KÖY ENSTİTÜLERİ VE ABD
Köy Enstitülerinin, nasıl kurulduğuna değil, nasıl vurulduğuna öncelik tanıyacağım:Yeni kurulan Cumhuriyet, halktan yana özgün arayışlar içindeydi. “Köy Enstitüleri” ve hala devam eden “5 yıllık kalkınma planları” bu arayış sürecinin en somut ve etkin kurumsallıkları olarak kendini gösterdi. Özellikle Köy Enstitüleri etkin olmaya başladı, çünkü kırsal kesimin kalkınma düzlemini(Fr.Platform diyoruz) oluşturuyordu… Birilerinden çok, biri böylesi kurumsal süreçlerden rahatsızdı; ABD… Hitler sonrası, SSCB birliği ile dünyaya egemenlik savaşına girmiş olan şimdinin küresel efendisi, kendi öğretisini (Fr. Doktrin) yaygınlaştırmak için, genç ve güçsüz uluslara, dahası Cumhuriyetlere karşı, özdeksel(para) gücünü işletiyordu.
Stalin’in Türkiye duruşu, ABD’nin ülkemiz bakışını güçlendirdi ve ABD’ye ilkesini yaşama geçirmede büyük olanak tanıdı. Eğer, Stalin; 1917 Ekim Devrimi ile, emeği merkezine alan ve adil bölüşümün evrensel kurallarını benimseyen SSCB duruşunu, (“ülkemizden Artvin, Kars ve Ardahan’ı isteyerek-1945”) Hitlerin faşizan duruşuna dönüştürmeseydi, ABD’nin, ülkemiz üzerinden öğreti ilkelerini işletmesi çok zor olurdu.. Öyle ki; SSCB’nin bu halktan ve emekten yana evrensel eşitlik mantığı sürdürülebilse, ne SSCB dağılır, ne de günümüz ABD’nin BOP’tan projeleriyle Irak Müslümanlarının katlı yaşanır ve de ılımlı İslam dayatmasıyla Kutsal Dinimiz birilerinin siyasi rant aracına dönüşürdü...
İşin özü; Stalin Hitlerciliği bizden salt toprak istemedi, boğazlarda askeri üs de istedi. Türkiye’de İsmet İnönü öncülüğünde ABD’den askeri destek istemek zorunda kaldı. Türkiye, Atatürk ve silah arkadaşlarının önderliği ve Anadolu insanının yürekliliğiyle verdiği Kurtuluş Savaşında, emperyallere dünyada ilk tokatı atarak Cumhuriyet’ini kurmuş ve Atatürk’ün evrensel felsefesini kurumsulaştırmıştı. Bu felsefeyi güçlendirecek ve halktan yana politikaları yaşama geçirmesindeki katkıyı verecek olan, ülkemizin özgünlüğü ve koşullarıyla harmanlanmış ‘ekim devrim esintilerini yadsımamız’ olası değildir. Bu nedenle ABD rahatsızdı ve kendi öğretisini dayatmak istiyordu. Bu amaçla katkı sürecini Truman Öğretiler(doktrini) bütününde işletmeye başladı, fakat; “5 yıllık Kalkınma Planları”na ve başta “Köy Enstitüleri”nin kapatılması temel koşulu idi. Buradaki en büyük aracı da, bugünkü gibi “Demokrasi” idi..Ancak 1963’de kurumsallaştırabildiği, kafasındaki “5 Yıllık Kalkınma Planları”nı öteleyen İsmet İnönü, Demokrasiye, yanı çok partili demokrasi olgusuna sıcak bakıyor, fakat Köy Enstitüleri konusunda asla ödün vermiyordu; vermeyince de, İnönü ve CHP’nin de sıcak baktığı tek partili dönemden, çok partili, sözde demokrasi dönemine geçişin düğmesine basıldı.
Birilerinin, Milli Şeflik/tek partili dikta/Atatürk Oligarşizmi olarak tanımladıkları dönem benim için “Ulusal kurtuluşun onarım dönemi” idi ve biraz daha devam etmeliydi. Çünkü, Atatürk Devrimlerinin karşıtı hilafet yanlıları demokrasiyi kullanarak kargaşa ortamı yaratacaklar, bu da ülkenin onarım sürecini öteleyecekti (Öyle olmadı mı?). Bunun çözümünü de buldu muhafazakar kesim, çünkü onlar da hilafetini gelmesinden yana değildi, özellikle Celal Bayar. Amaç, ABD öğretisi olan liberal muhafazakarlık temellerini atmaktı. Bu bağlamda ABD ile sınırsız ve kuralsız destek süreci başlatılmalıydı… Sonunda her ikisinin isteği de oldu ve Adnan Menderes dönemi, pardon ABD dönemi başladı. Bu süreç, asla demokrasi süreci değil, ABD aracılığıyla Demokrasinin tek malzeme olarak tavan yaptığı süreçtir. Ki partinin adı da “Yeter Söz Milletindir” söylemli “Demokrat Parti “ oldu.. İlk işi de, 19. yüzyılın son çeyreğindeki Osmanlı döneminde de var olan ve değiştirilmesinden yana Celal Bayar’ın bile çekimser kaldığı, Türkçe Ezan’ın Arapçalaştırılmasıyla başladılar..
Olguyu ne de anlamıl bir şekilde şiirleştirmişti Ziya Gökalp: "Bir ülke ki, camiinde Türkçe ezan okunur. Köylü anlar manasını namazdaki duanın Bir ülke ki, mektebinde Türkçe Kuran okunur Küçük büyük herkes bilir buyruğunu Hüda'nın Ey Türk oğlu, işte senin orasıdır vatanın." Söz asla Milletin olmadı, hep illetin oldu ve de Millete söz vermeyi amaçlamış “İş için iş içinde Eğitim” ilkeli Köy Enstitüleri kapatıldı (1954). 28 Aralık 1938’de dönemin Milli Eğitim Bakanı Hasan Ali Yücel ve İlköğretim Genel Müdürü İsmail Hakkı Tonguç öncülüğünde çalışmaları başlatılan ve 17 Nisan 1940 yılında kurulan Köy Enstitülerinin; Yaratıcı, üretken, yenilikçi, katılımcı ve uygulayıcı evrensel eğitim sürecine son verilerek, geleneksel, bağnaz, ezberci, öğrencilerin söz hakkının olmadığı katılımdan ve uygulamadan yoksun eğitim ilkesine dayanan Öğretmen Okulları süreci başlatıldı. Ve böylelikle Akçadağ (Malatya), Akpınar-Ladik (Samsun), Aksu (Antalya), Arifiye (Sakarya), Beşikdüzü (Trabzon), Cilavuz (Kars), Çifteler (Eskişehir), Dicle (Diyarbakır), Düziçi (Adana), Erciş (Van), Gölköy (Kastamonu), Gönen (İsparta), Hasanoğlan (Ankara), İvriz (Konya), Kepirtepe (Kırklareli), Kızılçullu (İzmir), Ortaklar (Aydın), Pamukpınar (Sivas), Pazaören (Kayseri), Pulur (Erzurum) ve Savaştepe (Balıkesir) Köy Enstitüleri Öğretmen okulları adını aldı.. Düşünün ülkenin yüzde sekseni köyde yaşıyor ve ülke genelende okuma yazma oranı yüzde 3; bu durumda Köy Enstitüleri kapatılıyor..
Atatürk Devrimleri karşıtlarınca başlatılan bir Karşı Devrim hareketi olduğunu söyleyen Rauf İnan ve Hıfzı Veldet Velidedeoğlu mu, yoksa Köy enstitülerinin; komünistlerin, dinsizlerin yetiştiği fuhuş yuvaları olduğunu söyleyenler mı, Köylere giden enstitü mezunları kendilerini Atatürk zannediyor diyen Emin Sazak mı, yoksa; bu çocukların her biri birer Atatürk olması amacımızdır diyen Hasan Ali Yücel mi haklıydı. Elbette ki İnan, Velidedoğlu ve Yücel haklıydı.. Evet, ABD ve özellikle Hilafet yanlılarını asla ürkütmediler, aksine onları sürekli beslediler elde Kuran seçim kürsülerinde görünerek, abdestsiz Namazlar kılarak, darbelerde korumaya alarak… Ve o günün hilafet yanlısı İslamistler evrilerek bugünün ılımlı İslamcılarına dönüştüler. Tek silahları Demokrasi. Demokrasi silahını öyle kullanıyorlar ki, adeta nükleer silah gibi etkili ve tehlikeli olmaya başladılar.
Türkiye’ye 1940’larda demokrasi diyerek girdi, hala etkisini sürdürüyor ve günümüzdeki postmodern demokrasiyi nükleer demokrasi gibi işletiliyor. Demokrasi diyerek Irak’a giriyor, demokrasızlığı yaşatıyor. İran nükleer silah yapıyor diyerek nükleer demokrasi ile Iran’ı vurmak için fırsat kolluyor. Bugünlerde internette Dr. Mehmet Uhri’nin bir yazısı dolanıyor..Mehmet Bey’in bu yazısı bana da yakınım Niyazi Çorbacıoğlu ağabeyden geldi..Mehmet beyin aracı, Pazar günü Balıkesir- Savaştepe yakınlarında su kaynatıyor. Telaş içinde çevresinde arayışa geçen Mehmet bey, tam umudunu kestiği anda elinde alet çantasıyla bir amcayı karşısında buluyor; duymuş ve gelmiş..
Yola çıkmazdan önce servise giden, fakat servisteki uzmanların bulamadığı sorunu Hüseyin Amca buluyor ve aracı onarıyor... Borcunu soruyor. Borcunun olmadığını, evime gelip çay içerken eşimin sancılarıyla ilgilenirse ödeşeceklerini söylüyor Hüseyin Amca.. Öğreniyor ki Hüseyin Kocakülah amca Savaştepe Köy Enstitüsü’nün ilk mezunu. 39 yıl Ege’nin köylerinde öğretmenlik yapmış ve emekli olduğunda tekrar Savaştepe’ye yerleşmiş bir Savaştepeli..
Tamircilik işinin nerden çıktığını soran Dr. Mehmet Beye Hüseyin amca şunları söylüyor: “…bilmezsiniz sizler, köy enstitüsü mezunu olmanın ne demek olduğunu? O zamanın okulları sanırsınız. Halbuki orada bu toprağın çocuklarına okuma yazmanın yanı sıra çiftçiliği, hayvancılığı, inşaat yapmayı, yemek yapmayı, bozulanları tamir etmeyi, örgü örmeyi hatta az buçuk hekimlik yapmayı bile öğrettiler.
Hayatı öğrendik ve öğretmen olup hayatı öğrettik çocuklara… Doğup büyüdüğünde zeytin tanesi gibi acı, yeşil bir meyve insan. Çoğunu sıkıp yağını çıkarıp posasını da sabun yapıyoruz. Yani heba olup gidiyor. Bir kısmını sofralık ayırıyor, selede tuza yatırıp acı suyunu atmasını buruşup bu hale gelmesini sağlıyoruz. Veya salamura yapıp olduğundan daha şişkin gösterişli hale getiriyoruz. İnsanlara da böyle yapmıyor muyuz?
Okullarda okutup okutup hayata hazırladığımızı sanıyor ya şişiriyor ya da buruşturup atıyoruz insanları…” Hüseyin Amca’nın evinin bir odası boydan-boya kitaplık.. Köyünde okumuş, öğretmen olmuş aydın bir köy çocuğu; insanlık yüklü bir köy insanı.. 1954’ten sonra bu köy çocuklarını değiştirdiler.. Birileri dağa çıktı, birileri askere gitti.. Karşılaştıklarında birbirlerine mermiler sıktılar.. Kimisi inşaatlarda düştü, kimileri irticacıların peşine.. Yaşanalar tıpkı Ömer Sohtorik beyin dediği gibi; “Köy Enstitüleri bu ülke için aydınlanma idi. Onu kapatmaları eğitime, bilime ve aydınlanmaya yapılan en büyük darbeydi! Bunun sorumluluları her kimse, nedeni şimdi çok daha iyi anlaşılıyor ki; bu döneme hazırlık taaa o zamanlardan planlanmış...”
Yorumlar
Yorum Gönder