniyor?!
Yaylalar.. Yaylalar ve yaylaların yaylası-Acısu Yaylası
Saat 14’te Karaca Mağarası’ndan ayrıldık. Gümüşhane dağlarındaki zorlu virajlardan süzülüp, Trabzon Belediye Başkanlığı yapan Orhan Karakullukçu’nun köyünden tekrar Ziganalara tırmanmaya başladık. Maceralı yolsuluk saat 16’da Acısu Yaylasında son buldu. İnsanın düşlerinde bile şekilendiremediği şahane bir görünüm. Hala dokunulmamış yayla evlerinin yarattığı doğa ile bütünleşmiş otantizm izliyerel konaklayacağımız vadideki yayla tesislerine doğru inişe geçtik. Görselliğn ihtişamı korku duygusunu yok etmişçesine gözler tehlikeli dönemeçleri izlemekten vazgeçmiş, tutuku sonsuzluğunda doğayı izlemeye bırakmış kendisini..
Bu coşkulu duygularla vadiye 30 dakikada inebilmişiz. Elimdeki fotoğraf makinesini her nesneye, objeye doğrulttuğum için film makaram bittiğinde makineye takmayı ihmal etmemin cezasını çok pahalı ödedim. Vadiden aşağı inerken karşı yamaçta koyun sürüsü, sıcaktan sıralı durmuşlar. Öylesine bir sıra ki adeta piyade okulu öğrencileri gibi birbirine eşit mesafede beyaz tespih tanesi gibi dizilmişler. Hemen biten makarayı değiştirmeye çalıştım, o da ne yedek makara yok. Benden başka fotoğraf çeken olmadığı için bu şahane görüntüyü çekemedim, eğer çekseydim yemini billah ödül alırdım..Bizi izleyen otobüs yok. Minübüs sürücümüz candan insan İsmail Topaloğlu, keskin dar virajları dönemiştir yolcularla tehlikeli olur diyerek bizi bıraktıktan sonra yolcuları 2 seferde vadiye indirdi..Mangal nefisti.
Kısa bir dinlenceden sonra tekrar yola revan olduk. Hayli geciktik, bir gurup Acigöl’e devam etti, bizler çocukların yorgunluğu nedeniyle Zigana Tatil Köyü’ne dönüş için ayni tehlikeli tırmanışla. Hani, düşlerinde romantizmi yaşatanlar, duygularının bir yerinde bulutlar üzerinde gezerler ya, biz bu bulut üstü düşü resmen yaşıyoruz. Gerçekten bulutların üzerindeyiz. Romantizmi yaşayanları bulutların üzerinde görmedik ama, bulut denizinin doyumsuz yoğunluğu ile Zigana’nın 3035 zirvesinde kartopu yaşamanın coşkusunu yaşadık…
Bakımsız Zigana kayak merkezini geçerek belli bir süre sonra tatil köyümüze vardık Tatil köyüne bu sefer kuzeyden geldik. Bir önceki gün yaşadığımız tırmanış bizi hayli korkutmuştu, fakat bugün yaşadığımız korku dolu serüven bize önceki korkuyu arattı, yani ilk tırmanış bize otoban gibi gelir oldu. Bu gösterdi ki doğa bize salt yaşama sevinci ve değer bilme duyarlılığı kazandırmıyor, aynı zamanda güçlükleri aşma yürekliliği de kazandırıyor..Kaçımız bu şansı yakalarız ki yaşamda..
Alabalık, kaygana/kuymak ve benzer otantik yiyecekler, müzik ve ardından kolbastı..
Uzungöl’deki kirlilik ve düşündürücü minik öykü
Yedinci gün çeşitli değerlendirmelerden sonra Uzungöle gitme kararı verildi. Ofa’a gelindi. Oftan Çaykara’ya yönelildi. Çaykara benim hala tanımadığım-tanışmadığımız Şentürkler-Şengüller soyadlı akrabalarımın memleketi..Yol çalışması nedeniyle otobüs bırakıldı, bir minübüs alınrak yola çıktık. Haldizen deresini paralel-paralel izliyoruz, o ise bizi karşılıyor, yani denize yol alıyor.. Karadeniz yolları dar, bu nedenle heyelan önleme çalışmalarıyla yol genişletme çalışmaları yaılıyor. Karadeniz yollarının bir yani deniz, bir yani dere, bir yani ‘bir teker dışarıda’ uçurum, sürücüler bu yolların acemisi ise kesin kaza yapıyor, fakat yöre sürücüsü yel gibi gidiyor..
Karadeniz doğasının coşku veren güzelliği ile yaşamak adrenali yüksek bir derüven..Saat 12.30 Uzungöldeyiz. Doğa dostu Dursun Ali İnan’ın kendi adındaki tesislerindeyiz. Bir yöre insanı olarak Dursun Ali İnan’ı alkışlamamak hata olur. Bir doğa aşığı böylesi yöre insanlarına gereksinim var, çünkü saldırganlar fırsat ve ortam kolluyor. Bu ortamı onlara vermeyen bir kimlik İnan. Gerçekten doğanın dğrusu Doğu Karadeniz’in böylesi çevre dostunu evrensel bir yurtsever olarak görmeli. Bu yörede böylesi doğa bekçilerinin ikisine rastladı; bir Uzungöl’u bekleyen Dursun Ali İnan, diğeri Zigana’yı bekleyen Hüseyin Celep.. Dursun Ali İnan tesisleri de, ahşaptan veya organik yapı malzemeleri kullanılarak yapılan Bungalov tipi evler..
Uzungöl’de doğası ve doğanıyla her şey güzel de, birkaç şey güzel değil, eğer bu birkaç şeyin önü Dursun İnan duruşlarıyla durdurulmaz ise, Uzungölü yaşanılır olmaktan çıkarır..
Nedir bunlar?
Birincisi; Uzungöl’e ilgi artınca motel sayısı patlama yapmış; uzungöl sakinleri de evlerini pansiyona çevirmiş. Gözlemlediğim kadar kanalizasyon altyapısı yetersiz. Yoğunlaşan yapıların pissu bağlantıları, fosseptik, çoğu da göle yapılmış. Kısacası göl her gün kirleniyor.. Doğu Karadeniz’in simgesi yeşil ve mavidir. Sürekli birbirlerine eşlik ederler. Onları ayıramazsınız birbirinden. Yeşil örtü altındaki Uzungöl’ün duru mavisi yüreğine ayrılık korkusu düşmüşçesine tedirginliği yaşadığı yetmezmiş gibi bir de bataklık bitkilerinden sazlar hançer gibi yüreğine saplanmış..
Tedirginliği ihanetin acısıyla düşyıkımına (hüsrana) dönüşmüş. Evet kirlilik nedeniyle oluşmuş bataklık, gölün önce duru mavisinin rengini bozarak, bataklık bitkisi sazlarla yeşilin maviye ihanetini yaşatmış adeta. Balıkları azaltıp sivrisinekler çoğalmış son 3 yıldır. Kanalizasyon inşası başlamış, gölü kirleten pissudan gölü kurtarma adına fakat o pissu-atık su Haldizen deresine verilecekmiş.. Proje anlayışına bakar mısın; bir doğa değerini kurtarırken, bir başka doğa değerini kirletiyor.. Proje amacı doğanın tüm değerlerini korumak, bu da arıtma tesisinden geçiyor…
İkincisi; Yöre insanlarının Uzungöl zenginliğini farklı eksenlere kaydırmaya çalıştıklarını gözlemliyorsunuz… Din eksenli bir sürecin işletildiğini söylemek istiyorum..Ülkemiz kıyı bandlarında çok az rastladığımız tesettürlü insanların(türbanlı-sakallı) her geçen gün arttığını öğrendik. Ziyaretçilerin çoğu 41-42-52 plakalı araç sahipleri. Pansiyon konuklar genelde tesettürlüler, adeta; “benim için değerli bu yeşiller, doğa yeşili sizin olsun” der gibiler..Onun ilahi yeşilliği beni ilgilendirmiyor, önemli olan doğa yeşilini ve mavisini beraber paylaşmak. Fakat onlar öyle düşünmüyor, o yeşil de bu yeşil de benim dercesine tepkililer..
Pansiyonlar daha ucuz olur diye oralarda kalmayı düşündük. Pansiyon sahibiyle fiyatta anlaştık. İçki bulunur mu diye sorunca beklenmedik bir tepkiyle karşılaştık; “Töbe-töbe, arkadaş burası din yatağı, ne içkisi!” demesin mi..Uzungöl çevresinde hayli Rumca konuşulur. Takkeli, sakallı pansiyon sahiplerin hepsi de Rumca konuşabiliyormuş. Aklıma kadim toprak belledikleri yöreyi mubadelede terk etmemek için bir kısmının İslamiyet'i kabul ettiklerini duymuştum..Kraldan kralcı olmaları acaba bundan…. Anlayacağınız adamın yanıtı; sizde ister istemez Uzungöl ve çevresi gizli ve amaçlı, modernizm karşıtı fundamentalist platform haline getirilerek, uzun vadedeki düşler mi hedefleniyor?
Ankara’dan çıkışımızı 8.günü, Temmuz’un 5’i, günlerden de Çarşamba.. Trabzon kentini gezeceğiz. Kaleleri, Ayasofya Kilisesi- Müzesi, Atatürk köşkü ve de Sarp kapısı sonrası yaygınlaşan Rus pazarlarını, korkudan kesin Nataşalara bakamayacağuz..
Atatürk Köşkü
Köşk Trabzon’un, en varlıklı Rum sanayici, bankacı işadamlarından biri olan Konstantin Kabayanidis 1890 yılında yaptırıyor. Fransa-Marsilya’dan getirttiği yapı elemanları ve malzemeleri ile köşkü zamanın en iyi ustalarına ve mimarlarına yaptırmış..Bahçe içinde mavi turkuazlı camekanlı müştemalat süreç içinde yıkılmış.
Bu bölgenin adı “Boztepe-Soğuksu”. O dönemlerde yaşayan gayri Müslim ailelerin bölgesi. Kostaki, Kabayanidis, Gülgeryani, Vistiripolis, Çillioğlu, Dr.Midyat bu bölgenin en tanınmış aileleri… Onlardan kalan ve hala ayakta olan köşkler, konaklar günümüze kadar gelebilmişlerdir. Bunların en bilineni; Atatürk köşkü..Köşkü anlamlı kılan; bütün mirasını da Türk halkına bu köşk de bağışlası…
Kostaki ve Kabayanidis aileleri en varlıklı ve akraba olanlar. Kendilerine yaptırdıkları muhteşem konakları beğenen diğer varlıklı Rum aileler Soğuksu’yu yaptırdıkları konak ve köşklerle cazibe merkezi haline getirmişler..
Rivayet o ki Kostaki ve Kabayanidis birbirlerini hiç çekemezlemiş. İlginçtir, ikisi de soğuksudaki en muhteşem konaklara sahip olmalarına karşın birbirlerini görmemek için şu anda kullanılan köşke çıkış yolunu Kabayanidis, iniş yolunu da Kostaki yaptırmış.
Bence kesin korumaya alınmalı, çünkü görmedik fakat; özellikle Fransa’dan getirilen eşyalar, sanatsı mobilyalar ve tablolar depolarda tıka basa bekletilmekteymiş, bunlar fırsat kollayan antika avcılarından kollanmalıdır. Şu an köşk içindeki eşyalar insanı büyülüyor, bunların özenle korunması gerek; ille de salondaki türkuaz avize..
Evet; 1934 ve 1937 yıllarındaki Trabzon ziyaret eden Atatürk’e Trabzon’u terk eden Rum tüccarından alınarak hediye edilmiş bu köşkte Atatürk topu-topu iki gün kalmış. Gerçekten köşk devasa olmasa da ince, naif bir mimari uslupla yapılmış büyüleyici görünüme sahip. Köşk, Soğuksu semtinde küçük bir çam korusu içinde etkileyici bu güzelliğiyle sizi karşılıyor. 1923'ten sonra hazineye kalmış. Atatürk'ün ölümünden sonra Trabzon belediyesi tarafından o dönemde kullanılan eşyalarla dekore edilerek "Atatürk Müzesi" olarak ziyarete açılmıştır… Zaman zaman tadilat dolayısıyla kapatılan köşk haftanın her günü ziyarete açıktır.
Ayasofya Kilisesi- Müzesi ve Kalesi
Ayasofya Kilisesi, öncesi ve sonrası var, ilk öncesi elbet Kilise fakat Fatih Sultan Mehmet’in 1461’de Trabzon’u fethinin ardından Kilise olarak korunmuş, fakat 1584 yılında III. Murad emriyle camiye dönüştürülüyor ve freskler ahşapla kaplanıyor. Cami, restorasyon çalışmasının ardından 1960’a dek Cami olarak kullanılan Ayasofya Kilisesi 1964’te Müze olarak hizmet vermeye başlıyor. Ayasofya’nın anlamı ‘Kutsal bilgelik (Hagi Sophia)’ imiş. Dahası; Ayasofya sözcüğünde "aya:kutsal, azize", "Sofya: bilgelik" demekmiş. Trabzon Ayasofya veya, eski kent surlarının 1.8 km batısında ve Karadeniz sahilinden yaklaşık 100 m içerde, Trabzon imparatoru I. Manuel (M.S:1238-1263) tarafından 1250 – 60 yılları arasında daha eski bir dini yapının yerine inşa ettirilmiş…
Yetersiz tarih bilgime göre; Roma İmparatorluğu 395'te yıkılınca Doğu Roma İmparatorluğu (Bizans İmparatorluğu) ve Batı Roma İmparatorluğu doğuyor. Batı Roma’nın Başkenti Roma. Bu Batı Roma İmparatorluğu 5. yüzyılda Germen kabilelerinin İtalya'yı istila etmesi sonucu yıkılıyor. Başkenti İstanbul olan Doğu Roma İmparatorluğu ise, bin yılı aşkın süre varlığını sürdürüyor. Tariçilere göre Germen saldırısı sonrası Batı Roma İmparatoru I. Constantinus'un başkenti, Roma'dan bugünkü İstanbul'a taşıyor ve Doğu Roma İmparatorluğu ile bütünleşiyor ve de Roma İmparatorluğu'nun devamı şeklinde var olan ve başkenti Konstantinopolis (günümüzde İstanbul, önceleri Byzantion) olan Bizans İmparatorluğu doğuyor.
4. Haçlı seferi sırasında; bugünkü Lazio bölgesinde yaşamış olan eski bir İtalik halk olan Latinler (Zamanla etnik bir terim ve hukukî bir kategori haline gelmiş Latin halkları-Latin devletleri) tarafından 1204’te İstanbul, işgal ediliyor. Parçalanan Bizans İmparatorluğu'nun diğer yerleri Haçlı önderlerin yönetiminde Latin devletleri haline geliyor. İstanbul işgal edilmesinden sonra kaçan ve Gürcistan Kraliçesi Tamar'ın da desteğiyle Trabzon'da 1204 yılında Trabzon İmparatorluğu'nu kuran Komninos Hanedanı'ndan İmparator I. Manuil Komnenos (1238-1263); İstanbul’daki Ayasofya Kilise Latinlerce Katolik katedraline dönüştürülünce, kendini Doğu Roma İmparatorluğu’nun yasal mirasçısı olarak gördüğü için, bir manastır kilisesi olan kilisey, 1250-1260 yılları arasında İmparatorluk kilisesi olarak Trabzon Ayasofya Kilisesine dönüştürüyor.
Kilise de Fresk (Madensel boyalarla resim yapma) yöntemi ile yapılan duvar resimlerinin çoğu deforme edilmiş, yani kazılarak orijinalitesi bozulmuş. Bunu dinsel bağnazlığın yarattığı tepkilerle, biz de yapmışız, Ortodoks mezhebindeki farklı yaklaşımlar bütününde Hristiyanlar kendileri de yapmışlar. Bunun yanında amaçsız değer bilmezlikten kaynaklanan karalamaların da tarihi yapıları ve değerleri her gün yok ettiğini söyleyebiliriz . Örneğin, Sumela Manastırı’nda ilgilimi çeken şey; - "Bir çirkinliği ilk defa sevdirerek, kafamdaki saplantıyı yok etmesi açısından benim için önemli idi”-. Usunu gerektiği gibi kullanamadığı için zor ehlileşen yaban kuşu "Angut'un" salt bizde yaşadığını düşündüm. Sumela duvar resimleri üzerinde "Yorgo- Dimitri-Alex" ve benzeri "Duvar Edebiyatı Versiyonlarını" görünce angutun her yerde yaşadığına inandım.
Trabzon Doğu Bizans İmparatorluğu Mu Lazistan(Tzaniti) İmparatorluğu Mu?
Bu konuda bir antrparantez açmam gerekiyor: [[Benim mantığıma siz ister düzmantık isterse dümdüz mantık deyin, ben Lazlarla ilgili mantığımı şöyle çalıştıracağım: Bilindiği gibi; Rumlar için, Doğu Roma İmparatorluğu vatandaşı Roma kökenli diyenler de var, Yunanca öğrenmiş Helenleşmiş Yunanlı diyen de.. Bu nedenle Trabzon Rumlarına biz Rum desek de onlar kendilerine Helen derler. Rum kelimesi Osmanlı zamanında Anadolu ismini belirtmek için ve yunanca konuşan tüm Hristiyan ortadoksları belirtmek için kullanılmış. Rumca ve Yunanca temel olarak aynı dil fakat farklı kelimeler var. Azerbaycan ve Türkiye Türkçesi arasındaki fark gibi bir fark var aralarında… Demem o ki Yunanlılar ve Rumlar öz be öz akraba..
Birileri çıkıp şunları yazabilir; “Her şeyden önce birtakım ifade yanlışlığına dikkat çekmek ve düzeltmek amacıyla “Rum” kelimesinden yola çıkalım.”Rum” deyiminin bugün kullanılan anlamı olan “Yunanlı” ile uzaktan yakından bir bağlantısı yoktur. “Rum, Roma kelimesinden gelmiş olup, daha çok erken devirde Araplar tarafından özellikle Doğu Roma, yani Bizans için kullanılmıştı”. İyi de; Vatandaşların değişiminde (Arapça Mubadele diyorlar), Trabzonlu Rumlar, madem Roma kökenli neden İtalya’ya değil de Yunanistan’a göçtüler..
Bir Yunanlı çıkıp, Trabzon Rumları için, İtalyan diyebilir, fakat asla “Laz” demez, fakat demiş!!!
Rumlar mı Laz, yoksa topraklar kadim Lazların olduğu için 1200’lerde gelen Rumlara da Laz denmiştir?
Önce şunu sormam gerekir; Tarih Boyunca Doğu Karadeniz’de Etnik Yapılanmalar ve Pontus tarihinden söz edenler yöredeki kadım milletler olarak Luvilerden, Hurrılerden, Yunanlılardan ve Türklerden söz eder fakat; Karadeniz’de MÖ 764-735 tarihinden itibaren yaşamaya başlamış, yani yaklaşık 3 bin yıldır bu bölgenin kadim ulusu olmasına karşın Lazlardan söz etmezler.. Hatta Lazları Gürcülere veya Türklere endekslerler..Bazıları daha ileri giderek; Trabzon’un, M.Ö.700 civarı, “Miletliler/Yunanlılar” tarafından kurulduğunu iddia etmektedirler..
Evet; M.S: 23-79) arası yaşamış doğa bilimci, Roma İmparatorluğu komutanı ve filozof; Gaius Plinius Secundus Maior, Naturalis Historia yapıtında Lazların yörenin kadım ulusu olduğunu anlatıyor.... Kürt ve Fars tarihi, edebiyatı, coğrafyası, kültürü hakkında araştırmalar yapan Rus doğubilimci Vladimir Fyoodoroviç Minorski ( 1877 - 1966) Lazların yörenin kadım ulusu olduğunu anlatıyor....
Güney Kafkasya tarihçisi olarak bilinen İngiliz akademisyen, politikacı ve iş insanı; William Edward David "Bill" Allen (1901 - 1973) Lazların yörenin kadım ulusu olduğunu anlatıyor.. Gürcistan kökenli Rus dilbilimcisi ve oryantalist Nikolay Yakovleviç Marr (1865- 1934) Lazların yörenin kadım ulusu olduğunu anlatıyor.. Yunan tarihçi, coğrafyacı ve filozof Strabon (MÖ 64 - MS 24) Lazların yörenin kadım ulusu olduğunu anlatıyor, bunlar bir yana Herodot ve Homeros bile Lazlarla ilgilenmiş.. 19.yüzyılın ilk yarısında kalma olan, Milat'tan hemen önceki dönemi gösteren Haritada Trabzon'un doğusundan Abhazya'ya değin İlk Laz oymakları: Colchis ya da Lazica, Makronlar, Sanni'ler, Moshiler bu bölgeye dağıldığını gösterirken.
İlk defa M.Ö. 400 yılında şehri gören Atinalı Xenophon; Trabzon’un merkezinde Yunanların çevre köylerinde bugünkü Lazların(Tzanlar) ataları olan Kolhislilerin ve yaşadığı söylerken… Antik tarihçiler bölgeye Kolhis(Laz) ülkesi derken.. Trabzon adının düzlük anlamına gelen Lazca “Zeni-Ozinis” sözcüğünden geldiğini ve dolayisiyle Trabzon sözcüğünün Lazca olduğu… Diğer bir ihtimal de Yunancaya bölgede kullanılan daha eski bir dilden Lazca veya öncülü Tzan dilinden geçmiş bir isim olmasıdır. Bu durumda kelime Lazca içerisinde O “mevki anlamı katan ön ek” + zeni “düzlük” (+ -s “Yunanca son ek”) olarak çözülebilir ve “Düz kent” formunda anlamlandırılabilir ki bu durumda Trapezus kelimesinin kentin belki de en eski formu olan Lazca/Kolhca adının Yunanca’ya çevrilmiş formu olduğu…
Tüm bunlara ne demeli?!.. bizim bazı sözde tarihçilerimiz nedense Lazları akıllarına getirmezler, ilgilenmezler..
Yoksa; Batılı dil bilimcileri, etnologlar, antroploglar ve gezginler, yani antik çağda ve günümüzde yazılanlarla ve söylenenlerle Lazlar ve Laz ve dili üzerinde durulursa, Lazlara ulus bilinci verip, ülkemizi mi parçalar ve Laz Devleti mi kurarlar!? Resmen paranoya..
Dahası;
Kaynaklar, ille de Trabzon İmparatorluğu ya da Tzaniti (Lazistan) Krallığı için bilinen adıyla Trabzon "Rum" İmparatorluğu) Orta Çağ'da Doğu Karadeniz'de kurulmuş yerel krallık. Trapezus Antik Çağ’da, Doğu Karadeniz sahilinde, Kolh halkının yaşadığı topraklarda, Milet kökenli Sinoplu Helenler tarafından kurulan bir Yunan kolonisinin adıdır Yukarıda değindiğim gibi dördüncü Haçlı Seferi sırasında Bizans İmparatorluğu'nun yıkılmasından kısa bir süre önce bağımsızlığını ilan etmiş (Nisan 1204) ve 257 yıl boyunca "Roma İmparatoru" olarak Karadeniz kıyılarına hükmetmişlerdir
Genelde Trabzon İmparatorluğu olarak bilinen devletin kullanılan 3 ismi vardır:
İmparatorluk Trabzon merkezli olduğu için Ortaçağ'da ünlü olan başkentinin adıyla yani "Trabzon İmparatorluğu" olarak adlandırılmıştır.
Yine önceki değinmem gibi; Bizans tarihçisi-yazar Yeoryos Pahimeris(M.S:1242-1310) tarafından "Laz Sınır Devleti" olarak anılan ülke topraklarının yöneticileri de "Laz Kralları" olarak anılmışlardır. Ayrıca; 6. yüzyıl Filistin kökenli Bizans tarihçisi Procopius Caesarensis(MS 500-565), “Savaşlar” adlı eserinde şunları belirtmektedir: “Lazlar bir federasyondu, Justin ve Justinian’a bağlıydılar. Sınırları korumakla görevlendirilmişlerdi ve büyük ödenekler alıyorlardı.
Selçuklu Hanedanı tarafından Tzanika/Canik Kralı olarak adlandırılan Trabzon İmparatorları, 13. yüzyılda yaşamış İranlı yazar ve tarihçi. İbni Bibi tarafından "Tzaniti Kralları" olarak tanımlanmışlardır.
Caniti/Tzaniti: Tzan (Laz ulusal ismi) + iti (Lazca'da ülke, toprak belirten son ek) yani Lazistan Krallığı anlamına gelmektedir.
Devlet kurucu Komninos Hanedanı'nın adından dolayı "Komnenos İmparatorluğu" olarak da anılmıştır.
Bazı kesimler tarafından Trabzon İmparatorluğu'na Trabzon "Rum" İmparatorluğu yakıştırması yapılmışsa da gerçekte ne imparatorluk kayıtlarında ne de diğer çağdaş kayıtlarda böyle bir adlandırma olmayıp bu söylem 20. yüzyılda siyasi amaçlar için kullanıldığı düşünülebilir.
Trabzon İmparatorluğu sınırları en geniş olduğu zamanda batıda Karadeniz Ereğli'sinden doğuda, M.Ö:700’de kurulmuş ve Kolhis-Lazistan akademisinin kurulduğu(Bu bilgileri veren Romalı filizof Themistius Calonymus’un okuduğu akademi) Fasis(Poti) kentine doğru uzanan yaklaşık 1000'kmlik sahil şeridine yayılıyordu. Karadeniz'in kuzeyinde günümüzde Rusya dahilinde bulunan Kırım'daki Kherson ve Kerç toprakları da Trabzon kontrolündeydi.]]
Kale Duvarı Konut Duvarı Olmuş
Şehir merkezindeki Kale;çok-çok eski bir yapı, yani M.Ö’sinin yapıları. Bu yapılara, Romalılar, Gotlar, Persler, Helenler(Yunanlılar)-Rumlar ve Osmanlılar sürekli yık-yap mantığıyla eklemeler yapmışlar. Bu nedenle Trabzon kalelerini kimin yaptığı ne zaman yaptığı bilinmiyor. Antik dönem kalıntıları var ise de ne buranın kadim halk Lazlar, ne de Trabzona ilk defa gelen Helenler(Yunan), ne Rumlar, Persler, Gotlar, ne de Romalıların yaptığı söylenebiliyor. MÖ 2000 yıllarında yapıldığı söyleniyor, kimlerin yaptığı söylenemiyor. Romalılar yapmış olabilir, çünkü; burada; hipodrom kalıntıları, kule, hamam ve saray gibi yapıların var olduğundan söz ediyorlar.
Antik çağ temelleri üzerinde inşa edilen kale denize 100 mt mesafede başlıyor ve Trabzon'un en yüksek kesimine tırmanıyor. Yukarı Hisar, Orta Hisar ve Aşağı Hisar olmak üzere üç ayrı bölümden meydana geliyor. kale, eski anıtlardan toplanan taşlardan yapılmış. Ne var ki yüzyılımızın başlarında aynı kalenin taşları bu kez yeni binaların yapımında kullanılmış-ki buna aşağıda değineceğim-. Yukarı Hisar’ın 300 m Kuzeyindeki antik tiyatro varmış ama şimdi yokmuş, evet hiçbir kalıntı günümüze ulaşamamış.
İmparator II. Aleksios'un (1297–1330) yaptırdığı Orta Hisar, Yukarı Hisar ve İç Kale’nin devamı olup, muntazam bir görünüme sahip değildir. Hisarın batısında imaret ve Zağanos kapıları, diğer bölümlerde Tabakhane ile Kule kapıları yer almaktadır. Ayrıca burada Orta Hisar Camisi (Panagia Chrysokephalos Kilisesi), yeni Cuma Camisi (Hagios Eugenius), Hükûmet Konağı, Zağnos Köprüsü, Kule Hamamı, Çifte Hamam, Amasya Camisi, Şirin Hatun Camisi ve Musa Paşa Camisi yer almıştır.
Ancak Aşağı Hisar’daki Moloz Tabyası’nın kapısı üzerinde Fatih Sultan Mehmet’in yaptırdığını belirten bir tuğra ile kitabe bulunmaktadır.…
Yukarı Hisar, iç kalenin koruyucusu olup, aynı zamanda akropol görevini üstlenmiştir.
Saray diye tanımlanan yapının kalıntılarından kesme taştan, kare plânlı olduğu anlaşılmaktadır. Büyük bir rastlantıyla İmparator Iustinianus zamanında yaptırılan bölümlerde surlar yuvarlak görünümler vererek devam etmişlerdir. Çeşitli devirlerde değişikliklere uğrayan iç kale, diğer hisarlardan daha yüksek olup, güneydeki iki katlı kalın bir sur ve kulelerle daha da sağlamlaştırılmıştır. İç kalenin doğusu, Kuzgundere’ye bakan yamaçları yine surlarla korunmuştur. Moloz ve blok taşlardan oluşan bu bölümlerde bazen insan kabartmalarına da rastlanmıştır. Trabzon Müzesi’nde bulunan Osmanlı dönemine tarihlendirilen bazı kitabeler de sur duvarları arasında bulunmuştur..
İşin özü; Yunanlılar Helenler, Türkler Osmanlılar yaptı diyor, Lazları, Gürcüleri, Hemşinlileri vd akla getirmiyor..
Olgunun düşündürücü yanı şu:
Doğu Karadeniz'e özellikle Trabzon’a baktığımızda; binlerce yıl çeşitli medeniyetlerin egemenliğinde kaldığının görürsünüz.. Göremediğiniz şey bu medeniyetlerin "Olması gereken" izleridir. Nedenini kafamda kurgulamaya başladım: Bir medeniyet en az 200 yıl sürdüğüne göre, bu medeniyetin çadırda kalması olanaksız. Yerleşik yaşamın temel kuralı "Yapılaşma - Kentleşme" olduğuna göre nerede bu kent kalıntıları. Trabzon kent içi kalesini gezerken gördüklerim beni farklı bir değerlendirmeye itti. Yöre insanı bilinçli veya amaçlı, belki de bilinçsiz ve amaçsız, tarihe ve tarihine karşı duyarsız gibi...
Stadyumun içine ev yaparcasına; Tarihi kale tamamen evlerle doldurulmuş. Bunun pek yabancısı değiliz, benzerini başkentimizde de yaşıyoruz. Bilindiği gibi kale içi ve çevresi gecekondu ile dolu. Bunları Trabzonluya da çok görmemek lazım. Burada yabancı (tuhaf) olan Kale duvarlanrının bazı bölümlerinde evin duvarları haline getirilmesi ve pencere dahi açılması. Traji - Komik bir olay değil mi .. Aslında üzerinde durmak gerek, belki faydalı bir yan bulunabilir de .. Doğru, hazır bir duvar varken, üstelik temel de atmayacaksan savurganlığa ne gerek var! Hele ki temel ruhsatı konusunda hiçbir sıkıntın olmayacaksa…
Nasılsa Pontuslar veya Osmanlılar "Temel Ruhsatını" almışlardır. Rüşvetiye, pardon , ruhsatiye (Ruhsat parası) ödememen de cabası (Bedava) .. Bu yaklaşımı kesin yaygınlaştırmalıyız. Çünkü hazır tarihi duvarlar üzerinde yükselecek konutlar; "Arsa - Temel - Duvar" sorununu kaldiracaktir. Bu da konut maliyetinde buyuk kolaylıklar sağlayacağı için; "Sosyal Konut Siyasalarının" güçlenmesini gündeme getirecektir.
Bu işin temel; yani şaka yanı Doğu Karadeniz'de özellikle Trabzon ve Rize'de gözlemlediğim "Tarih’e ve izlerine" olan duyarsızlık, hemen - hemen ülkemizin tüm yöresinde yaacımsaız.. Örneğin Trabzon Kenti ulaşım kolaylığını sağlamak için yok edilmeye çalışılan tarihi yapıları "korumak için" Meslek Odalarımızın nedenli uğraş verdikleri "Gerekli duyarlılığa örnek oluşu ile" hala belleklerimizde. Örnek bu duyarlılığın tüm Doğu Karadeniz genelinde yaygınlaşması gerekmektedir.
En azından kalanları korumak için ... Trabzon - Rize çevresi, dinsellikteki bağnazlık boyutunun yüksek olduğu bir yöre. Dine olan ilginin, özellikle "Trabzon Rum Pontus imparatorluğunun" yıkılmasından sonra yoğunlaşması İlginçtir. Bazı Rumların yöreyi terk etmemek uğruna kendilerini saklamak icm "Katı, daha doğrusu kraldan kralcı Müslüman oldukları savlanır. Birkaç İlçe ve köylerinde Rumca konuşulmaktadır. Özellikle Uzungöl'de Rumca'nm hayli yaygın olduğuna tanık oluyorsunuz. Tarihte "Menemen Olay!" Din bağnazı Of'lu hocaların öncülüğünde gerçekleştiği yazılmaktadır. Böylesi bir yapılanmanın İslam dışı uygarlıklara tepki oluşturmuş olabileceğini düşündüm. Fakat benzer "Duyarsızlık" Osmanlı döneminin tarihi yapılarına da gösterilmiş. Sanki işine gelene dokunmamış ... Örneğin, "Cenevizliler donemi" Taş Kemer Köprüler'in hepsi yerinde.. Belli ki yöre insanı "Tarihsel Kalıntılara" çıkarsallığı boyutundaki tarihsel düşünce yoksulluğunda bakmaktadır. Trabzon’da, dendiğine göre; kale çevresinin tahribattan kurtarılmasına Askeri donemde, biraz el atılmış. Ondan sonraki dönemlerde Kaleye yaklaşılamamış bile..
Yörede turizm yatırımları ve yaklaşımları
Sekizinci gün gezimizin son günü. Arkadaşlar yarın (9. gün) yarattıkları gürültü odaklarına (kentlerine) dönecekler. Evet; kimisi İstanbul'a, Zonguldak, Kütahya, İzmir ve çoğu da Ankara'ya ulaşmak için yola çıkacaklar. İyi bir arkadaşlık oluştu, zaman - zaman aksasa da Doğu Karadeniz güzelliğini tedirgin etmeyen, aksine güzelliğine güzellik katan bir gezi arkadaşlığı ... Doğası ve Doğanı ile Doğu Karadeniz olağanüstü bir güzelliğe sahip. Biraz abartı sanılabilir, fakat görüldüğünde herkes hak verecektir: Doğu Karadeniz'i; kıyıları, denizi, dağları, yaylaları, Irmakları ile "Doğal Sit Alanı" ilan etmeliyiz. Yağmur Turizminin doğal kaynağı olan bu doğa harikası güzellikler yakın zamanda büyük bir akına uğrayacaktır. Hükümetin yöre insanları ile – Doğayı insan gibi insanca görebilen, yani Hüseyin Celep, Dursun Ali İnan gibi doğa aşıkları ile- yatarımlar bazında iletişim kurmalıydı. Ege'yi, Akdeniz'i yatıranlar Karadeniz'i de yatırmak isteyebilirler..
1.8.1995 günkü Sabah Gazetesi'ndeki Mehmet Sarışın’ın haberini okuyorum. Haber başlığı şöyle: "Karadeniz'i dünyaya tanıtmak için atağa kalkan Turizm Bakanlığı tam elli ülkeden turizmci ve gazeteciyi bölgeye konuk etti".. Konuksever ülkeyiz. Anadolu insanının erdemli oluşunun en büyük kanıtı "konuk ağırlamayı sevmesidir”. Ki düşmanını bile ağırlamıştır. “Niçin turizmciler?" sorusu aklımdan geçmiyor değil. “Niçin turizmciler?” derken, onlara karşı; olduğum anlaşılmasın. Elbetteki Turizmciler de gelecektir ülkemize. Ama turizmciyi getirmenin amacı "Ülkemde yatırım yapsın" ise haddim olmayarak karşı çıkarım. Çünkü bu ülkenin insanı bu bağlamda daha başarılı olur düşüncesindeyim.
Eğer o insanlar o yörenin doğa dostu/ aşığı insanlarından oluşursa bir çeşit doğa korumaya alınmış olur da ... Yeter ki yetkililer yörenin güzelliklerini gördükleri gibi yöre sorunlarını(istihdam) da görüp, yöre insanları ile kuracakları iletişimle "Ortak girişimciliği" yaşama geçirebilsinler. Umarım sayın yetkililer; yaylalarımızı bozmazlar, yayla alt yapı eksiklerini doğal konumunu bozmaksızın giderirler, Sumela Manastir Tepesinden vadideki dereye dışkı akıtmayı durdururlar, tarihi kale duvarlarını konut duvarına donüştürülmeleri onarım bütününde iptal ederler, Haldizen Deresi'nin bir heyelan sonucu onunun kesilmesi ile oluşan korkunc güzellikteki "Uzungol'un" antimodernist (Fundamentalist) yapılanma ve insan dışkıları ile oluşacak yapay bir heyelanla - Belli bir sure; sonra-, yok olabileceğini, görebilmişler... Beceri güzellikleri görmek değil, beceri güzellikleri olumsuz etkileyen noksanları gidermektir ...
Ayrılık Zaman!
Soğuksu'daki Atatürk Köşk bahçesinde çay içiyor, dinleniyoruz. Herkes söyleşide. Söyleşinin konusu genelde "Dönüş". “Ansida” yetkilisi bir arkadaş çekim yapiyor (Video). Elinden geldiğince herkesi görüntülemeye çalışıyor. Aklıma geldi aniden. Öteden beri kafamda yer eden ve zaman - zaman otokritiğini yaptığım bir şey; Ülkemiz Kurtuluşunun simgesi, İllerin, ilçelerin kurtuluşu aklıma gelen ... Bana gore ülkemiz'de bu kutsal unvanı hak eden var hak etmeyen .. İlçem Arhavi’nin kurtulus kahramanlıklarını dinlerken bazen sormuşumdur .. Hiç bir zaman, "Nasıl, hangi tarihte , kimden" Arhavi'yi kurtardığımızın yanıtını alamamışımdır, hala. Gerçi hep Ruslardan söz edildi edilmesine fakat şiddetli çarpışmaların sürekliliği dillendiren olmadı, yazılı veya sözlü.. Benim bir hemşerim "Kendisini komik düşürse de" bu olguyu çok güzel karikatürize etmiş.
Belli ki bununla da bir şeyler anlatmak amacında. Bizim moçi (Selahattin Alioğlu) O gün kime takılacaksa o şahsın ilçesine mal ederek anlatır bu fıkrayı, yalnız kesin Trabzon sınırlarını aşmaz... Bende gezi boyunca bizle bereber olan ve bize' yardımcı olan Aydın bir dost, hemşerim Mehmet'e takılmak için anlattım: İlçelerimizin birinde Kurtuluş Günü ; Kaymakam o günü yaşamış İlçeli bir dededen "Kurtuluş için Verdikleri Kahramanlıkları" kürsüden anlatmasını istemiş. Kurtuluş savaşını yaşayan dede bulunamıyor. Tören başlamak üzere görevliler sıkkın çünkü dede yok ortada. Fakat o ne, yakasında madalyalar bir dede meydana yaklaşıyor.
Koşa-koşa yanına yaklaşmışlar. Dedeye durum anlatılıyor, fakat dede bir türlü ikna edilemiyor, hatta madalyaların Yemen gazisi babasına ait olduğunu söylemesine karşın. Dede ısrar edilince dayanamamış kürsüye fırlamış başlamış anlatmaya: “O ki Ruslar Bozburun’dan kozukti, biz aşağudan yukarı bi kacayuk bi kacayuk ki.. ” diye başlayınca devamını beklemeden Kaymakam devreye girmiş "lndirim dede'yiiii” Dedeyi kürsüden zor indirmişler, çünkü coşmuş ... Zorla indirmeseler kim bilir Hamasi kahramanlıklarımız ne hale gelecek ... Mehmet, Karadeniz lnsanının o kendine özgü alçak gönüllüğünü ve yüceliğini yansıtan anlamlı bir kahkaha atti; "Karadenizli kendinl tanır ve herkes de bilir Karadenizliyi" dercesine...
Grup belli bir saat sonra ikiye ayrıldı. Bir grup Rus pazarına alıveriş yapacak. İsmail Bayram kardeşim ve ben çocukları alıp diğer grupla denize (Mersın Beldesi) gittik. <Çocuklar çok sevinçli, denizden çıkmak istemiyorlar. Geç kalıyoruz. Diğer grupla buluşma saatı yaklaşmış . Acele ettik Çıkarken ... Ececan'ım gözlüğünü kaybetmiş .. Takildım: Kızım gözlükle denize girmeyesin? ... Temeli çağrıştırcasına; “Evet baba” demesin mi!!.. Guruplar bir araya geldi bayanların çoğu: "Rus peler. Biz gruptan ayrılacağız. Memleketim olan Arhavi'ye dönüp büyüklerimi ve mezarlarımı ziyaret etmek istiyorum. Arkadaşlar ısrar ediyorlar; kalın diye .. Özellikle İsmail Bayram ve Semih Sezer. Biliyorum akşam güzel bir eğlence var .. Fakat yine de kararımızdan dönmüyoruz. Arkadaşlarla vedalaştıktan sonra, yola koyulduk. Karadeniz en belirgin yüzünü göstermeye başladı. Yağmur yağıyor. Taksi sürücüsü zıpkın gibi bir uşak. Yerler ıslak olduğu için temkinli.
Söyleşiyoruz. Trabzonspor konu edilince coşuyor. Şenol Güneş'in Tatil köyünde bana söylediklerine kesin inanıyor; "Yok ağabey" biz şampiyon olamayız eski günleri yaşamak istiyorsak tekrar kendi çocuklarımıza dönmeliyiz. Bir zamanın Cemiller'ini, Kadir'lerini, Hüseyin'lerini, Şenol'larını bulmak o kadar zor değil. Aha Ünal geldi de ne yaptı bıyıklarını sarkıtmaktan başka... Saat 2l'de Arhavi'deydik iki buçuk saat sürmüş yolculuk. 2-3 saat sonra tatil koyünü aradık. İsmail ile görüştüm.Çok güzel eğlendiklerini söyledi.. Sesten anlaşılıyor, yine o Karadeniz insanını özgünleştiren (Karakterize eden) o muhteşem "Trabzon Kolbastısı" oynanıyor .. İMO - Ankara şubesi ve Ansida'ya özellikle IMO - Ankara şubesine ve sekreter üye Enis Özdoğan’a teşekkür etmezden önce, Doğu Karadeniz Gezisi benzer gezilerini teknik gazi bütününde her yıl düzenlenmesini isteyeceğim..
GEZ-GÖR-YAZŞevket ÇORBACIOĞLU
evesbere@mynet.com
GSM: 0506 609 00 32
Güncelleme: 1.7.2022
Yorumlar
Yorum Gönder