30 AĞUSTOS’U MALAZGİRT’E TAŞIYAN VE TAKSİM CUMHURİYET ANITINA KOMİNİSTLİK ABİDESİ DİYEN MANTIK VE DE İSTANBUL GEZ-GEZ-GÖR ETKİNLİĞİ ; PİYER LOTİ VE BALAT..
11 Ağustos 2017 günü Şebnem ve Burak’ın Çatalca’daki düğün öncesi, yani 8-10 Ağustos 2017 günleri Ececan’ın İngiltere işi için beklerken gezdiğimiz ve gördüğümüz İstanbul’u ve “30 Ağustos” duruşunu yazalım..
Ve yine ben İstanbul..
Ve onlar;
Ben yaşlanırken, seni de yaşlandıranlar
Ve senin;
Binlerce yılda edindiğin siluetini..
“Kurtuluş Savaşı”’nın 30 Ağustos ruhunu”
ve Cumhuriyet değerlerini bozanlar..]]
İstanbul’a Ankara ve Samsun’dan gitmiştim sürekli. İlk kez bir başka kentten yola çıkıyoruz; Antalya-Kemer’den.
Tarih; 08 Ağustos 2017. Saat; 19:00. Kemer’den İstanbul’a gidiş ve 09 Ağustos’un 07:00’sinde yolculuğun bitişi.10 saate bitecek yol Kamil Koç ile 12 saat sürdü. Sürdü, çünku; Belediye otobüsu gibi yolcu topladı. K.Koç hostlarla sorunu var. Acaba diyorum aftan yararlanan tutuklari mi ‘az para bermek için’ değerlendiriyor. Adamlar gudubet ve tepkili. Yolcularla sıkinti yaratn bunalımlı tipler. Her ne ise, İlhan Tan tesislerinde durdu. Sozde Tesis 2016’da Türkiye şampiyonu olmuş. Tuvaleti pis ve paralı. “Adayla tesisleri” ise tam tersine bir harika. Unutuyordum, İsparta terminalindeki tuvalet pislikten geçilmiyor. Düşünün tuvalet kağıdı yok..
Kazasız belasız İstanbul’dayız. Dinlendik. 14:00’te önce Üsküdar’daki Mihrimah(Güneş ve ay) Sultan camisini gezdik. Sonra Beyoğlu’na çıktık. Taksimdeki Zafer anıtı anıt olduğuna pişman ve de yetim duruyor.
Gelin Taksim Cumhuriyet anıtının yalnız bırakılış öyküsüne değinelim ve bürük de olsa İstanbul’umuzu gezelim:
Taksim’de 80 yıldır komünizm propagandası yapılıyormuş! Cumhuriyet`in ilk yıllarında ‘halk arasında genellikle Beyoğlu Caddesi olarak bilinen” caddenin adi “cadde-i Kebir-Büyük Cadde”ken “Istiklal caddesi” yapılıyor. Ardından; Kurtuluş Destanı gerçekliği boyutlarinda bu yeterli görülmemiş ve Cumhuriyet`in coşkusunu, Kurtulus Savasi`nin öyküsünü yeni kuşaklara daha çağdaş bir dille, bir anitla anlatmanin, daha da anlamli olabilecegi, dahası; 30 Ağustos Zaferinin simgesi olarak düşünülmüştür.
Ünlü İtalyan yontucu Pietro Canonica ve iki genç Türk; Hadi (Bara) Bey ve Sabiha (Bengütas) Hanim`in yardımlarıyla, anit 1928`de yapılmış. Bir yüzde Kurtulus Savasi`ni gerçeklestiren halk, askerler, kumandanlar, Mustafa kemal, Ismet ve Fevzi Pasalar; öteki yüzde de Cumhurbaskani Mustafa Kemal, Büyük Millet Meclisi üyeleri, ögrenciler ve halk bulunur.
Diğer iki yüzde de, sancak tutan kahramanlar, madalyon içinde, savasta erkeklesen Türk kadinlari yer alir. Bu basarili kompozisyonlar, savaştan barışa, yokluktan Cumhuriyet`in parlak geleceğine geçişi inançlı bir coşkuyla vurgulanmıştır. Bunlar önemli değildi; burada; Atatürk’ün arkasında iki Sovyet generali; General Mihail Vasilyeviç Frunze ve Mareşal Kliment Yefremoviç Voroşilov’ın duruşu kutsal savai Kurtuluş Savaşını ve 30 Ağustos Zaferini öteliyor ve Atatürk gizliden gizliye Komünizm propagandası yapıyordu.
Hangi mantığa göre;
[[ "Sınav kağıtlarını kırmızı kalemle değerlendirip not veriyor" diye Behice Boran’ı, Kars yöresinin, “Hoş gelişler ola Mustafa Kemal Paşa- Askerin milletin bayrağınla çok yaşa-Sağdan sola soldan sağa-Salla bayrağı düşman üstüne” türküsünde “düşmanın üzerine bayrağın soldan sağa sallandırılması?" vurgusunu yaptığı için Uğur Mumcu’yu komunistlik propogandası yapıyor diye yargılayan ve de Edirne-Keşan yöresinin "Kızılcıklar oldu mu" türküsünde "Kızılcık" demekle, "kızıl", yani "komünizm!" propokandası yapılıyor gerekçesiyle okunmasını yasaklayan ve de kızılcık şerbetinde komünizm reklamı yapılıyor diyen]]
mantığa göre.
İnanın yukarıdaki mantıktır Taksim’deki “Taksim Cumhuriyet Anıtı”’nı yalnız-yetim bırakan ve örseleyen. Bu mantıktır; 30 Ağustos kutlamalarını Malazgirt’e taşıyanlar..
Evet; 30 Ağustos’ta Türk ordusunun zaferiyle sonuçlanan Başkomutanlık Meydan Muharebesi’nin 93. yılını kutlayacağız. Birileri ise Malazgirt’te karanlık ideolojilerinin taşımalı siyasetini yapacaklar. Büyük önder Mustafa Kemal Atatürk, 93’üncü yıldönümünü kutlayacağımız 30 Ağustos 1922’deki Büyük Zafer’i, 1924 Dumlupınar konuşmasında şöyle anlatıyordu: “Ulusal tarihimiz çok büyük, parlak zaferlerle doludur. Ama Türk Ulusu’nun burada kazandığı zafer kadar kesin sonuçlu, yalnız bizim tarihimize değil, dünya tarihine yeni bir akım vermekte kesin etkili bir meydan savaşı hatırlamıyorum.
Kim bu generaller!?*
Atatürk Kültür Merkezi bilim kurgu kent yapısı görunümünde. Gezı Parkı başına geleceğinini bilmem korkusu içinde. Taksim meydanı beton, Beyoğlu(İstiklal) Caddesi kafası gözü yarık. Kısacası adam burayı mekanı ve insaniyla bezdirecek ve de ideolojik temellerini atacak; Cami yapacak, kısla yapacak ve de buranın otantik yapısını yok edecek. İstanbul’u tümden yok ettiğini, boğazı karşıdan karşıya geçerken görüyorsunuz. Sermaye tapınaklarınin İstanbul’un siluetini bozduğunu önceki yazılarımda işlemiştim.
Franssız 2 TV’nin benimle roportaj yapmak için geldiğim Çamlica tepesindeki cami minareleri İstanbul’un biçimini daha da bozmuş.. Beşiktaş’ta, doğrusu Boğazin neresinden bakarsanız bakin kente uyumsiz, estetikten yoksun asimetrik minareler İsyanbul’u tepeden betleştirmiş.. Besiktaşlılar kızmasın, önceki İnönü stadı adeta gomülü panayir çadıri izlenimiyle Dolmabahçe’yi resmen çirkinleştirmiş.
Beyoglu caddesindeki Grand Pera’da 28 Kasım 2016’da açılan; Merkezi Londra’da bulanan, dahası 250 yıl önce, balmumundan heykel ustası Marie Tussaud (1761-1850) tarafından kurulan dünyanın en ünlü Balmumu Heykel Müzesi markası Madame Tussauds (Tuso)’ya gittik. Dünyadaki 21. bu cazibe merkezini İstanbul'da açmış. Aralarında Amsterdam, Berlin, Hong Kong, İstanbul, New York, Sidney ve Tokyo'nun da bulunduğu yirmibir şehirde şubesi varmış. 22.’cisi Hindistan’da açılacakmış.
9 Ağustos 2017. Saat; 17:00 Grand Pera’nın ilk 2 katında sergilenen müze tam 2000 metre karelik bir alanda kurulmuş. Türkiye’den ve dünyadan ünlüler yer almaktadır. Sizi ilk Bruce Willis karşılamaktadır. Bruce Willis bize eşlik ederek büyük önder Atatürk’ün huzuruna çıkardı. Sarı saçli mavi gözlü dev ile karşı karşıyasınız. Kendinize gelince Atatürk’ün sitemiyle karşılaşıyorsunuz.
İlk sözü; “Ne yaptın sen çocuk! Bunlara nasıl ülkeyi teslim edersin. Bak, silah arkadaşlarım ve Anadolu insanımla gerçekleştirdiğim 30 Ağustos’u bile Malazgirt’e taşıyorlar. Allah bilir sen kurgusal Yenikapı mitingi gibi oraya da gidersin! Ben bunları nasıl devletten uzaklaştırdığımı neden unuttun!?..” Zor da olsa şunları söyleyebildim; “Paşam, demokrasi gereği.. Seçimler paşam..” Atatürk sigarasından dert yüklü bir nefes alarak; “Tamam çocuk, demokrasiyi anladım. Benim derdim bu demokrasiden o faydalanıyor da benim size emanet ettiğim ve de sizin daha ileri taşmanızı istediğim uygar düşünce neden bu demokrasiden faydalanamadı. Kaç seçimdir yerinizde sayıyorsunuz. Bu işin içinde ben bir demokrasızlık seziyorum..” Ne diyeceğimi bilemez durumda karşısında kem-küm’leştim.
KemKum’lestigimi görünce daha da sitemkâr olmaya başladı; “Çocuk, siz ülke için gündem oluşturmakta yetersiz kalıyorsunuz. Karşı tarafin gündemlerine mal bulmuş Mağribi gibi saldırıyor kendi gündeminizi öteliyorsunuz. Siz kendinize lider seçmiyor, size lider seciyor egemenler... Sizde politikacılar salt milletvekili olmak istiyor, cebi beyni bilgi ile dolu olmadığı için Milletin Vekili olamıyorlar..
Lider erkine tapınanlar partimde egemenler. Benim kurduğum parti CHP yerinde sayıyor, CHP’den türeyen partiler iktidarlarını sayıyorlar. Olacak gibi değil! Demokrasi diyorsunuz demokrasiyi kullanamıyorsunuz, kendinizi kullandırıyorsunuz 1950’den bu yana 67 yıl geçmiş sen ancak 7 yıl iktidar olabilmişsin. Yazık..Git çocuk, benim Anadolu insanımla oluşturduğum ve mazlum ülkelerin Rehber edindiği evrensel felsefemi al, onu dünyanın özgün gelişim ve değişimi ile harmanla ve 21.yüzyıl için ideoloji oluştur.. Hade cocuk koşmaya basla fazlasıyla geç kaldin..”
Hemen yanı başındaki usta Yaşar Kemal’in yanına gittim.. Yasar Kemal, “Atatürk doğru söylüyor.. Siz Atatürk’ü ve beni iyi okuyamadınız, dahasi okumadınız.. Bizi iyi okuyun..” Bruce Willis’de bu işe kızdı, “Kendin araştır, gez ..” diyerek kapıdaki görevine döndü... Sol köşede Arda Turan’ı gördüm. Yaklaştım.
Selamlaştıktan sonra; “Arda Barselona gibi dünya devinde oynuyor, dünya seni alkışlıyor, sen tutup Rıdvan Dilmen’in oyununa gelip, referandum da karanlığın elçilerini alkışlıyorsun. O olaydan sonra Barselona seni dışladı farkında mısın? Sana siyasi düşüncen olmasın demiyorum, elbet demokratik hakkın, fakat bu hakkini daha uygar çizgide ve de militan duruşla yansıtmayabilirdin. Neden Bilal Meşeye saldırdın?..”
Arda, “Haklısın. Fakat burada açıklayamayacağım bir takım baskılar var... Kazandığım paralarla Ülkemde yatırım yapmak istiyorum, fakat ülke onların elinde.. Anla.. Bilal Meşe olayına gelince. Orada ben kendime saldırdım Bilal ağabeye değil. Hatalıyım..”
Arda’dan ayrıldık. Mum heykellerini geziyoruz. Her yıl ortalama 10 ünlünün ekleneceği müzede kimler yok ki; Hz. Mevlana (Resmi bulunmadığı için 22. nesil torunu Faruk Çelebi’nin vücut hatlarından oluşturulan bal mumu heykeli yapılmış), Zeki Müren, Mazhar Fuat Özkan, Barış Manço, Adile Naşit, Mimar Sinan..
Günümüzün Ünlü isimlerinden Beren Saat, Hidayet Türkoğlu, İlk Kadın Pilotumuz Sabiha Gökçen, Kıvanç Tatlıtuğ ve Kerem Bürsin ve Şevket Çorbacıoğlu (Öyküsünü anlatacağım). Yabancılardan; Muhammed Ali, Madonna, Rehana, Michael Jackson, Beyoncé, Christina Aguilera , Johnny Depp, George Clooney, Jennifer Lopez, Michael Jordan,Tom Cruise, Brad Pitt, Angelina Jolie, Messi ve Ronaldo ,Neymar gibi bir çok ünlülerle resim çekilebilecek sarılabilecek siniz..
Gezdik, görük ve yazdık. Fakat sevgili kızımız Ececan Çorbacıoğlu, tekrar gezeceğim deyince eşim Kadriye Çorbacıoğlu ile karşılıklı Heykellerin arasına konmus koltuklara oturduk. Sıkıldım. Aniden aklıma geldi ve yaptım. Doğru ne geldi ve ne yaptın? Oturduğum yerde kendimi bir noktaya sabitledim; sol elim de işaret parmağım evrensel dayanışmayı, kardeşliği, barışı ve demokrasiyi çağrıştırırcasına tavana dikmişim. Beni gören resmimi çekmeye başladı.
Çekerken de değerlendirme yapıyorlar; “Bir insanın bu kadar inandırıcı mum heykeli yapılabilir Bu heykel en inandırıcı olanı. Adamın göğüs kıllarına bak..Olamaz canım adamın terini bile göstermişler..” Kendimi zor tutuyorum, ama nereye kadar..Aniden havadaki elimi onlara yönlendirince düşünün olanları; gülüşmelerle ve de haykırışlar ve de kaçışmalar. Gurup gidince tekrar aynı konuma geçiyorum.
İki bayan yaklaştı ve biri diğerine; bir zamanların ünlü Amerikalı aktör Antoin Perkins’e benziyor..” Ben kadina; “Yok daha çok falancaya benziyor” deyince; “Ona da benz..” lafını tamamlamadan feryattır,
çığlıktır koptu; “Adam konuştu, konuştu” diyerek kaçıştılar. En güzeli de iki yabancının benimle resim çektirmek isterlerken, elimi adamın omzuna atmam ve poz vermeye devam etmesi ve 1 salise sonra kaçmaya başlaması ve ardından tekrar benimle selfiye yapmaları ve tebrik ederek ayrılmaları... Neyse Ececan geldi de ünlü olma modundan kurtuldum.. Ayrıldık ve Şampiyon kokoreç’e uğradık..
Yürüyerek, Taksim-İTÜ’den Kabataş’taki Sebil Çay bahçesine iniyoruz. Nurettin Özkara amcanın sebil çay bahçesine; Ankara’da Lale Kiraathanesi ne ise İsyanbul’daki Arhavililer için de Sebil çay bahçesi o. Nürettin Özkara , Osman Bayraktar, Enver Çorbacıoğlu amcam ve Ziver Çorbacıoğlu dayım efsane dörtlüler idi. Hızlı yaşadılar erken ışıklara göçtüler...Sebil Çay bahçesindeyiz. 39 Yıldır Sebil’de çalışan Diyarbakırlı Mehmet Ekici’yi sorduk izinliymiş.
Arnavut Saadettin Zinnoğlu çayları getirdi. Biraz sonra yanımıza gülülmseyen bir yüz yanaştı. Kendini tanıtti. Nurettin amcanın oğlu Hasan Özkara. Yıllaaar sonra karşılaşiyoruz. Yarım saati aşkın soyleştik. Sebil’i 59 yıldır işlettiklerini söylüyor. Yarim asrı aşan Sebil isletmesi yarım asIrdan Fazla Arhavililere ve İstanbullulara hizmet veriyor.
Eğer Hasan Özkara’da simgeleşen güler yüzlü hizmeti ve nefis çayını yaşamak yudumlamak istiyorsanız Kabatas İskelesinin hemen karşısındaki Sebil Çay Bahçesine muhakkak uğramalısınız. Onlar bir asra koşan zamandır insanlara sevgiyle demledikleri çaylarınıservis ediyorlar..Yemin ediyorum Istanbul’da en guzel çayı Kabataş iskelesi karşısindaki Sebil Çay Bahçesi yapıyor..Hasan Ozkara’ya teşekkür ediyor ve arılıyoruz..
10 Ağustos 2017 Saat; 14:30 Üsküdar’dan Eminönü’ye geçtik. Eyüp otobüsüyle Eyüp** ve Eyüp Sultanı ziyaret edeceğiz ve çevresini gezeceğiz.. Ayakapi’da 3 evin sur duvarları üzerinde 4 katlı olarak inşa edildiğini görmek birakın üzülmeyi, bu tarihe olan duyarsızlığmız beni çileden çikardı.. Eyup Sultan türbesi çok kalabalık. Neyin nesi ise sünnetli çocukların da getirildiği yer.
Ben gezmedim. Kadriye Türbede dua okuyalım istedi. “Okudum da ne oldu?!” deyiverince ‘birazdan yazacağım’ aksiliklerin birbirini kovalaması beni düşündürmedi değil.. Asırlık Çınar ağacına sırtımı verdim soyuma sopuma şehitlerimize dualar ettim, iyi dileklerde bulundum ve dışarı attım kendimi, çünkü insanlar sıcak ve nem ile vıcık-vıcık olmuş felaket ter kokuyorlar. Belli ki buraya gelirken çoğu temiz gelmemiş. Türbe içi ve çevresi üstelik temiz değil. Sigara yaktım dışarı çıkarken, kara gözlüklü dinden geçinenlerin veledi bağırarak uyardı, ben de kendisini aynı tonda uyardım; “Millete sigara artistliği yapacağınıza temizliğinizi yapın..”
İstanbul’a bu gelisimde şunu gözlemledim; Istanbul daha da bakimsiz. Semtler daha pis. Acaba diyorum 15 Temmuz 2016 darbe kurgusundan sonra adı FETÖ ile anilan Kadir Topbaş ve İlce Belediye Başkanları İstanbul hizmetlerini ötelemişler midir gibi geldi bana. Sorduğunuzda olguyu Suriyelilere bağlayanlar oldu, tıpki her şeyi FETÖ’ya bağlayanlar gibi..
Saat; 15:00. Teleferik ile Piyer Loti’ye*** çıktık. 19 Y.Y’da Piyor Lotı buradan ilham alarak muhteşem şeyler yazmış. Düşündüm ayni P.Loti, ayni ilhami alıp, ayni muhteşem şeyler, bugün yazabilir miydi?.. Haliç ayaklarimız altında. Aslında Haliç birilerinini ayakları altında çiğneniyor. Nekropol izlenimi yaratan mezarlıklar basamak-basamak tepeye dek uzanıyor. Çünkü Eyüp tabanindan tepeye dek mezar dolu..
Bana burada bazen gelen ilham hiç gelmez diyorum..Tepenin kıyısındaki masada hem çay, hem de resim seansi başladı. Ardahanli Mehmet Aydoğar servis yapiyor. Hoş sohbet güzel insan.. 18:30’a dek güzel bir seyir oldu...
Balat: Çok sayıda kültürün yaşadığı, Arnavutça, Bulgarca, Ladinoca, Türkçe, Kürtçe, Zazaca, Lazca, Gürcüce, Süryanice dillerinin konuşulduğu ve de filmlere ve şarkılara konu olmuş; “Agora Meyhanesi”’nin olduğu, farklı kültürlerin varsılı Balat’ı ilk halam Nazmiye Tuna’nın oğlu Refik Tuna’dan duymuştum. Rizelilerin de çok olduğunu da.. Duymamdan tam 40 sene sonra Balat’a gidiyorum..
Saat; 18:00. Eyup teleferik önünnden Eminönü otobusune bindik be burasi Balat diye “Balat Hastane durağında” indirdiler be hemen karşı sokağa girin Balat’i gezmeye başlayacaksınız. Girmez olaydık. Tinerci, uyuşturucu yatağı. Insanlar ayakta duramiyor. Nitekim biri bulaşti. “Buralar benim çekemezsiniz..” diye.. Bir iki derken, adamla dalaştik. O da ne sokaklardan zombiler inmeye başladı.. Uzaklaştik. Meğer buraya giren bela almadan çikamadığı tehlikeli bir Harlem.. Fatih Belediyesi ve İstanbul Buyukşehir buraya resmen giremiyor. Kurtarılmış bölge.. Suçlular yatağı..
Ve sonunda kismen düzeltilmiş Balat sokaklari ve caddekerine girdik, fakat beğenmedik.. Balat yine de insana tedirginlik veriyor. Esnafı, kapı önünde oturan kadınlar bir tuhaf bakıyorlar. Güven vermeyen bakışlar sizi haliyle tedirgin ediyor.
Sokak başlarında, bekleşen gençler ayakta zor duruyor, ellerindeki sustalıya raks ettirirken yalanıyorlar. İşte yukarıda, “Buralar benim resim çekemezsin” diyen psikopat ve onla kavgaya tutuştuğunda ara sokaklardan sökün eden sallama ve dallama Ninjalar..
Buralara, yenilemek için UNESCO girmiş, fakat şerefimle temin edeyim hükümet girememiş.. Hikaye; “Eğer kapının önünde denk gelirseniz selam vermekten, içeriğe bakmak istediğinizi söylemekten çekinmeyin. Zevkle size içerisini gezdirebilir. Böylece klasik bir Balat evini içeriden de görebilirsiniz..” Adam dışarıdan bile resim çektirmiyor da evine mi davet edecek?! Ben bakmayın inadına çektim..
Her yer mi öyle, değil ama rahat değil, konuksever değil.. Rize İyiderelilerin Derneği var, hemşerim diye selam veriyorsun, adam , “Haaa, ne istedün!” diyor.. Bilmem, biz bugün belki de aksi insanlara rastladık isterseniz bir de siz deneyin..
Balat, Doğal ve tarihi SİT alanları kadar değerli bir yakın zaman kültür düzlemi. Evlerin çoğu azınlıklardan kalma otantik evler. Kiliseleri, sokakları, arkasına boğazın muhteşemliğini alan yokuşlar, merdivenli sokaları ve var olan birkaç caddesiyle insanı büyüleyen bir düzlem. Burası Ankara-Altındağ Belediye Başkanı Veysel Tiryaki’nin elinde olsa korunmasi gerek en büyük dünya kültür merkezi yapar.
Merdivenli yokuşa tırmanıyoruz. Balat’ın en renkli, belki de en çok aranan sokağı. Sıra sıra, renkli cumbaların gökyüzüne doğru merdiven misali çıktığı yokuş. Basamaklarda oturup kitap okuyanlar, sahanlıklarında oyun oynayan çocuklar eşliğinde tırmanıyorsunuz.
Yokuşun solundaki evler Unesco projesi kapsamında aslına uygun olarak yenilenmiş, özenle seçilmiş pastel renkleriyle cumbalı evler harika görünüyor. Bir adı da; Merdivenli Mektep olan sokağından tırmanarak çıktığınız tepeye, kırmızı ateş tuğlasıyla inşa edilmiş 560 yaşındaki Fener Rum Lisesi (Günümüzdeki adı: Özel Fener Rum Lisesi ve İlköğretim Okulu), insani kendisinden alan büyüleyen bir görsellik sunuyor size..
Merdiven başlarındaki otantik kafeler, bazıları restore edilmiş evler, kafeler ve dükkanlar ve de ille Leblebiciler sokağı no 8’deki; “Agora Meyhanesi”.
Agora ne demektir?
Antik Grekçe'de Homeros'un İlyada Destanı’nda (M.ö. 8. yüzyıl) αγορα, (αγείρω "toplanmak" fiilinden türemiştir.) “toplantı, toplantı yeri, meclis” anlamını taşımaktadır.
Agora Meyhanesi’nin öyküsü: “Özdemir Asaf bu sekiz köşeli meyhanenin her köşesinde şiir yazdığı, Necip Fazıl Kısakürek’in akşamları Agora'da demlendiği (Necip alkolik ve kumarbaz değildi diyen angutlara), Aysel Gürel kızlarının babası Vedat Akın'a burada âşık olduğu ve de 19 yaşındaki bir TİP öğrencisinin 1959’da dillere destan ‘Agora Meyhanesi”’ şiirini yazdığı Agora Meyhanesi; 1890’da Rum kaptan Asteri Dulidis tarafından açılır.
Meyhanesine de Rumca “meydan” anlamına gelen “Agora” adını koyar. Meyhane masa yerine kullanılan dev fıçıları ve ucuz şaraplarıyla kısa zamanda ün yapar. Müdavimleri arasında kimler yoktur ki... Müzeyyen Senar, Orhan Kemal, Cemal Süreyya.. Sezen Aksu... Ve çok sonraları Şevket Çorbacıoğlu:) Üç nesil meyhaneyi işleten Dulidis ailesinin son ferdi Hristo Dulidis, 2000'de mekanın kapısına kilit vurup Yunanistan'a yerleşince de unutulup gider.
Meyhanenin ününü artıran bunlar değil, meyhanenin ününü artıran, 1959 yılında 19 yaşındaki İzmirli bir TİP öğrencisi Onur Şenli’dir.. Onur Şenli komşu kızına aşık olur ama aşkına karşılık bulamaz. Aşk acısı ona soluğu birçok zaman, İzmir’in Agora semtinde aldırmaya başlar. Çünkü Agora salaş meyhanelerin mekanıdır. Bir gün bu salaş meyhanelerden birinde içtikten sonra eve gelir ve bir mektup yazmaya başlar aşkına. Mektup şöyle başlar: “Sana bu satırları bir sonbahar gecesinin felç olmuş köşesinden yazıyorum.”
Onur Şenli mektup değil de şiir yazdığının farkına vararak, şiirine, “Gece, Şarap ve Aşk” adını koyar. Şiir yayın yaşamına “Agora Meyhanesi” olarak girer.. Şiir o kadar sevilir ki, şarkısı bile yapılır, şarkıyı herkes okur; Müzeyyen Senar, Zeki Müren, Gönül Yazar, Behiye Aksoy sadece bunlardan birkaçıdır.
İlginçtir ki; Balat’taki “Agora Meyhanesi” şarkıyı sürekli müşterilerine çalmaya başlar ve de İzmir’deki Agora’dan habersiz Balat’ta ki Agora Meyhanesi’ne akın başlar. Çünkü şarkıdaki Agora Meyhanesi’nin burası olduğunu düşünmektedirler. Haliyle geceleri burası hınca hınç dolmaya başlar.
Öyle popüler bir mekan olur ki tam 286 Türk Filmi’nin meyhane bölümleri burada çekilir. Yani ucuz şarapların satıldığı meyhane Türkan Şoray’ları, Fikret Hakan’ları, Ayhan Işık’ları, Cüneyt Arkın’ları ağırlamaya başlar.. 13 yıl kapalı kalan meyhane, 2013 Eylülünde eski görkemli günlerine kavuşturuldu.
Şöyle ki; 2012’de 84 yaşında ölen Hristo Dulidis, henüz hayattayken bu yeri ondan devralan yeni sahibi, yönetmen Ezel Akay olmuş ve yenilemiş. Kısa bir süre sonra Agora Meyhanesi'nin ahşap kapısındaki kandil yeniden yakılmış..Gördük resimledik. Önünde ayakta zor duran bir ayyaş karpuz satıyor ve karpuzun üzerinde de bir hançer, gel de sor..Bana çok salaş geldi..Çünkü Balat, balataları yanmış, salaş..
İşte o şiir; Agora Meyhanesi:
[[ Sana bu satırları-Bir sonbahar gecesinin-Felç olmuş köşesinden yazıyorum.-Beşyüz mumluk ampullerin karanlığında-Saatlerdir, boşalan kadehlere-Şarkılarını dolduruyorum,-Tabağımdaki her zeytin tanesine-Simsiyah bakışlarını koyuyorum*-Ve, kaldırıp kadehimi-Bu rezilcesine yaşamların şerefine içiyorum: Burası Agora Meyhanesi-Burda yaşar aşkların en madarası-Ve en şahanesi-Burda saçların her teline-Bir galon içilir-Sen, bu sekiz köşeli meyhaneyi bilmezsin-Bu sekiz köşeli meyhane seni bilir.-Burası Agora Meyhanesi-Burası arzularını yitirmiş insanların dünyası.-Şimdi içimde sokak fenerlerinin yalnızlığı-Boşalan ellerimde-Kahreden bir hafiflik.-Bu akşam- Umutlarımı meze yapıp içiyorsam-Elimde değil.-Bu da bir nevi namuslu serserilik.-Dışarıda hafiften bir yağmur var-Bu gece benim gecem-Kadehlerde alaim-i semaların raksettiği,-Gönlümde bütün dertlerin-Hora teptiği gece bu-Camlara vuran her damlada-Seni hatırlıyorum-Ve sana susuzluğumu...-Birazdan plaklarda şarkılar susar,-Kadehler boşalır,-Umutlar tükenir-Mezeler biter-Biraz sonra- Bir mavi ay doğar tepelerden-Bu sarhoş şehrin üstüne,-Birazdan bu yağmur da diner.-Sen bakma benim böyle delice efkarlandığıma,-Mendilimdeki o kızıl lekeye de boşver-Yarın gelir çamaşırcı kadın- Herşeyden habersiz onu da yıkar;-Sen mes'ut ol yeter ki-Ben olmasam ne çıkar.-Dedim ya:Burası Agora Meyhanesi-Bir tek iyiliğin tüm kötülüklere-Meydan okuduğu yer-Burası Agora Meyhanesi,- Burası kan tüküren-Mes'ut insanların dünyası... (*) Simsiyah bakışların tangosu…Onur Şenli ]]
Agora Meyhanesi denilince akla 200'ün üzerinde Yeşilçam filmine platoluk yapan meyhane kadar Zeki Müren'den Behiye Aksoy'a birçok sanatçının seslendirdiği şarkı da gelir.
Balat’ın kendisi de ayni zamanda film ve dizi platosu gibi. Gün geçmesin ki bir çekimin içinde bulunmayın. Nitekim “Kayıtdışı” dizizi içinde bulduk kendimizi. Erkan Petekkaya’nin yeni dizisi. Ben, Leblebiciler sokağında evleri ve sokağı onlar dizinin bu mekandaki bölümünü çekiyorlar..
Gençten biri sürekli uyarıyor, ben biraz önce cekim yüzünden kavganin içinden çıkmama karşın enstantanenin, yani karenin tekrar çekimlerinde sürekli varım ve bu sefer sahne tekrarlarını çekmeye başladım, uyarılara hiç kulak vermeksizin.. En sonunda çocuk; “Bravo ağabey başrölü aldin..”
Beyoğlu’ndaki Yeşilçam sokağı buraya taşınmış. Bura insanları adeta dizi ve filmlerin kadrolu figüranları. Birkaç yüzü tanıdım..
Bu kadar anlattık anlatmasına da Balat nerededir, ne yapar, ne içer, ne…” Balat, 8 bin 500 yıllık İstanbul'un Fatih ilçesinde Haliç kıyısında Ayvansaray ile Fener arasında bir semttir. 8500 yaşında diyoruz İstanbul’a da kimse saygı göstermiyor. Bulgulanan antik kalıntıların üzerine keyiflerimizi inşa ediyoruz. Son olarak, 1947’de Dolmabahçe İnönü stadını inşa etmişiz.
1947 ile 2013 yılları arasında hizmet vermiş stadyum yıkılınca, antik kent üzerinde inşa edilen Dolmabahçe’nin farklı yere taşınacağını düşünmüştüm. Aksine genişletilerek aynı yerde inşa edildi. Biliniyor ki, Beşiktaş-Dolmbahçe arası taksime dek antik tarihi alan.
Bunun son kanıtı; Beşiktaş metro inşaatında çıkan antik kent kalıntılar: Beşiktaş’ta metro istasyon inşaatında tarihöncesi olarak nitelendirilen neolitik döneme ait kalıntılara rastlandı. İstanbul Arkeoloji Müzeleri tarafından sürdürülen kazılarda ortaya çıkan ve günümüzden 6 bin yıl öncesine gittiği tahmin edilen buluntuların İstanbul Boğazı için de bir ilk olduğu belirtiliyor.
Kesin, Ayvansaray, Balt ve Eyüp çevresi de antik tarihi alanlar. Ne Orta Çağda, Ne yakın Çağda, ne de günümüzde antik tarihe saygı yok.. Balat adı, Rumca saray anlamına gelen Palation sözcüğünden gelmekteymiş. Balat Semti, Palation ismini, Bizans İmparatorları Haliç’ten deniz yolu ile gelerek, şehrin dışında kalan Blachernae Sarayı’na buradaki kapıdan geçtikleri için almış mış, mış...
“Mevsim ne olursa olsun evden çıkmak için en güzel sebeplerden biridir tarihi Balat turu. Balat, İstanbul’u solumanın en güzel yoludur, tarihidir İstanbul’un…” diyenlere fazla katılamıyorum..
İlle de ve yine de gezmeye devam edeceksen buralara uğra kardeşim: Ahrida Sinagogu: Ayvansaray’dan gelirken Balat Çarşı’nda karşınıza çıkan İstanbul’un en büyük Sinagog’u Ahrida Sinagogu’nun en ilginç özelliği Teva’sının (Dua Kürsüsü) tekne pruvası şeklinde yapılması. Nuh’un Gemisi’ni simgelediğinin yanında İspanya’dan Balat’a gelen Yahudileri (Sefarad) taşıyan kadırgaya atfen yapıldığını söylüyor.
Kiremit Caddesi: Fatih-Çarşamba’dan Balat’a inen yokuş boyunca sıralanan evlerin çoğu yanındakinden destek almasa devrilecek gibi. Merdivenleri takip edince Fethiye Müzesi (Pammakaristos Kilisesi) karşınıza çıkar. 1586 yılına kadar Patrikhane olarak da kullanılmış. Renkli binaların hemen önündeki yokuş ise demin anlattığım Kırmızı Mektebe(Fener Rum Okulu) çıkıyor.
Balat Sokakları: Çorbacı Çeşmesi Sokağı gezebilirsiniz(Benle bir ilgisi yok). Sağlı sollu Balat evlerini kalabalıktan uzak izlemek istiyorsanız tam yerindesiniz.
Surp Hreşdagabed Ermeni Kilisesi: 1635’e kadar terkedilmiş bir kilise olan ahşap yapı, Balat yangını sonrası kül olmuş, günümüze kadar gelen kargir yapı ise 1835 tarihli.
Dr. Sadık Ahmet Caddesi: Fener Rum Patrikhanesi’ni geçtikten sonra sol tarafınızda restore edilmiş mükemmel Fener-Balat evleri ilginç.
Fener Külhanı Sokağı: Tahta minare Cami’ye gelmeden, Tarihi Taş Fırın Evin Unlu Mamülleri’ni geçince sola döndüğümüz sokaktayız… 1923’ten beri aynı yerde hizmet veren fırın galetaları ile meşhur. İlk sokaktan sola doğru dönerseniz Unesco’nun restorasyonunu yaptığı evlerle sıralı Fener Külhanı sokağa çıkarsınız. Cumbalı evler arasından kafanızı yukarı doğru kaldırın, ufka doğru bakarsanız, yukarıda değindiğim Fener Rum Lisesi’nin kubbesini görebiliyorsunuz.
Balat’ın mavi Kapıları: Mavi kapı klasik Balat evi kapılarından. Bu kapıların genel özellikleri iki kanatlı olması ve her iki kanatta üstte üçgen alınlığın bulunmasıdır. Hatta bu kapının benzerlerini Kaş’ta, Meis’te de görebilirsiniz.
Maraşlı Rum İlkokulu Önünden geçerken farketmemek olanaksız, antik bir tapınak gibi yükselen yapı aslında bir ilkokul. 1901 yılında Grigorios Maraşlı’nın bağışı ile inşa edilen okula, katkılarından dolayı Maraşlı adı verilmiş.
Üsküdar’a geldik; önce Eminonü otobüsüyle Eminonu’ne, ardindan Vapurla Üskudar’a. Kurşunlu cami sokağında “Boğazici Balık lokantası’nda martılar ve kediler eşliğinde boğazı izliyerek sardalye yedik. Kastamonulu ve Rizeli ortaklar 4 yıl önce açmış. Fena değildi..
11 Ağustos 2017 saat; 16:00. Beykoz- Kanlıca’da asırlık şekerli kanlica yoğurdu yediķ. Bir ozelliği yok. Bildigimiz yoğurda şeker koy, bir de TV’de Kanlica belgeseli aç, al sana Boğaz’da yoğurt yeme ritueli.. Değil elbet.. Çınaraltı Kanlica İsmailağa cafe’de kredi kartı geçerli değilmiş. Soğuk suratlı, dilencilerle kavga eden, soğuk cevaplı garson kredi kartı geçersizliği için yöneticiler öyle dediğini söyleyiverdi. Adam adam değil, karşısındaki İskeleden nerelere gidildiğini bilmiyorum diyerek kesip atan kişi..
Biz İstanbul’u gezmesini bilmiyoruz. Örneğin bugün Kanlıca’ya gitmek için Üsküdar iskelesinde otobüse bindik 2.60 kuruşa kavrula kavrula Kanlica’ya gittik. Ececan iskele gorevlisinden öğrendi ki Kanlica yoğurdu yediğimiz kafenin hemen karşısındaki Iskele’den Üsküdar’a gemi varmış. Bindik ve yine 2.60 kuruşa kıyıdan kıyıya püfür-püfür boğaz rüzgârıyla Üsküdar’a geldik. Oyle geliş ki boğazin 2 yanini görselledik. Hatta Paramparca dizisindeki hapishane kılıklı yalıyı da..
Beykoz, Anadolu Hisarı, Çengelköy, Beylerbeyi kıyılarını ve sırtlarını gördük ve görselledik. Beykoz ormanlarındaki Beykoz evlerine izin verenleri lanetledik..Unutmayın, Istinye’den kalkan gemi ya da vapur Üskudaŕ’da ugrayip Kanlıca’ya kadar gidiyor, Akbil fiyatına. 2.60 kuruşa adeta Boğaz turu yapıyorsunuz.. Kadriye bir bayanla tanıştı. Üskudar’dan akşam Kanlicaya gidersen golgede gidersin.
Karşıdan, yani Emimomu, Karaköý, Kabataş veya Beşiktaş’tan sabah kiyiy-kiyi gidersen gölgede gidermişsin.. Anlayacağın yol bil bogaz turunu kendinden yap... Saat; 19:00’da Uskudar- Salacak’taki Kız kulesinde gün batımı harika idi. Harika olmayan, yüzlerce yılda oluşan muhteşem siluetini bozan sermaye tapinaklarının görüntüsü..
Yarın ayın 12 Ağustos 2017. Beşiktaş pazarına ve akşam da sevgili yeğenim Şebnem Çorbacıoğlu’nun be Burak Tan’ın düğünü için Çatalca’ya.. Tekrar ediyorum; “15 Temmuz 2016 sonrasının İstanbul’u tedirgin ve bakımsız, iyi değil..”
Çatalca’ya yolculuk bir serüvene dönüştü. 7 senedir kullandığımız yeşil valiz, defalarca bizi uyarmasına karşın dinlemedik; “Kardeşim ben yaşlandım sizi taşımakta zorlanıyorum. Beni yenileyin gücüm yetmiyor” demesine karşın ciddiye almamıştık. Sonunda Üsküdar Cumhuriyet caddesinden inerken, yığıldı kaldı. Kalkamıyor.
Hemen sağımızdaki Niğdeliden yeni bir valiz alarak yeşili “Tüyran” marka kırmızıya dönüştürüp iyileştirdik. Yeşili cumhuriyet caddesinin kuytu bir yerine terk ederek yedi yıllık beraberliği hüzünlü bir şekilde bitirdik. Zorunlu vefasızlık da bu olsa gerek. Kırmızı ile yola çıktık. Artık kırmızı taşıyacak bizi. O da ne 100 mt sonra o da feryadı kopardı “Ayağım kırıldı!!” Evet, kırmızı valizin sağ tekerı topallıyor. Baktık ki kırılmamış.
Tüyran marka valizin sağ tekerin bir tarafı sabıtlenmiş diger tarafı boşta ve teker düştü.. Niğdeli’ye geri dönemiyoruz, çunkü Çatalca otobüsüne yetişmek zorundayız. Kırmızıyı sürümeye başladık. Kırmızı feryat ediyor, biz sürüklemeye devam ediyoruz.. Sonunda iskeleye ulaştık. Eminonu’ye geçtik.
Eminönü bu kadar mı pis kokar!?
Özellikle otantik Osmanlı esinlemesi ahşaptan sandallarda satilan balıklar öyle köti kokuyor ki insan balığı nefret ediyor. Ne guzeldi o eski sandallarda insanların tutup anında tavaya attığı ve sattığı balıklar.. Zor bela Eminoninden YeniBosna’ya geldik ve Çatalca otobüsüne yetiştik, kırmızının feryatları eşliğinde..
Dedim ki; “Deniz ulaşımıni kullanmıyorlar. Büyukcekmeceye dek feribot koyamazlar mıydi? Haksızlik yaptım meğer dha bir yıl önce ancak bunu düşünebilmişler.. Eğer İstanbul gezmelerini kolaylaştırmak istiyorlarsa, değindığim gibi, halka hizmet beren sürüculere rehberlik eğitim vermeliler.. Sadece otobüs ve taksi sürücülerine değil, vapur- gemi ve feribot görevlilerine, polisine, zabıtasına.. Hatta ve dahi hatta; kentin belli yerlerine danışma birimleri kurması..
*: General Mihail Vasilyeviç Frunze, Sovyetler Birliği tarihi içinde önemli bir yere sahipti. Bir çiftçi çocuğu olarak 1885 yılında Bişkek’te dünyaya geldi; 19 yaşında Bolşevik Parti’ye katıldı. Siyasi faaliyetlerinden dolayı yükseköğrenimini yarıda bırakmak zorunda kaldı. Tutuklanarak kürek cezasına çarptırıldı. 1916’da firar etti. 1917 Devrimi’nde Minsk ve Batı Cephesi ordularına komutanlık etti; devrimin zaferle sonuçlanmasında büyük rol oynadı..
Devrimin ardından başlayan iç savaşta da çok kritik roller oynadı. Kızıl Ordu Başkumandanı Troçki tarafından Doğu Cephesi’nin komutanlığına getirildi. 1920 yılında Güney Cephesi’nin başına geçti.. 1921’de Merkez Komite üyesi, 1925’te ise Sovyet Devrimci Askeri Konsey Başkanlığı yaptı. 31 Ekim 1924’te ülser rahatsızlığı nedeniyle yattığı ameliyat masasından bir daha kalkamadı. 40 yaşındaydı.
İşte bu Kırgızlı General Frunze, bizim tarihimiz açısında da önemli bir yere sahipti: Lenin’in özel talimatıyla, olağanüstü elçi sıfatıyla 13 Aralık 1921’de Ankara’ya geldi. Onuruna düzenlenen mitingde yaptığı konuşma büyük etki yarattı. Millet Meclisi’nde konuşma yaptı. Frunze, Mustafa Kemal’le yakın ilişki kurdu. Sakarya cephesini gezdi. 5 Ocak 1922 günü arkasında iyi duygular bırakarak ülkesine döndü.
Mareşal Kliment Yefremoviç Voroşilov ise; 1881 Vernhiy/Ukrayna’da yoksul bir ailenin çocuğu olarak doğdu. 1903’te Rus Sosyal Demokrat Partisi’ne girdi; 1917 Devrimi’nden sonra Petrograd Savunma Komitesi Başkanı oldu. II. Dünya Savaşı’nda Leningrad savunmasını yaparak Hitler’in kenti ele geçirmesini önledi. 1947’de Politbüro üyesi oldu. 1953-1960 arasında Yüksek Sovyet Prezidyumu Başkanlığı (cumhurbaşkanlığı) yaptı. 1969’da öldü.
Ve bu evrensel kimlik; Ulusal kurtuluş savaşının sürdüğü yıllarda askeri bilgisiyle savaşın taktik ve stratejisine katkıda bulunması amacıyla Ankara’ya gönderildi...
Sovyetlerin o günlerde yaptığı yardımları unutmayan Atatürk, bir jest olarak bu iki generalin heykelinin de anıtta yer almasını istedi.
**: Eyüp’e değinmemek olmaz: Ben Eyüp’ü Eyüp Sabri Tuncer kolonyasından ve mahallemin Eyüp’ünde duymuştum ilk kez. Öğrendik ki; İstanbul’da bir semt adı da Eyüp imiş.. Eyüp, İstanbul ilinin Avrupa yakasında yer alan bir ilçesi. 1936'da Fatih, Sarıyer ve Çatalca ilçelerinin bir bölümüyle kurulan Eyüp ilçesinin yüzölçümü 242 km²'dir.
21 mahallesi ve 7 köyü bulunan Eyüp ilçesinin nüfusu 2013 yılındaki ADNKS verilerine (Bu bilgileri sözde demokrasi yalısı-ki bana göre yanlışı- olanların kapattığı Vikipedi’dinin önbelleğinden aldım. Gerisini AnaBirinatica’dan) . 2016 verilerine göre nüfis; 378.650.. Evliya Çelebi’nin Eyüp tasviri.
Osmanlı insanı hayattayken buranın manevi havasından istifade ettiği gibi öldükten sonra da buraya defnedilmeyi arzulamıştı. Eyüp Sultan bu teveccüh neticesinde adeta bir mezarlıklar şehrine dönüşmüştür. Padişahlar, hanım sultanlar, şehzadeler, sadrazamlar, vezirler, önemli devlet adamları, şeyh efendiler, sanatkârlar ve dervişler tarihi Eyüp Sultan mezarlıklarında önemli bir yekûn oluşturur.
Eyüp semti Bizanslılar zamanında surların dışında bulunduğu halde burada birçok kilise, manastır ve köşkler vardı. Ancak bunların çoğu İstanbul’u almak için yapılan türlü istila hareketleri sırasında yakılıp yıkılmıştı. Araplar da İstanbul’u ele geçirmek için türlü akınlarda bulundular. Hz. Peygamber’in bayraktarı Ebu-Eyyup bu akınların birinde şehit düştü.
Benim bildiğim vatan savunmasında ölenler için şehit demiyor muyuz?
Bir başka ulkeye saldırırken olenler nana göre şehit değildir. Günümüzdeki kurgusal şehitliklere me semeli!?
Bu kişi Hz. Peygamberimizin bayraktari nasıl oluyor?
Acaba kutsal kılmak için mi?
Peygamberimiz İstanbul’umu kuşattı..?! Yook!! Yine benim bildiğim İstanbul’u Emeviler kuşatmıştı..
İstanbul’un fethi ile birlikte kurulan ilk Osmanlı -Türk yerleşim alanıdır. Haliç’in güney kıyısında, surların dışında yer alır. İsmini kabri bu semtte bulunan ve bir sahabe olan Hz. Eba Eyyub El- Ensari’den alır.
Eyüp semtinin gelişimi; fetihten hemen sonra İslam Ordularının 7.yy.’da İstanbul’u kuşatması sırasında şehid düşen Eyyup El-Ensari Hazretleri’nin mezarının Akşemseddin Hazretleri’nin gördüğü bir rüya ile bulunup, üzerine bir türbe ve yanına bir caminin yapılması ile başlar. Kanuni döneminde ise Eyüp büyük gelişme gösterir. Bu yıllarda semt camiler, mescidler, medreseler, sıbyan mektepleri, çeşme, sebil, hamam, imaret ve türbelerle donatılırken, sahilleri ise yalılar ve köşkler süslemiştir.
Eyüp El-Ensari’nin türbesi ya da yaygın tabiriyle Eyüp Sultan Türbesi, Eyüp semtinin toplumsal hayatında merkezi bir yer tutar. Bu türbelerle ilgili geleneklerin birçoğu bugünde sürmektedir.
Osmanlı zamanında en dikkat çekici gelenek padişahların cülus (tahta geçme) merasimlerinden sonra Eyüp Sultan’da kılıç kuşanmalarıdır. Bu merasim, okunan dualar ve kılınan namazlarla dini-manevi bir özellik taşımakta ve yeni padişaha makamının anlamını hatırlatmaktaydı. Ancak bu gelenek belki fetihten de eskidir.
Zira Bizans döneminde burada bulunan Leon Makelos manastırının başpapazı, harbe giden imparator, kumandan ve asilzadelere kılıç kuşatmak ve onları takdis etmek gibi bir hakka ve makama sahipti.
Eyüp Sultan Türbesi’nin Eyüp’ün yerleşim dokusuna kazandırdığı bir başka özellik, bu türbede yatan kişiyi Evliyaullah (Allah evliyası) ve Sahabe bilen Osmanlı’nın ona yakın olmak için Eyüp’te defnedilmek istemesidir. Gerek Osmanlı döneminde, gerekse de Cumhuriyet yıllarında halktan kişilerin yanı sıra, birçok şöhretli isim de son istirahatgah olarak Eyüp’ü seçmişlerdir.
Bunun sonucunda semte mistik havasını veren büyük mezarlıklar kurulmuştur. Hem bu mezarlara ait mezar taşlarının sanatsal değerleri, hem de çağlara tanıklık eden üzerlerindeki kitabeleri nedeniyle, Eyüp’teki mezarlıklar bir açık hava müzesi gibidir ve yüzlerce yıllık bir tarih kesitini hüznün diliyle anlatır bizlere. Bu mezarlıklardaki servi ağaçları ise adeta ölümle yaşamın içiçeliğini vurgular.
Eski Eyüp bunların yanı sıra bayramlar ve kandillerde dolup taşan Eyüp Sultan Türbesi, yeni evlenenlerin ve sünnetlik çocukların buraya ziyarete getirilmesi, Haliç’in bol çeşitli ve lezzetli balıklarını satan balıkçıları, serin ve tatlı suları, Haliç’e bakan tepeler üzerindeki güzel manzaralı mesire yerleri, çiçekçiliği, İstanbul’un süt ve kaymak ihtiyacını karşılayan mandıraları, kıyı kahvehaneleri ve oyuncakçı dükkanları ile de ünlüydü.
Düdüklü testiler, fırıldaklar, tahtadan arabalar ve eşyalar, oyuncak tef, davul, düdük ve özellikle “kaynana zırıltısı” ile Eyüp oyuncakçıları, çocukları çok sevdiğine inanılan Eyüp Sultan Hazretleri’nin manevi rehberliğinde faaliyet gösterirlerdi. 19.yy. sonunda bu bölgenin sanayileşmeye açılması ve 1960’lardan sonraki hızlı gecekondulaşma ile bu geleneksel dokunun tamamına yakını ortadan kalkmıştır. Eyüp'ün, Haliç'e 2,6 kilometre kıyısı vardır. Daha önce Eyüp ilçesi sınırları içinde olan Bayrampaşa, 1990'da ilçe yapılarak Eyüp'ten ayrılmıştır.
İlçe ismini, sınırları içinde türbesi bulunan Ebu Eyyûb el-Ensarî'den almaktadır. İstanbul'un Fethinden sonra Türklerin sur dışında kurduğu ilk yerleşim merkezi olan Eyüp'te başta Eyüp Sultan Camii olmak üzere Osmanlı döneminden kalma çok sayıda tarihi eser mevcuttur. III. Selimin annesi Mihrişah Valide Sultan’ın inşa ettirdiği imaret 200 yıldan beri faaliyetini sürdürmektedir.
Tarihi Eyüp mezarlığında Osmanlı döneminin önemli asker, devlet adamı ve alimlerinin mezarları bulunmaktadır. Bilinenin aksine bölgede bir değil yedi sahabe mefdun bulunmaktadır.Şimdiki adı Alibeyköy olan Köpekyaylası önemli yerleşim alanlarındandır.
İstanbul'un en çok ziyaret edilen piknik alanlarından biridir Aziz Paşa Mesire Yeri. Eyüp-Kemerburgaz'da bulunur ve geniş bir bitki örtüsüne sahiptir...
Santral İstanbul, 1911 yılında kurulup 1983'e kadar kentin elektriğini sağlayan Silahtarağa Elektrik Santrali'nin restore edilip dönüştürülmesi ile 2007 yılında kuruldu... 1765'te III. Mustafa döneminde yaptırılan Ayvat Bendi, ismini aldığı Ayvat Deresi'nde bulunmaktadır...
Göktürk Göleti, Ayvat Bendi Mesire Yeri, Aziz Paşa Mesire Yeri, Çatalca Anıt Ağaçlar İstanbul'un en güzel ve en keyifli zamanlar geçirebileceğiniz piknik alanları arasındadır.. 560 dönümlük bir alanda oluşturulan Göktürk Göleti, İstanbul'un en cazibeli dinlenme ve eğlenme yerleri arasındadır...
İstanbul'un her yaştan insana hitap eden piknik alanlarında biri olan Fetih Çeşmesi Mesire Yeri, tıpkı Elmasburnu Mesire Yeri, Göktürk Göleti ve Neşet Suyu gibi etkileyici piknik alanı... Eyüp Sultan Camii'nin yanında bulunan Eyüp Sultan Türbesi, ilk Müslümanlardan biri olan Hazreti Eyüp'e aittir... İstanbul'un iç limanı olma özelliği taşıyan Haliç, Osmanlı döneminde Halic-i Konstantiniye olarak anılırdı...
***: Pierre Loti (Louis Marie Julien Viaud); Pierre Loti isminin yazara, kimi kaynaklara göre öğrencilik yıllarında; kimi kaynaklara göreyse, 1867 yılında yaptığı Okyanusya seferi sırasında, Tahitili yerliler tarafından verilmiş. Muhteşem Haliç manzaralı Piyerloti Kahvesi’nden Tarihi Yarımada’yı kuşbakışı seyretmenin keyfini çıkarmak için buradayız. Kentsel dönüşum kapsamında inşa edilen telefirikle çıktık buraya...
“Altın Boynuz (Golden Horn)” olarak adlandırılan Haliç'in muhteşem manzarasını en iyi seyredebileceğiniz yer olan Eyüp’teki eski adiyla “Rabia Kadın Kahvesi” Piyerloti Kahvesi, adını aynı zamanda Fransız deniz ataşesi olan ünlü romancı Pierre Loti(1850-1923)'den alır.
Bir yandan manzaranın tadını çıkarmak, bir yandan da bol köpüklü Türk kahvesi, ince belli cam bardakta çay ve geleneksel nargile keyfi yapmak güzel, fakat en güzeli manzarayı seyredip görsellemek.. Bu bağlamda İstanbul’da Piyerloti’den daha uygun bir yer bulamazsınız. Geleneksel Türk motifleriyle döşeli, taş bir teras görünümünde olan kahve, Eyüp sırtlarından Haliç'e doğru bakıyor. Kahvenin bir bölümünde kartpostallar, hediyelik eşyalar ve kitaplar satılıyor. Arka tarafta kalan bölümde ise eski İstanbul evleri şeklindeki konuşlanmış apart oteller, restoran ve kafelerden oluşan bir kompleks bulunuyor.
Pierre loti İstanbul'a geldiğinde en sık ziyaret ettiği yerlerden biri o zamanki adıyla “Rabia Kadın Kahvesi”dir. Özellikle nargileye meraklı olduğu bilinen Loti'nin, sık sık bu kahveye gelmesinin anısına, kahvenin ismi Piyerloti Kahvesi olarak değiştirildi ve bu isim günümüze kadar da geldi... İstanbul öyküler kenti. Bu öykülerden biri de; “Pierre Loti’nin Piyer Loti Tepesi öyküsü.
Pierre Loti, benim 35’lerde, onda 20’sinde başlayan gezi tutkusuyla dolu biri idi. Maceralara atılmak için kanı kaynayan bir yaşta.. 1870’lerde sömürge zengini ülkelerinden olan Fransa’da bunları yapabilmek icin Fransız donanmasına katıldi. Ve 20’sinde okyanuslara açılmaya başlıyor. okyanus seyahatinde huzuruna çıktığı Tahiti Kraliçesinin ‘Okyanus’ta bir çiçek adı olan “Loti”’den esinlenerek Loti adı verdiği ve sonradan bilinen Pierre Loti adını kullandığı söylenir.
Pierre Loti Türk Dostu ve Türk yakın tarihinde aslında çok önemli bir isim. Bunun nedenlerinin başında, yaşadığı dönemde aralarında kendi ülkesi Fransa’da dahil olmak üzere hem işgal kuvvetlerine karşı aldığı tavır, hem de Türk bakış açısıyla Avrupa’ya verdiği mesajlar geliyor.
1867 yılındaki Okyanusya seferi sırasında, Büyük Okyanus’ta yetişen bir çiçeğin adı olan Loti takma adını aldı. Mesleği sayesinde Ortadoğu ve Uzakdoğu ülkelerini, kültürlerini görme fırsatı buldu ve yazdığı anı ve romanlarda bu seyahatlerinde edindiği bilgilerden çok faydalandı. Denizcilik öğpreniminin ardından 1881’de yüzbaşı, 1906 yılında da albay rütbesini aldı.
İstanbul’u da ziyaret eden Loti, bu şehirden ve Osmanlı kültüründen çok etkilendi ve daha sonra defalarca buraya gelerek uzun süre burada yaşadı. İstanbul’a ikinci gelişinde (1879) o zamanın Osmanlı Dönemi Türkiyesi’ni anlattığı “Aziyadé” adlı romanına adını veren kadınla tanıştı. Loti, bu romanla birçok eleştirmenden olumlu not aldı ve geniş bir kitle tarafından tanınmış oldu.
Daha sonra roman yazmaya devam etti ve birçok önemli yapıta imzasını attı. Gözlem yönü kuvvetli olan Pierre Loti, yazılarında oldukça yalın bir dil kullandı ve aşk, ölüm, umutsuzluk gibi öğelere fazlaca yer verdi. Pierre Loti, bu kimliğiyle defalarca ziyaret ettiği İstanbul’da hem Osmanlı yönetimi hem de milli mücadele sırasında Ankara Hükümeti tarafından tebrik ve şükranla karşılanmış biri. Çok kimlikli bir yakın zaman seyyahı olarak adlandırabileceğimiz Pierre, asker kimliğinin yanında birçok kitabı yayınlanan bir yazar kimliğiyle de ön planda yer alan bir isim.
Şevket Çorbacıoğlu
Teknopolitikalar platformu
evesbere@gmail.com
0506 609 00 32
Yorumlar
Yorum Gönder