Darbelerin Fotokopisi Muhtıralar Ve Sabrina Ve De Bir Numara: Öncelikle darbe ve uyarıların(Ar.muhtıraların) tomografisinin çekilmesi gerektiğini düşünenlerdenim. Ülkemiz üzerinden numara çevirenler, bir numarayı ülkemizde aratıyor, birilerine göre bir numara ABD..O zaman bizim iki numarayı aramamız gerekmiyor mu? Konuya sevgili Mustafa Mumcu ile başlamak istiyorum. Sevgili Mustafa Mumca 29/11/2009’da aramızdan ayrıldı. İki ay önce (07/09/2009)
“Ben de Ergenekoncuyum” başlıklı yazısında şunları söylüyor: “Gizlim kapaklım yok, ben de Ergenekoncuyum. Silivri'ye kapatmaları zor, zira hiçbir örgüt üyesi değilim. Öyle fotokopi evraklarla filan bir bahane bulup alırlarsa bilemem. Ama devletim aleyhine hiçbir şey yapmadım, tek kişilik Ergenekoncuyum. Kendi halinde, düşünce bazında...” Şu yorumu yapmışım: “Ben de 1 numara kim? Diye düşünüyordum; anlamıştım bunda bir numara olduğunu:)) Güzel ve yürekten bir yazı kutlarım..” Bana şöyle dönmüş: “ Evet, Şevket bey 1 numara benim. Yakında alır götürürler meçhule. Hakkınızı helal edin. Bu salak savcı bu yazıyı bile delil kabul edip beni tutuklarlarsa şaşırmayın!.....” Onlar alıp götüremediler meçhule, kendi gitti yüreğiyle.. Sevgili Mumcu, seni anmak adına, senin son yorumunla yazımı sürdürmek istiyorum: “ Evet, 1 numara biziz. Yakında alır götürürler meçhule. Hakkınızı helal edin. Bu salak savcı bozuntuları bu yazıyı bile delil kabul edip bizleri tutuklarlarsa şaşırmayın!.....”
Bizde “ 1 numara”yı arayan numaracı ikinci cumhuriyetçilerin, Cumhuriyetimizi de numaraladıklarını biliyoruz. Numaracılar, darbe senaryoları bütününde, es geçtikleri gezegenimizdeki “ 1 Numara”ya değineceğim, tuşların aşkına.. Uzun zamandır bu konu da yazmıyordum, nedeni, bıkkınlık yaratması, çünkü hep aynı senaryolar oynandığı için aynı şeyleri tekrarlayarak insanları bıktırmıştım. Bu nedenle farklı belgeler bekledim. Belgenin bana gelişi olası değildi, çünkü ‘Taraf’ değildim. “Düşünmek taraf olmaktır” demelerine karşın, taraflı olamamışım..Olmam da..
Peki belge toplayarak ne yapacaktım?
Gizdeki darbeye karşı darbe hazırlığı yapacak değildim ya, yazacaktım elbet! Fakat neyi? Geleneksel darbe korkularını siyasi ranta dönüştürüp, sivil darbelere özlem duyanları.. Bilindiği gibi, o dillerden düşmeyen “28 Şubat” görüngüsü(Fr. Fenomen diyorlar) için ‘balans ayarı” diyorlar: Doğrudur, fakat eksiktir; bu ayar çok partili döneme geçildiği günden beri yapılmaktadır. Kim tarafından? 28 Temmuz 1914 yılında başlayan ‘Birinci Dünya Savaşından sonra ‘Kürenin efendisi’ olan, sermayenin efendisi ve onun gezegenimizdeki taşeronları tarafından..
Süreç, ABD’nin; Bağlaşık(Ar.İttifak diyorlar) devletler karşıtı Anlaşma (Ar. İtilaf diyorlar) devletlerin yanında yer almasıyla işlemeye başladı.. Birinci dünya savaşında, bizimle birlikte bağlaşık devletler tarafında olan Almanya yenilince biz de yenilmiş sayıldık ve Almanya o gün bu gündür yenilgiyi, yani teslimiyeti yaşıyor. Biz ise ikinci dünya savaşındaki duruşumuz ve de emperyal güçlere karşı verdiğimiz “Kurtuluş Savaşı” ile attığımız tokattan bu yana sürekli balans ayarı ile teslim alınmaya çalışılıyoruz.
Buna kimsenin karşı çıkacağını zannetmiyorum, karşı çıkacakları konu, ABD’nin Almanya’yı teslim aldığını yazmam. Eğer buna itirazı olan var ise, ABD aynen kendisi gibi eyaletlere(16) böldüğü ve federal Parlamenter Cumhuriyet’e dönüştürdüğü Almanya’ya konuşlandırdığı 120 bin Amerikan askerin yanıtını versin bana:. Bana kimse uydurmaları (Arapça. Maval) okumasın! Almanya dünyanın 3. büyük devi değil ABD’nin Avrupa’daki güçlü karargâhıdır, İsrail’de Ortadoğu’daki karakolu...
Soruyorum: ll. Dünya Savaşı sonrasında, 1949'da, Almanya Amerika ve Rusya arasında paylaşılmak adına iki devlete bölünmedi mi? Bu iki devlet, 1990 yılında birleştikten bir yıl sonra(25 Aralık 1991) sonra Sovyet Sosyalist Cumhuriyetler Birliği(SSCB) çökmedi mi? Almanya, Afganistan’daki askeri gücüyle ABD ve Büyük Britanya’dan sonra en çok askeri güç gönderen ülke değil mi? Bırakın Obama öncesi Almanya ve ABD çekişmesini; tümü danışıklı dövüş; bilmiyor mu insanlar Obama seçilmezden önce, Avrupa’da ilk durak olarak Almanya’yı tercih etmesinin gerekçesinin, büyük bir bölümü İkinci Dünya Savaşı sonrası Almanya’ya gelen asker ve onların ailelerinden oluşan ABD’liler olduğunu-ki kendisi de itiraf etmiştir- Almanya ve ABD’nin yakın dost olduklarını ve bu sürecin, Almanya'nın savaş sonrasında tekrar endüstrisinin kurulması için 1948’teki ABD Marshall Planı ile başladığını kim yadsıyabilir?
Amerikan Ordusu’nun II. Dünya Savaşı sonrası kurduğu ve kendi toprakları dışındaki en büyük üssünün Almanya’da olduğunu ve bu üssün ABD’nin Avrupa’daki hava gücü ve aynı zamanda Nato’nun lojistik tesislerinin merkezi olduğunu bilmiyor muyuz? Almanya'da, Amerika Birleşik Devletleri tarafından konuşlandırılmış nükleer silahlar bulunmuyor mu? Bugün, bu küresel efendinin ülkemizi de eyaletlere bölmek isteyip istemediğinin yanıtını verebilir misiniz? Anadolu insanı bugüne kadar buna izin vermedi ve Büyük Önder Atatürk Almanya ile alınan yenilgiyi yengiye dönüştürdü, yani asla teslim olmadı.
Bugün aşağılanan, o günün koşulunun zorunlu tek partili döneminde İkinci Dünya Savaşına(1 Eylül 1939)Dün, Amerikan mandası isteyenleri, Ali Kemalleri ve bugünün postmodern mandacı Ali Kemalleri lütfen aklına getir) 1950 sonrası sürekli bizi yenilgiye uğratmanın marchallığı içindeler. Süreç nasıl işletildi? İçimizdeki İrlandalılara göre Tek parti yönetimi otoriter ve baskıcı idi. İkinci Dünya Savaşının galibi ABD ve İngiltere de aynı şeyleri düşünmeye başladı. Özellikle İngiltere, çünkü Anadolu insanı ve Atatürk’ten yediği tokadı unutamıyordu İngiltere ve diğer emperyalist güçler. ABD de buna hazırdı, çünkü gezegeni ele geçirmek istiyordu.Bu nedenle ll.Dünya savaşına katıldı.
Önünde ÜÇ tehlike vardı. SSCB, Japonya ve Hitler’in Nazi Almanya’sı.. 7 Temmuz 1937’de Çine saldıran ve 9 Eylül 1945’ te durdurabildiği Japonya, ABD’nin ilk hedefiydi… Aslında SSCB’nin de hedefi Japonya idi, çünkü Hitler’in Nazi Almanya’sı ile 25 Kasım 1936 tarihinde Anti-Komintern Paktı'nı imzalamıştı. Japonya Büyük Okyanus'ta olası bir Amerikan askeri müdahalesini önlemek amacıyla ABD’nin Pearl Harbor askerî üslerine(7 Aralık 1941) saldırdı. Ve Japonya ABD ve müttefikleriyle bilfiil 8 Aralık 1941’de savaşa başlamış oldu. Japonya’yı durdurmakta zorluk çeken ABD 6 Ağustos 1945’te Hiroşima ve 9 Ağustos 1945’te de Nagazakiye Atam bombası atarak işi bitirdi.
Gezegeni ele geçirmek isteyen bir diğer saldırgan ülke de;Hitler’in Nazi Almanya’sı idi. Bu amacı için dünyanın en büyük enerji kaynağı Kömür madenleri için Polonya’ya saldırmıştı. (1 Eylül 1939) ve Japonya ile ortak hareket ediyordu. Aslında SSCB, Alman yayılmacılığına karşı İngiltere ve Fransa ile dayanışma içinde olmak istemiş, fakat bu isteği her seferinde reddedilince 23 Ağustos 1939 günü Hitler’in Nazı Almanya’sı ile saldırmazlık paktı imzalamak zorunda kaldı.Amacı, Nazilere karşı savaş hazırlığı yapmak için vakit kazanmaktı. Stalin (SSCB) saldırmazlık paktı tek taraflı olarak kaldırdı, çünkü o da Hitler gibi yayılmacı politikalarında ısrarlı idi, öyle ki; Türki’den bile toprak istiyordu.
Türkiye dışında diğer istekleri yerine geldi(Türkiye’den toprak alamamış, çünkü içimizdeki İrlandalıların tanımladığı tek partili otoriter ve faşizanla suçladıkları liderlerle başarılmıştı). Bu ara İngiliz ve Fransız ve ABD emperyalistleri Nazileri kışkırtıyorlardı SSCB’ye saldırsın diye ve sonunda(1941)Hitler Sovyetlere saldırdı. Ne mi oldu? Ne olacak; Stalin bu sefer müttefiklerin yanında yer aldı. Faşizmin yenilmesinde ll. Dünya Savaşı’nın en ağır bedeli ödeyen güç olarak (24 milyon ölü) müttefiklerin yanında Nazı Almanya’sına karşı kazandığı zafer uluslararası alanda gücünü ve popülaritesini artırdı…
Ve sonunda; ABD ve SSCB gibi süper güçler ortaya çıktı. Nato ve Doğu Bloğu olmak üzere iki kutuplu güç dengesi oluştu, bu da Soğuk Savaş’ın başlangıcı idi. Son dünya savaşının iki galibi vardır. SSCB ve ABD.. İşte bunlardan ABD ve İngiltere tarafından dayatılan demokrasi baskıları,yani ABD ve İngiltere’nin ülkemiz için biçtiği güdümlü ve bağımlı demokrasi elbisesini Türkiye’ye giydirmek için başlayan politikalar doğrultusunda.. Ülkemiz insanı uyarılara yabancı değildir.
Kurtuluş savaşı veren, askerle bütünleşmiş Anadolu insanının ömrü, Büyük Önderle birlikte, emperyalizme ve onun yerli işbirlikçilerine verdiği uyarılarla doludur İlk uyarısını 18 Mart 1915’te Çanakkale’de vermiştir.. İkinci uyarısın 19 Mayıs 1919’da Samsun’da.. Üçüncü uyarısını 30 Ağustos 1922’oe Afyon’da.. Dördüncü uyarısını 23 Nisan 1920’ de Ankara’da.. Beşinci uyarısını 29 ekim 1923’te Ankara’da vermiştir.. Altıncı uyarısını, 1959’un Kasım-Aralık aylarında İstanbul’da vermiştir, Yedinci uyarısını(muhtırasını) 16 Şubat 1969 tarihinde İstanbul Beyazıt meydanında ABD'nin 6. Filo'sunu protesto etmek için 76 gençlik örgütünün toplanması ve faşistlerin kanlı pazara dönüştürdüğü halk uyarısı..
Gün geldi 2000’ler sonrası bu uyarısın tekrarladı, fakat anlayan olmadı: Örneğin; 14 Nisan 2007’deki Ankara Tandoğan ve 29 Nisan 2007’deki İstanbul-Çağlayan uyarısı… Fakat, 2000’ler sonrası; emperyalizme vurduğu darbe nedeniyle, emperyalist ve onun yerli işbirlikçileri, Kurtuluş savaşının öncüsü Atatürk ve Anadolu insanından intikam almak adına, Atatürk ilke ve devrimlerine saldırmak için, her koşulda kullandıkları askerin Kemalist duruşunu kırmak için; Demokrasiyi araç olarak kullanarak, sanal darbeler ortamı yaratmanın kurgularına girdiler..
Öncelikle şu darbelerin ve o’nu tamamlayan askeri uyarıların (Ar. Muhtıra diyorlar), doğrusu askerin siyasete karışmasının(Ar. Müdahale) zamandizinine(Fr. Kronoloji diyoruz) bir bakalım: TSK’nin ilk siyasete karışmasının tarihi 9 Kasım 1938’dir; Atatürk’ün aramazdan ayrılışından bir gün önce.. İlk uyarı(muhtıra) ise 12 Mart 1971 uyarısı(muhtırası) olarak söylense de; ilk uyarının 3 Mayıs 1960’da Kara Kuvvetleri Komutanı Orgeneral Cemal Gürsel tarafından Milli Savunma Bakanı Ethem Menderes’e verildiği savlanır.
Bilindiği gibi; 1946'da Demokrat Parti (DP) kuruldu. İsmet İnönü’nün de büyük gayretleriyle çok partili demokrasi sürecine geçilmiş ve sonrasında 1950'de otuz yıllık tek parti iktidarının simgesi CHP iktidarı yerini DP iktidarı gelmiş, Adnan Menderes Başbakan, Celal Bayar Cumhurbaşkanı olmuştur.. DP süreci alabildiğine hız kazanır. Emperyaller ve Atatürk karşıtları harekete geçmiştir artık… Ezan Türkçe okunurken, Arapça okunmaya başlanmış.
Kurtuluş savaşının muzaffer ordusunun kumandan kademeleri tek-tek(tıpkı bugünkü siyasal erkin saldırısı gibi) değiştirilmeye başlanarak, emperyal güçlere katkı bağlamında, bizle hiç ilgisi olmayan Kore Savaşına bir tugay asker gönderildi ve de ardından Marshall yardımlarıyla yapay ekonomik kolaylıklar sağlanmaya başlandı. Artık küresel efendilere (ABD ve İngiltere) teslimiyet dönemi başlamıştı. Onların güçlerini pekiştirmeleri için 17 Ekim 1951'de NATO'ya girmenin yanında; küresel efendinin politik, ekonomik, psikolojik ve askerî güçleri bir arada kullanma planları (Fr. Stratejik) doğrultusunda İran, Pakistan ve Türkiye’ye CENTO'yu kurdurttular. İkinci seçimlerde(1954) de oylarını artıran DP, ülkenin yapay umudu olarak gösterilir oldu.
Adeta Halkla bütünleşen izlenimi yaratılarak sosyal, ekonomik ve askeri alanlarda ülkeyi ileri noktalara taşıyor kanaati oluşturulmaya çalışıldı ve ABD Başkanı Eisenhower'in isteğiyle Türkiye İsrail'i tanıyan ilk Müslüman ülke olarak Araplar ve İslam âlemi ile ilişkilerini kopardı(tıpkı 2000’ler sonrası gibi) İktidar küresel efendilerin güdümündeydi ve onlara bağımlıydı. Halkı oyalamak, onları uyandırmamak için, onların kutsal inançlarını siyasal ranta dönüştürmek için sürekli halkın kutsal inançlarını okşuyordu. İslam ülkelerinden tamamen uzaklaştırılmıştı.
Tam bu noktada; Orta Doğu Kafkaslardaki soğuk savaş dönemi azalmaya başlamıştı. ABD isteklerini elde etmişti ve artık DP’nin kullanma tarihi bitmek üzere idi ve de ABD, DP ile bağını yavaş-yavaş kesiyordu(Bu döneme ne kadar benziyor değil mi, arkadaşlar). Beklenmeyen bir şey oldu. Menderes saf değiştirmeye çalışıyordu,yani Rusya’ya yöneliyordu(Ruslarla,İskenderun Demir Çelik Fabrikası anlaşması) Artık ABD düğmeye basmıştı… Beklenen oldu. Kasım-Aralık(1959) ayları, CHP'nin de gayretleriyle halk bilhassa öğrencilerle birlikte uyarısın(muhtıra) vererek sokağa indi.
İktidar yolsuzlukla, ABD uşağı olmakla ve irtica ile suçlanıyordu(ne kadar benziyor değil mi günümüzde.. Onun için Başbakan çıkıp, ideolojisinin nefret ettiği Menderes’i bugünlerde siyasi ranta dönüştürür oldu gibime geliyor). İşte DP iktidar süreci, çok partili dönemin ‘Darbeye esas’ askerin önemli uyarısını(muhtırası beraberinde getirmiştir Cemal Gürsel’in bu uyarısı15 maddeyi içermektedir. Bayar’ın istifa etmesi ve Menderes’in cumhurbaşkanı olması,hükümette değişiklikler yapılması, İstanbul ve Ankara Valileri ile emniyet müdürlerinin değiştirilmesi, muhalefet ve basının eylemlerini soruşturan, soruşturma (Ar.tahkikat) komisyonlarının kapatılması, Ankara sıkıyönetim komutanın değiştirilmesi, tutuklu gazetecilerin serbest bırakılması, anti demokratik yasaların tasfiye edilmesi, vatandaşlara eşit davranılması, din istismarının terk edilmesi, maddeleridir..
3 Mayıs günü emekliye ayrılan C.Gürsel, halkın,öğrencilerin üzerine askeri birliklerin sevk edilmesini ve Polisin profesörlere karşı kullandığı şiddete şiddetle karşı idi.. Türkiye Cumhuriyeti tarihinde gerçekleşmiş halk ve asker dayanışmasındaki ulusal devrim, 27 Mayıs 1960’da yaşama geçti.. Ulusal devrim klasik askeri emir komuta zinciri içinde yapılmamıştır; bazı düşük rütbeli subayın planları ile icra edilmiştir. Gerekçe; Demokrat Parti’nin ülkeyi gitgide bir baskı rejimine ve kardeş kavgasına götürmesi idi..Celal Bayar, Başbakan Adnan Menderes başta olmak üzere birçok DP’liyi tutuklandı.
Genel Kurmay Başkanı Rüştü Erdelhun, emekli olduktan sonra DP'den milletvekili seçilen eski Genelkurmay başkanı Mehmet Nuri Yamut ve eski bazı komutanlar da tutuklananlar arasındaydı. Her ne kadar, demokratik haklar bütünündeki ulusal başkaldırı olarak görülse de, işletilen süreçte antidemokratik insan hakları karşıtlığıyla beslenen kimlikler yüklenir oldu, gizemli işbirlikçiler ve de ABD tarafından. Ve böylelikle; Celal Bayar yaş haddinden kurtuldu ancak 1961’de Yassı ada mahkemeleri kararıyla Adnan Menderes, Hasan Polatkan ve Fatin Rüştü Zorlu idam edildiler. Birilerine göre; Atatürk’ün 1923'den itibaren devlete ve bürokraside oluşturduğu statükocu temeller on yıllık DP iktidarıyla fazlaca hırpalanmıştı, dahası batı değerleri ile oynanmasına izin verilmemişti.
Amaç; ABD ve İngiltere güdümünden yavaş-yavaş uzaklaşıp halkın iktidarı olmak isteyen DP yıkılmıştı. Ve böylelikle devlet’te yer bulmaya çalışan Anadolu insanının önü kesilmişti.. İyi de bu halk iktidarı; muhalefeti ve basını soruşturan komisyonlar aracılığıyla mı kuruluyordu. Ne diyor Söner Yalçın 5 Eylül 2010 yazısının bir yerinde? “
- - Her türlü yayını yasaklamak, yayın organlarının basım ve dağıtımını durdurmak ve kendilerince gerekli her belgeye el koymak bu tahkikat komisyonunun görevleri arasındaydı. (Belge aradığı her kurumu, her evi izinsiz basma yetkisi vardı.)
- - Meclis görüşmeleri ya da önergeler sadece Resmi Gazete’de yayınlanabilecekti.
- - Hükümet bütün iletişim araçlarından istediği gibi yararlanabilecekti. Anlaşılacağı üzere komisyon, TBMM’den ve mahkemelerden daha güçlüydü; savcı ve hâkimlerin bütün yetkisini elinde tutuyordu…”
AKP için bugünlerde satır aralarında söylenenlere ne kadar benziyor değil mi? Özellikle ‘devlette yer bulan Anadolu insanı’. Soruyorum, “Devlette yer bulan Anadolu insanı mı, yoksa siyasal İslam’ın tabanı mı?” Halkoylamasında ‘Hayır!’ çıksın, bu vaveylayı daha da yükseltecekler, dün ABD tarafından iktidara getirilenler, ABD tarafından götürüldük diyerek mağdurları ve mazlumları oynayacaklar... Doğrudur; DP döneminde başlatılan katkılar sürdürülmüştür. Örneğin; Amerikan barış gönüllülerinin etkinliği, okullarda Amerikan süttozu, tereyağı ve bisküvi ikram edilmesi-Ki o hiç sevmediğim ABD peynirini pencereden atar, içmesini hiç sevmediğim süttozu sütü kazanın içine, arkadaşımın soğukkuyu ayakkabısını atmıştım, mart 1960’da- İşin çelişkili en büyük yanı; Menderes hükümetinin "memleketi Amerika'ya satmak" la suçlanarak 1960 harekatı yapılması ve sonrasında bu hareketi yapanların ABD’ci olarak suçlanması. Bu da ülkemize özgü bir siyaset olsa gerek..
Doğrudur; Ordu'yu politikanın merkezine oturtulması(Bana göre sonrası darbelerde bu süreç yaşandı. O süreçlere ses çıkarmayanlar, bugünlerde, 1960 devrimini yerden-yere vuruyorlar Ali Kemalcıklar-. 1961 Anayasası gereğince oluşturulan Milli Güvenlik Kurulu (MGK) ise ordunun sivil hükümetler ve meclis üzerinde sürekli denetim kurmasını sağlayan bir mekanizma ve On yılda bir müdahalelere zemin hazırlayarak "askeri vesayet" geleneği oluşturulması. Tüm bunlar bahane edilerek sivil faşizmin temellerini oluşturmanın yanlışlığını algılayamamak, sizce yanlışların en büyüğü değil midir?
Özellikle bugünlerde, bir zamanlar “Amerikan uşaklığıyla” suçladıkları Menderes ve Özal için “Babamız” diye dolananlara mı bu hal inanacak ve faşist anayasaya evet diyecekler. H1960 devrimi daha sonraki yıllarda meydana gelen askeri darbelerden farkı TSK emir komuta zinciri içinde yapılmamış olması şeklinde yorumlayanlar, nedense bunun, halkın ve öğrencilerin desteğindeki ulusal devrim hareketi olduğunu halka kesinlikle anlatmalı. Şu bir gerçek ki ABD’nin bunda da dahli vardır. Nedene kısaca yukarıda değindim.. Fakat 27 Mayıs 1960’i iyi anlamak için, kesinlikle ondan sonra gelişen darbeler ve muhtıralar sürecini işlemek gerekir:
Sonrası süreç nasıl geliştiğine bir bakalım; Kanlı Pazar, 16 Şubat 1969 tarihinde İstanbul Beyazıt meydanında ABD'nin 6. Filo'sunu protesto etmek için 76 gençlik örgütünün toplandığı sırada meydana gelen olaylardır… Gösteri yapılmadan önceki günlerde Komünizmle Mücadele Derneği uyarılarda bulunarak halkı tepkiye çağırdı. O gün, diğer bir grup da Beyazıt meydanında taşlı sopalı beklemeye koyuldular. İki grup meydanda karşılaştı. Olaylar sırasında Ali Turgut Aytaç ve Duran Erdoğan adlı gençler bıçaklanarak öldü. 12 Mart Muhtırası: 12 Mart 1971 tarihinde Türk Silahlı Kuvvetlerinin Memduh Tağmaç, Kara Kuvvetleri komutanı Faruk Gürler, Deniz Kuvvetleri komutanı Celal Eyiceoğlu ve Hava Kuvvetleri komutanı Muhsin Batur'un imzasıyla Cumhurbaşkanı Cevdet Sunay'a bir muhtıra vererek hükümetinin istifasını zorlandığı askeri müdahaledir. Cemal Gürsel'in ani ölümü(1965) sonrası Cumhurbaşkanlığı'na Genelkurmay Başkanı Cevdet Sunay geldi.
Sunay'ın yerine 16 Mart 1969'da Memduh Tağmaç getirildi… İnönü’nün öncülüğünde DP’lilerin siyasi hakları iade edildi(14 Mayıs 1969). Ordu karşı idi ve darbeye hazırlanıyordu. Tüm bunları Amerikan Dışişleri Bakanlığı'nın belgelerinde; 19 Mayıs 1969 akşamı Ankara'daki Merkezi Haber alma Örgütü'ndeki bir CIA görevlisinin Washington'a gönderdiği mesajda Türk Silahlı Kuvvetleri'nin müdahaleye 16 Mayıs günü karar verdiği söyleniyordu. Bu gelişmeleri sezinleyen İsmet Paşa 20 Mayıs'ta Cevdet Sunay’ı mektupla uyarmasına karşın yanıt alamıyor.. Sonra genel seçime gidildi.
Süleyman Demirel önderliğinde Adalet Partisi, 1969 Türkiye Cumhuriyeti Milletvekili Genel Seçimleri'nde tek başına iktidar oldu. Bayar ve arkadaşlarının 27 Mayıs darbesiyle kaybettikleri siyasi hakları 1970'lerin ortalarına kadar da iade edilmedi. Bu seçime göre Adalet Partisi aldığı %46.55'lik oyla meclise 256 milletvekili gönderip iktidar partisi, Süleyman Demirel ise başbakan olmuştur.[4] Cumhuriyet Halk Partisi ise meclise gönderdiği 143 milletvekiliyle ana muhalefet partisi olmuştur. 1970'te, çalışma yaşamını ve temel sendikalar mevzuatını düzenleyen 274 sayılı İş Yasası ile 275 sayılı Sendikalar Yasası'nda değişiklik yapan tasarı, 11 Haziran 1970'te cumhurbaşkanı Cevdet Sunay'ın onaylamasıyla yürürlüğe girdi.
Kanunlaşan tasarı esas olarak Türk-İş'ten DİSK'e işçi akışını önlemeyi amaçlamaktaydı. DİSK ve bağlı sendikalar yeni yasaya tepki gösterdiler. Türkiye İşçi Partisi ise söz konusu yasa değişikliklerini Anayasa Mahkemesi'ne götüreceğini açıkladı ve iptal davası açtı. DİSK'li sendikacıların ve yöneticilerin tepkileri, 15 Haziran 1970 sabahı, İstanbul'un belli başlı merkezlerine doğru yürüyüşe geçmeleriyle yeni bir evreye girdi. Gösterilere pek çok fabrikadan 75.000 dolaylarında işçi katıldı. Olayların birinci günü akşamı Bakanlar Kurulu 60 günlük bir sıkıyönetim ilan etti. DİSK ve bağlı sendikaların yöneticilerinin pek çoğu sıkıyönetim mahkemelerince tutuklandılar ve yargılandılar.
Kadıköy'de meydana gelen olaylarda 2 işçi, 1 polis ve 1 esnaf yaşamını yitirdi.[ 16 Haziran'da Ankara, Adana, Bursa ve İzmir'de de küçük çaplı olaylar yaşandı. Türk Silahlı Kuvvetleri tarafından emir-komuta zinciri içerisinde 12 Mart muhtırası verilmemiş olsaydı, TSK içinde kurulmuş olan ve başında Emekli Korgeneral Cemal Madanoğlu'nun bulunduğu gizli askeri cunta fiilen 9 Mart 1971 tarihinde darbe yapacaktı.
[ Cunta içine sızmış ve önemli görevler üstlenmiş olan Mahir Kaynak vasıtası ile darbenin önüne geçildi. 12 Mart 1971 darbesine giden süreçte Doğan Avcıoğlu'nun çıkardığı Devrim gazetesi etrafında toplanan ve içlerinde 27 Mayıs Darbesini yapan Millî Birlik Komitesi'nin gerçek lideri. Emekli Korgeneral Cemal Madanoğlu'nun da bulunduğu "Milli Demokratik Devrimciler", o dönemin siyasi partilerinin demokrasi anlayışının bir oyalamaca olduğunu ileri sürerek ulusçu-devrimci yöntem olarak ifade edilen ilkeler doğrultusunda muhalefeti savunuyorlardı. Devrim gazetesinin genel yayın yönetmeni Hasan Cemal çok sonraları anılarını anlattığı Cumhuriyet'i Çok Sevmiştim adlı kitabında o zamanki amaçlarının "ulusalcı" subayları ikna ederek onlarla birlikte bir "Milli Demokratik Devrim" darbesi yapmak olduğunu yazdı. (Sınırsız ve kuralsız demokrasi avcılığı yapan Hasan. C’nin şimdiki duruşu size hiç düşündürücü gelmiyor mu?).
Nitekim 9 Mart 1971 tarihinde planlanan darbe, içlerinde Mahir Kaynak ve Mehmet Eymür'ün durumu Genel Kurmay Başkanı Memduh Tağmaç ve 1. Ordu Komutanı Faik Türün'e haber vermesiyle akamete uğratıldı. Ve 12 Mart 1971 uyarısı-ki bana göre darbedir- yaşanır oldu ve Üç fidan darağacına gönderildi. Menderes’i enterne eden mantık ABD’nin bir oyunuydu bu, gelenekçi(muhafazakar) halkın gönlünü almak için, Deniz Gezmiş, Haseyin İnan ve Yusuf Aslan’ın idamıyla Menderes’in intikamı alınıyor imajı yaratılır oldu.
Gerekçe; "Parlamento ve hükümet, süregelen tutum, görüş ve yaptıklarıyla yurdumuzu anarşi, kardeş kavgası, sosyal ve ekonomik huzursuzluklar içine sokmuş, Atatürk'ün bize hedef verdiği çağdaş uygarlık seviyesine ulaşmak ümidini kamuoyunda yitirmiş ve anayasasının öngördüğü reformları tahakkuk ettirememiş olup, Türkiye Cumhuriyeti'nin geleceği ağır bir tehlike içine düşürülmüştür."' Muhtıranın üzerine başbakan Süleyman Demirel istifa etti Kocaeli bağımsız milletvekili Nihat Erim başbakanlığında bir hükümet kuruldu ve 1973 seçimlerine kadar Türkiye'de yarı askeri bir rejim hüküm sürdü.
Olguyu tüm detayıyla ele alalım: 12 Mart Darbesi: Dünyayı sarsan Öğrenci hareketleri hareketi ülkemizi de etkilemişti. Ankara Dil ve Tarih, Coğrafya Fakültesi'nden başlayan hareket ülkemiz genelindeki üniversitelere de yayılır. Bu bir siyasal harekettir ve gençliğin artıdemokrasi duyarlılığıdır.. Polis saldırıları başlamıştı, çünkü anti-Amerikancı ve anti-emperyalist söylemlerden içteki işbirlikçiler rahatsız olmuştu. Bu rahatsızlıkların faşist kitleyi harekete geçirerek gösterdiler. 6. Filo'ya karşı protesto mitingleri ve yürüyüşleri yapılır.
Polisle çatışan sol görüşlü gençler askerle karşılaşınca "ordu-gençlik elele" sloganları atarlar. İşbirlikçiler; gösterilerin arkasında İnönü olduğunu savlanarak olguyu 27 Mayıs öncesindeki hareketlerle özdeşleştirirler. Emperyal yağdanlıklara göre; aşırı solcular, 27 Mayıs'ta yarım kalan, "Milli Demokratik Devrim" idealini gerçekleştirmek için hareket geçmişlerdir. Bu hareketi kırmak için, "9 Martçılar" olarak bilinen sol eğilimli subay grubunun Hava Kuvvetleri Komutanlığı'nda toplantı yaptıkları haberini yayarlar ve ardından asker içindeki sağcı kesim 12 Mart 1971 Müdahalesini gerçekleştirir(Bugün ordu siyasi merkeze oturdu diyenler, siyasi merkezin yandaşları bu askerler için zerre kadar laf etmezler.
Onlar için ideolojilerine karşı duran ve laik demokratik Cumhuriyet’i savunan askerler faşisttir ve siyasete müdahaleye koşullanmışlardır.) Çelişkiye bakar mısın; 12 Mart Muhtırasının aşırı solcu gençlere yapıldığını savlayanlar, utanmadan 180 derece dönüş yaparak, adeta faşist cunta ile işbirliği içinde değilmiş izlenimi vermek için, 12 Mart’ın; Süleyman Demirel’e, yani halkın büyük desteğiyle önemli başarılı icraatlar yapan AP hükümetine yapıldığını söyleyebilmektedirler. Çünkü Türkiye'nin huzurlu, müreffeh, güçlü bir devlet ve ülke olarak yaşamaya hakkı yokmuş (bugünkü söylemlere ne kadar benziyor. Benzer çünkü, o gün bunları söyleyen kimlikler, bugün Ergenekon kurgulayıcısı AKP için aynı şeyleri söyleyenler.)
Adalet Partisi (AP) yönetimine karşı yapıldığı söylenen 12 Mart’ın gerekçesi; ekonomik ve siyasi krizmiş. O zaman, Menderes olayında olduğu gibi bu sürecin arkasında da ABD ve CIA oluyor. Demek ki ABD sosyalist, fakat bizim haberimiz olmamış.. İşin ilginç yanı; 12 Mart’ı yapanların gerekçesi de, Milli Nizam Partisi’nin ve lideri Necmettin Erbakan’ın irticai hareketleriymiş. (El insaf, 60 öyle, 12 mart öyle, 12 eylül öyle ve 28 şubat öyle ama irticanın bir türlü önü alınmadı).. Öylesi bir dümdüz mantıkla yaklaşılıyor ki, çıldırmamak olası değil; siyasilerin çok güçlü geldiği dönemlerde, devleti ve Cumhuriyeti biz kurduk gerekçesiyle ordu iktidara el koyuyormuş.
Ne rastlantıdır ki, her darbe ve uyarı sonrası izin sağ partiler iktidar olmaktadır. Bir düz mantık da benden; o halde bu darbeleri ABD-CIA ile birlikte sağcılar kurgulamaktadır. Öyle ki; Türkiye'nin İslam ülkeleriyle yakınlaşması, U-2 casus uçaklarına izin verilmemesi haşhaş ekiminin yasaklanması vs, Bunların çoğu kesintili CHP iktidarları döneminde olmadı mı?... Özellikle haşhaş ekim yasağı zaten ABD’nin isteği idi ve bu isteği sağ iktidar yerine getirmişti. Bunun operasyon gerekçesi haşhaş ekiminin serbest bırakılmasıdır, ki bunu da Ecevit hükümeti yapmıştır ve 12 Eylül darbesinin gerekçesi olabilir, 12 Mart’ın değil.. 14 Ekim 1973 tarihinde gerçekleştirilen genel seçimlerde TBMM 15.dönem milletvekilleri seçilmiştir. Bunun sonucunda 185 milletvekiliyle CHP iktidar, Bülent Ecevit'te başbakan olmuştur.
12 Eylül Darbesi: Ve 12 Eylül Darbesi. Bilmem bu darbeyi anlatmaya gerek var mı? Bu darbenin de Demirel’e yapıldığını, Özellikle kimleri beslediğini, bu darbenin de irtica tehlikesi nedeniyle yapıldığını, ABD’nin yaptığını sıralamaya gerek var mı? Darbelerin başat gerekçelerinden biri deTürk-Sovyet ticari ilişkilerinin geliştirilmesinin ABD'yi rahatsız ettiği..İyi de neden Rusya-KGB değil de, her defasında ABD-CIA darbe yapıyor ve her darbe sağın daha da güçlenmesini ortaya çıkarıyor (Sakın banı 12 Mart sonrası Milliyetçi Cephe hükümetlerini es geçerek Ecevit iktidara geldi demeyin…)
Burada da düz mantık yürüteceğim; demek ki sol böylesi kurgularda güçlü değil, güçlü olan sağ… söylemiştir. Bir başka gerekçe de, 12 Eylül öncesinde "ABD Türkiye'nin İran'a dönebileceği korkusu imiş.. İyi de aynı ABD çiftliğinde bir cemaat liderini neden besliyor ve de bugünün siyasal İslam’ını neden destekliyor?.. 28 Şubat Müdahalesi ve E-Muhtıra Köşe dönücü iş bitirici Özal dönemi için o birileri diyor ki; 12 Eylül’ün türettiği 1983' ten sonraki Özal'lı yıllar Türkiye'nin kazanılmış zaman dilimi olarak büyük reformlara sürecidir.
Devamında çekinmeden. Dahası halkı keriz yerine koyarak; 1980'lerden itibaren ABD'nin İslami hareketlere karşı duruş sergilemeye başlamış ve özellikle 1990'da Sovyet bloğunun çökmesiyle NATO'nun değişen kavramı(Fr. Konsepti) önem kazanarak, İslam medeniyetini ve coğrafyasını hedef almak için "Radikal İslam" veya "İslam fundamentalizmi" kavramlarını gündeme taşıdığını söylemektedirler. Bu yaklaşım siyaset ve sosyal bilime aykırı yaklaşımlardır. Çünkü, ABD ve NATO madem böylesi bir yaklaşım içinde, neden F.Gülen’e sahip çıkmakta ve de siyasal İslam’ın iktidarı için kolaylıklar sağlamaktadır.
Evet, doğru ve anlamlıdır; Carter'in Ulusal güvenlik danışmanı Zbigniev Bizezinski'nin 30 Haziran 1986 tarihli U.S. New and Report dergisinde yayınlanan anılarında yer alan "İslam dostlarımızda bastırılmalı, düşmanlarımız da teşvik edilmeli". Hatta Fransa Savunma Bakanı François Leotard (29 Eylül 1994) "NATO'nun kendisini İslamcı fundamentalizmden gelen tehdide göre yönlendirmesi gerekir". Sonrasında; NATO Genel Sekreteri Willy Claes: "Köktendincilik Komünizmden daha tehlikelidir….. lütfen bu tehlikeyi küçümsemeyin..." Bu sözleri yerine getirmek için, İslamiyet’in bir kanadı kullanılarak (ki büyük çelişkidir) BOH (Büyük Orta Doğu Harekatı-Projesi) bütününde ülkemizde Ilımlı İslam Süreci başlatılmıştı.
Öyle bir süreç ki; Iran kadını bize koşarken, bizim kadınlarımız radikal İslamcı Iran’a koşturularak.. Yaklaşıma bak. Dahası olayı nasıl saptırıyorlar ABD ile yatıp kalkanlar. Neymiş efendim; "irtica komünizmden daha tehlikeli" sözünün Türkiye'de gündeme oturması sonrası ABD-CIA ve 28 Şubat 1997’de Sincan’da tankları yürütmüştür. amentüsüne dönüşmesi manidar değil midir?
Hadi diyelim; Nato kavramını(konseptini) değiştirince Türkiye buna hızla uyum gösterdi ve MGK toplantılarında, Milli Güvenlik Siyaset Belgesi'nde değişikliğe gidilerek "irticanın bölücü tehditten daha öncelikli tehlike" olarak ilan edilmesi (yanlış mı?) ve Refahyol hükümeti yıkıldı..
İyi de onun yerine gelen AKP, yıktıklarıyla yıkılan Refahyolu’nu aratmıyor mu?
Aratmıyor ise, bilmediğimiz bir gizemli teslimiyet var.. NATO ve ABD öteden beri kavramı (konsepti) siyasal İslamı beslemek değil mi idi?..Sanki hiç vazgeçti de... Bugün daha fazlasıyla besliyor.. Fehmi Koru 25/08/2000) 28 Şubat'ı "en ince ayrıntılarına kadar düşünülmüş dış destekli bir devlet projesi" diyor; Peki, 2000’ler sonrası, iki günde kurulup, üçüncü gün iktidara taşınan AKP süreci neyin projesi. Dürüst isen ver bunun yanıtını.. MGK toplantısında Batı Çalışma Grubu (BÇG-28 02/1997)'nun 1995 yılından bu yana üzerinde çalışarak hazırladığı post-modern darbe bildirisi ve kararlarını Rafahyol Hükümeti (Erbakan-Çiller)'ne sundular. Doğrudur...
Zamanın Genelkurmay II. Başkanı Çevik: "Arkadaşlar Türkiye tarihi bir dönem yaşamıştır. İlk defa TSK öncülüğünde sivil toplumun örgütleri ve halkın desteğiyle ülkeyi laiklikten uzaklaştırmak isteyen güçler engellenmiştir. Bu silah kullanılmadan rejimin özgücü ve sivil inisiyatifle yapılan post-modern bir darbedir." Dediği de doğrudur. Peki soruyorum bu Çevik Bir Paşa, şimdi nerede görevli?
AKP yandaşı bir oluşumun yönetiminde kim çalışıyor.. Dedim ya, halkı keriz yerine koymak buna derler.. Ordu siyasetin merkezine konuşlandı, askeri Koruma (Ar.vesayet ), asker sivil siyasete karışmamalı.. Asker bu nedenle uyarılmalı, kulağı çekilmeli..Tüm bunlar masal.. Asker’in 1960 ve 28 Şubat mantığının, dahası halka ve sola yakın, Laik Demokratik Cumhuriyetçi duruşu değiştirilerek 12 Mart ve 12 Eylül mantığına dönüştürmektir, temel amaç.
Daha doğrusu askeri bekçi Murtaza’ya dönüştürmekte.... Ilımlı İslamcı teorisyenlerin şu değerlendirmesi size de ilginç gelecektir: Cumhurbaşkanı Demirel defalarca darbe ve muhtıralar yaşamasına karşın 28 Şubat darbecilerinin yanında saf tutacak, adeta 28 Şubat rejimin sivil baş aktörü olacaktı.Sizler değil miydiniz o Demirel’in kucağında büyüyen. Ne oldu da Baba diye peşinden koştuğunuz Demirel sizin için bu kadar değişti.. Kesinlikle inanıyorum; klasik, modern darbelerden sonra post-modern bir darbe sürecinin yaşandığına. Siyasal erkin başlattığı sanal Ergenekon süreci böylesi bir süreçte sivil faşizme giden yoldur...
Artıdemokrasiyi değil antidemokrasiyi kurumsallaştırma sürecidir, 2000’ler sonrası.. Olguları saptırmak resmen ilkeleri olmuş. Öyle olmasa bunları söylerler miydi: 28 Şubat ülkeyi laiklik adına irtica'dan koruyacağım derken her türlü entrika, batık bankalar, yolsuzluklar, şaibeli özelleştirmeler, başını almış gitmişti. Ülkenin 60 milyar doları bu süreçte buharlaştırılmıştı. Başörtüsünün üniversitedeki yasağı imam hatip okullarının İnançlı insanın fişlenmesi ve işinden, gücünden, istikbalinden mağduriyeti cinayetler 28 Şubat'ın çirkin yüzünün hemen akla gelen resimleridir.
- İnsanda biraz insaf olur, utanmayı bırak..28 Şubat sonrası kim iktidar oldu?
- Ülke bu süreçten sonra tüm ulusal değerleriyle kim tarafından satıldı. Her şeyi özel-leştiren mantık neden TOKİ’yi özelleştirmedi?
- Kimin çocukları kimler tarafından okutuluyor?
- Kimlerin çocukları siyasal erki arkasına alarak köşe oldu?
- 28 Şubatın Generallerinin bazıları nerede çalışıyor?
- Ülkeyi kim 400 milyar dolar batağına sürükledi?
- Devlet memuru iktidar mensupları havuzlu villalarda nasıl oturabiliyor?
- Analarımızın kutsal başörtüsünü modernize ediyorum diyerek daha da karartan kimler?
- Kadınlarımızın ve kızlarımızın başına çaput sıkarak kutsal Anadolu insanının kutsal başörtüsünü kimler siyasi ranta dönüştürdü?
- Parti militanlarını devlet kurumlarına dolduran ve bunları inançlı insanlar diye yutturan, gerçek inançlıları perişan eden kim?
- KPSS sınavları rezaleti kimlerin işi?
- 12 Eylül darbecilerini ayıplıyoruz, hayır duası etmiyoruz diyen mantığın, karanlığın gülen yüzü tarafından sürekli hayırlarla yad edildiğini nasıl unutursunuz?
- İttihatçı ve Jön-Türk darbelerle Balkanlar ve Osmanlı imparatorluğu kaybedildi diyenler, Balkanları ve Osmanlı İmparatorluğunu kurmaya mı çalışıyorlar?
- (Böylesi bir süreç gerçekleşme sürecine girsin ben de varım). En önemlisi; “klasik, modern, post-modern darbe dönemleri kapanmıştır. e-muhtıranın da sahibi çıkmamıştır ve sanaldır.” Diyenler, acaba Yaşar Büyük Anıt ve Başbakan’ın Dolmabahçe konuşmasından sonra ortaya çıkan “E-Muhtira(28/04/2007)” nın kimler tarafından verildiğini/kurgulandığını bilmeyecek kadar algısızlar mı?
- Dolmabahçe’de FB mi tadtışıldı?
- Mağdurları ve mazlumları oynamanın aracı “Uları(Muhtıra)” İlker Başbuğ tarafından verilmediği için mi “Devlet Şeref Madalyası” ile ödüllendirilmedi?
- Yaşar Büyükanıt, hangi hizmetinden dolayı bu madalyayı hak etti?
- Darbelerin nedeni olarak gösterilen, anarşi, terör, irticanın yükselişi ve bölücülük olgularında 2000’ler sonrası artma mı, yoksa azalma mı oldu?
- Yaşanan bütün darbe ve müdahalelerde ABD’nin etkinliği azaldı diyenler, acaba 2000’ler sonrası yapılanmalardaki ABD etkinliğini hiç düşündüler mi?
- İşin düşündürücü boyutu, küresel efendiyle hareket edenlerin, küresel efendiye karalamalarını da siyasi ranta dönüştürmeleri?
- Darbeler Anadolu'nun yetişmiş insan kaynağını devletten uzak tutmuş diyenler, bugünkü devlet yapılanmasında, parti militanları mı, yoksa Anadolu insanı mı etken, bunu algılayabiliyor mu?
Beyler amaç, askeri darbeleri kullanarak sivil darbeye gitmektir. Atatürk’ün evrensel felsefesini, ilke ve kurumlarıyla Cumhuriyet ile birlikte yok etmektir.. Sakın şaşırma; Peygamberimizin Kabeye girişi gibi, karanlığın gülen yüzünün “Anitkabire” girerek, işaret vermesini yaşarsan..Çünkü çok suskunsun.. Günümüzde. Özellikle 1990 ve 2000’ler sonrası asker üzerinden kurgulanan oyunlar ABD+AB= ARBD küresel saldırı denklemi bütününde, ABD öncülüğünde tek elden uygulanmaktadır, çünkü SSCB devleti de yukarıda belirttiğim gibi dağılmıştır ve iki kutup tek kutba inmiştir..
AKP iktidarı ile bu somut olarak karşımıza çıkmaya başladı; Eldiven.. Yakamoz.. Balyoz… Ayışığı… Sarıkız… İrticayla Mücadele Eylem Planı, Deniz Baykal operasyonu, vs, vs..Bakalım başka neler-neler kurgulanacak. Sayın Kılıçdaroğlu için, özel müfettiş görevlendirildiğine göre, arkadan yeni kurgular geliyor demektir.. Nedir bunlar? Planlar.. Neyin Planları..?
Neyin olacak, elbette ki, yıllardır özene-bezene yetiştirdiğimiz ve gerektiğinde çıkarmak için sandıkladığımız darbe planları.. Ne olduysa oldu, nasıl olduysa sandığı kapanlar bunları tek-tek sandıktan çıkardılar ve darbecilerin yerine kendileri kullanmaya başladılar.. Bir de bunların günlüklerini tutan varmış.. “Özden Örnek darbe günlükler..Balbay darbe günlükleri..” Dünün refleks Ömer’i, bugünün Ömer Çelik’i “Her taraftan silah ve darbe planları fışkırıyor..” demekle ne kadar haklıymış...
Ülkemiz resmen darbeler cehennemi.. Bulgulayanlar kimler, cenneti getirecek olanlar.. Öylesi bulgu ki; Berlusconi darbesine özdeş: İtalya Başbakanı Berlusconi, yerel seçim arifesinde parti aday listesinin zamanında teslim edilmemesinin yarattığı krizi, “jet kararname” ile çözdü. Muhalefet lideri Di Pietro, “Bunun adı darbedir. Tek çözüm demokratik halk ayaklanması” dedi. İhbarları sandık-sandık belgelerle (nereden ve nasıl bulduysa) yapan kim? Mehmet Baransu- Taraf Gazetesi Muhabiri- Zaman Grubuna ait Aksiyon Dergisi eski muhabiri, Kürt kökenli bir aileye mensup. 4 yıl ABD’de kaldı. Belgeler bavulla kendisine geliyor. Fakat bavulla belge getirenleri tanımıyor. Yasemin Çongar’ın CIA çalışanı olan eşi ile ABD’den dost. Bunları yayınlayan kim?
Taraf Gazetesi. Devlet ve Ordu düşmanı haberlerin sürekli olarak verildiği, ekonomik kaynağının ve zararların karşılanmasının bazı cemaatler ve dış kaynaklı fonlar tarafından karşılandığı gazete. Çetin Altan’ın oğlanlarından birinin Genel Yayın Yönetmeni, CIA çalışanı eşinin Yardımcısı olduğu iki kişi tarafından yönetilen yayın organı. Gözaltı’na Alma Kararını verenler kim? Adına Ergenekon denen davanın Savcıları.
Bu Savcıların uygulamalarından şikayet eden hukuk adamlarının ortak talebi nedir?
Tutuklamaların cezaya dönmesi ve insanların haksız yere, uzun süre cezaevinde tutuklu kalmaları. Şu örnek veriliyor: Bir şüphelinin evinde bulunan 150 yıllık antika tüfek yanlışlıkla! Otomatik ağır silah diye yazılmış, mahkeme sürecinde doğrunun anlaşılması, bilirkişi raporu derken gerçek 1 yıl sonra anlaşılıyor ve adam boşu boşuna 1 yıl yatıyor.
Peki, bu Savcıların uygulamaları ile ilgili olarak HSYK’na şikâyet var mı? Yüzlerce var. Bu şikâyetleri yürürlüğe koymayan makam neresi? Ali Dibo şaibesi ile suçlanan Adalet Bakanlığı... Ey iktidar; Elinden geleni ardına koyma, gözaltına almak yetmez, zindanlara da atsan Türk Milleti, bu yaptıklarının hesabını 12 Eylül’de senden soracak. Sonra da Türk Adaleti çuvalı dibinden tutup silkeleyecek. Seyreyle o zaman gümbürtüyü...
Bu konu yazdıklarım:
http://blog.milliyet.com.tr/EYVAH_ASKER_YINE_KONUSTU_____/Blog/?BlogNo=113524 http://blog.milliyet.com.tr/Ergenekon_ve_dedi_kodu/Blog/?BlogNo=163370 http://blog.milliyet.com.tr/Tolon_Pasa_ve_Ergenekon_ciddiyeti/Blog/?BlogNo=161796 http://blog.milliyet.com.tr/Cumhuriyetimizin_86__yilinda_islak_imza_masali/Blog/?BlogNo=210757 http://blog.milliyet.com.tr/Bu_bir_muhtira_miydi___/Blog/?BlogNo=188398 http://evm.blogcu.com/postergenekon-oykusu-ve-kronolojisi-1/4849947 http://evm.blogcu.com/postergenekon-oykusu-ve-kronolojisi-2/4849914 http://blog.milliyet.com.tr/Ergenekon_Vadisi_dusler/Blog/?BlogNo=173950 http://blog.milliyet.com.tr/Balbay_ve_beyaz_sayfa_ofkesi/Blog/?BlogNo=166712
İşin en ilginç yanı; sınırsız ve kuralsız demokrasi avcılarının yeni planları: "Balyoz Planı"na ilişkin iddialar kapsamında "tutuklanacaklar" listesinde adlarının yer aldığı ileri sürülen 27 gazeteci, İstanbul Cumhuriyet Savcılığı'na suç duyurusunda bulundu. Dilekçede, "Taraf gazetesinde 20 Ocak 2010 tarihinden itibaren yayımlanmaya başlanan 'Balyoz Planı' haberinden başta dönemin 1. Ordu Komutanı olmak üzere birçok üst rütbeli subayın Anayasa'yı ihlal suçu ile yasama organına ve hükümete karşı suç oluşturan eylemlerde bulunduklarının anlaşıldığı" iddia edildi.
Suç duyurusu dilekçesinde, Nazlı Ilıcak, Mehmet Altan, Abdurrahman Dilipak, Ahmet Taşgetiren, Ali İhsan Karahasanoğlu, Cengiz Çandar, Ekrem Dumanlı, Hasan Celal Güzel, Hidayet Karaca, Hüseyin Gülerce, Mustafa Karaalioğlu, Perihan Mağden, Akif Emre, Hasan Karakaya, Kazım Güleçyüz, Mehmet Ocaktan, Nuh Gönültaş, Sibel Eraslan, Sadık Albayrak, Yavuz Bahadıroğlu, Emre Aköz, Serdar Arseven, Mustafa Erdoğan, Etyen Mahçupyan, Gülay Göktürk, Ali Bayramoğlu ve Murat Belge'nin imzaları yer aldı.
Düşünebiliyor musunuz; nasıl ve kimler tarafından kurulduğu gün gibi ortada “Taraf” denen gazete, ülkemizin en büyük okunurluğu olan güçlü gazeteleri es geçip bu bilgilere ulaşıyor ve ülkemin gündemini oluşturabiliyor. Bu kadarına da pes doğrusu. İşin en önemli yanı, bunu yukarıda dilekçe sahibi sınırsız ve kuralsız demokrasi avcısı sol eskilerin, Zaman gazetesinin ve de ülkemin en fenomon Nazlısı tarafından beslenmesi.. Dışarıdakilerin bakışı ise, ayrı bir düşün konusu, çünkü içerdeki sınırsız ve kuralsız demokrasi avcısı sol eskilerinin, bölücülerin ve İslamistlerin söylemleriyle örtüşüyor..
İngiliz The Times gazetesi, “Balyoz” darbe iddialarına dikkat çekerken planın “görülmemiş ayrıntılarının şoke edici” olduğunu yazdı. Gazete, Türkiye’deki “iktidar mücadelesinin de, silahlı kuvvetleri, komplocular ile siyasetten uzak bir orduyu isteyip, hassas belgeler sızdıran isimsiz askerler olmak üzere ikiye böldüğü”nü de öne sürdü. The Times gazetesi, “Balyoz” darbe planı iddiaları ve Türkiye’deki laikler ile hükümet arasındaki gerginlikleri irdeleyen iki ayrı haber yayımladı. “Balyoz” darbe planı iddialarına ilişkin “Belgeler içeren valiz, çok Türk vari yeni bir planı ortaya çıkarttı” başlıklı haberde AKP’nin iktidara geldiği 2002 yılında lideri Recep Tayyip Erdoğan’ın Türk siyasetinde “yeni temiz bir sayfa” sözünü verdiğini, partisine ilişkin korkuları gidermek amacıyla da AB üyelik hedefine ve dünya ekonomisine daha büyük entegrasyonuna destek vereceklerini söylediğini kaydetti.
Gazete, "Balyoz" darbe planına ilişkin olduğu öne sürülen binlerce sayfalık belge, CD'ler ve kayıtlara dikkat çekerek şöyle devam etti: “Ancak, The Times'in gördüğü kanıtlara göre 2002 ve 2003 yıllarında Sayın Erdoğan ve destekçilerinin iktidara gelmelerinden birkaç ay sonra bazı Türk generali ve düzinelerce subay, bir darbe ve sonraki dönem için detay planları başlattı.” Newsweek: TSK yenildi... Siyasette belirleyici güç olmaktan çıkan ordunun kâğıttan kaplana dönüştüğünü savunan dergi, “Bu durumda Erdoğan’ın daha İslami bir vizyonu uygulamada özgür olacaktır..
Türkiye’de dokunulmaz olarak görülen askerler, siyasi kaidesinden düşürüldü” derken, “Ordu sadece siyasi gücünden olmadı aynı zamanda karşı mücadele edemediği veya etmek istemediği de kanıtlandı. Geçen hafta, bazıları çok üst rütbeli, düzinelerce subay gözaltına alındı. Üst düzey askeri liderler ise, toplandı ve bırak bir darbe, ancak kısa bir açıklama yayımlayabildiler.. Der Spiegel:Geçen hafta içinde iktidar karşıtı planlar kurdukları gerekçesiyle üst düzey subayların tutuklanması Türkiye’deki laik elitlere ağır bir darbe vurdu. Ancak bazıları Başbakan Recep Tayyip Erdoğan’ın altına girdiği ağır yükü kaldırıp kaldıramaycağını sorguluyor…
Kemalist seçkinlerin pes etmesi durumunda bunun Cumhuriyet tarihinde ilk kez yaşanan bir durum olacağını hatırlatırken karşı tarafın da misilleme yapma hazırlıkları olduğunu ifade etti. Aylardır, hukuk sistemi içindeki Kemalistlerin, AKP’nin kapatılması için dava hazırlığında olduklarına inanılıyor. The Times: Türkiye bir felaketin eşiğinde…Recep Tayyip Erdoğan’ın başında bulunduğu ılımlı İslamcı hükümet ile ordu arasındaki mevcut mücadele, bir darbeyi provoke ederse veya siyasi yada dini şiddeti kışkırtırsa eğer, Batı için, bölgesel istikrar için ve bu yükselen ekonomik gücün umutları için kayıplar, hesap edilemez...
The Economist: Çılgınca darbe planı hikayelerine rağmen, Türk ordusu siyasete artık daha az müdahale etme eğilimine girmekte… İllerde orduya yetkiler veren, daha açık ifade ile; İçişleri Bakanlığı ile Genelkurmay Başkanlığı arasında 7 Temmuz 1997'da imzalanan ve İl İdaresi Kanunu'nda yapılan değişiklik askerin, polisin yeterli olmadığı durumlarda toplumsal olaylara müdahalesine dönük bir düzenlemeyi zorunlu kılan yapılanma. Emaysa (Emniyet-Asayiş-Yardımlaşma) protokolünün hükümet tarafından neden kaldırıldığını gün gibi ortada. Ordunun siyasetteki rolü sadece Türkler açısından önem taşımıyor.
Bu durum, ülkenin stratejik konumu, enerji nakil hatlarında oluşu, Nato’nun ikinci büyük ordusuna sahip olması, çoğunluğun Müslüman olduğu ender laik ülkelerden olması açılarından da önemli” ifadelerine yer verdi… Şu anda eğer Türk ordusu siyasete karışma tutkusundan vazgeçiyorsa, bu kısmen genelkurmay başkanı İlker Başbuğ sayesindedir….
1990'larda güneydoğuda görev yapan ve sertliğiyle nam salan Başbuğ, aslında diğerlerinden daha az laik değil. Ancak Başbuğ, ordunun İslam dini ile yıldızının barışmadığı algısının, zaten azalan halk desteğini daha da düşürdüğünün gayet bilincinde. Atatürk 1909 yılında Jön Türklere, askerlerin artık siyasete bulaşmak yerine orduyu güçlendirmesi gerektiğini söylemişti.
Aradan geçen 100 yılı aşkın süre sonra, mesaj yerine ulaşmış görünüyor… Bunları çoğaltabiliriz. Fakat bir tanesi var ki; ülkemde birilerinin söyleyemediklerini söyleyerek korku imparatorluğunu alabildiğine besliyor. Adı Sabrina Tavernise. New york Times’ten. Seçimlerde AKP’lilerle ev gezmelerine çıkan bir… Sabrina’nın, New York Times'ın haber analizindeki çarpıcı ifadelere bir göz atalım; Türkiye’de “Balyoz” soruşturmasıyla meydana gelen son gelişmeler ve ülkenin yönelişine ilişkin soru işaretleri, New York Times gazetesinde geniş bir haber analizine konu oldu.
New York Times, “Türkiye’de dokunulmaz olarak görülen askerler, siyasi kaidesinden düşürüldü” derken, “Ordu sadece siyasi gücünden olmadı aynı zamanda karşı mücadele edemediği veya etmek istemediği de kanıtlandı. Geçen hafta, bazıları çok üst rütbeli, düzinelerce subay gözaltına alındı. Üst düzey askeri liderler ise, toplandı ve bırak bir darbe, ancak kısa bir açıklama yayımlayabildiler” yorumun yaptı. Ülkenin, haklarının çiğnemesinden korkan milyonlarca laik Türk’te derin bir kaygı yaratarak meçhul bir istikamete doğru İlerlediği”ni savunan gazete, “Türkiye’nin kimlik krizine nasıl çözeceği, sınırlarının ötesine yansıyacak” yorumunu da yaptı.
New York Times, Sabrina Tavernise imzası ile yayımladığı “Türkiye’de Ordu Çekiliyor ve Güç Yeniden Uyarlanıyor” başlıklı haber analizinde Türkiye’de eski komutanların gözaltına alınmasına işaret ederek, “Türkiye’de uzun yıllarca dokunulmaz olarak görülen ordu, siyasi kaidesinden şaşırtıcı katiyet ile düşürüldü” yorumunu yaptı. Bunun da NATO üyesi “Türkiye nasıl bir ülke olacak?” gibi “hayati” bir soruyu gündeme getirdiğini kaydeden gazete, ordunun, laikliği korumak için seçilmiş hükümetleri iktidardan uzaklaştırdığını da yazdı.
Gazete şöyle devam etti: “Ordu sadece siyasi gücünden olmadı aynı zamanda karşı koyamadı veya koymak istemediği de kanıtlandı. Geçen hafta, bazıları çok üst rütbeli, düzinelerce subay gözaltına alındı. Üst düzey askeri liderler ise, toplandı ve bırak bir darbe, ancak kısa bir açıklama yayımlayabildiler.” ABD’li gazete, Türkiye’nin şimdi “kavuğunu değiştirmekte olduğu, modası geçmiş bir doktrinden sıyrıldığı ancak neler olacağı konusunda gergin olduğunu” öne sürdüğü haber analizinde şu görüşleri de dile getirdi: “Türkiye şimdi, ülkenin otoriter Başbakan Recep Tayyip Erdoğan’ın haklarını çiğnemesinden korkan milyonlarca laik Türk’te derin bir kaygı yaratarak meçhul bir bölgeye doğru ilerliyor.”
Bu kaygıların, son hafta arttığını da kaydeden gazete, “Türkiye’nin kimlik krizine nasıl çözeceği, sınırların ötesine yansıyacak. Türkiye, NATO’da ABD’den sonra ikinci büyük orduya sahiptir. Kuzeyinde eski Sovyetler Birliği, Güneyinde ise Ortadoğu bulunan Türkiye’nin stratejik bir konumu var. Avrupa Birliği üyeliği için aday. On yıllarca süren büyüme, onu Avrupa’nın 7. büyük ekonomisi haline getirdi” diye yazdı. Türkiye’de şimdi “derin tarihi bir değişim”in yaşandığını da yazan New York Times, daha önce birkaç defa darbe yapan ordunun rolünün, Erdoğan’ın yükselişi ile değişmeye başladığını, 2007 seçimindeki zaferinin de, askerlerin siyasetteki rollerini önemli ölçüde azalttığını vurgularken de “Bu zaten değişiyordu.
Savcıların dile getirdikleri darbe komplolarının hiç biri, gerçekleşmedi çünkü ordunun en tepesindeki liderliği, onları durdurdu” diye yazdı. Gazete şu değerlendirmeye yer verdi: “Ve ordunun göz altılara yanıt vermemesinin, müdahaleler karşıtı bir liderliği yansıtıyor. Şimdiki Genelkurmay Başkanı Orgeneral İlker Başbuğ, askerlerin müdahalesine karşın konuştu ve Sayın Erdoğan ile iyi ilişkilerinin olduğuna inanılıyor. Ancak Sayın Erdoğan’ı eleştirenler için gözaltılar, muhalefeti susturmaya yönelik çığ çabalar gibi görülüyor. Ve artık cumhurbaşkanlığı, bürokrasi ve parlamento olmak üzere, gücün çoğunu elinde tuttuğuna göre, dürtülerinin kontrolsüz kalmasından kaygılanıyorlar.”
New York Times, Erdoğan’a karşı koyacak tek kalan kurum olan yargının, “yakında, İslamcı destekçilerinin ellerine geçmesi” endişelerini de aktardıktan sonra “Sayın Erdoğan, kazançlı çıkmasından mutlu olacak olanlar bile kendisi için otoriter eğilimleri olan kusurlu bir lider olduğunu söylüyorlar” diye yazdıktan sonra Doğan Yayın Grubu’na getirilen para cezasını örnek gösterdi. İşte bu kadın, yani New York Times'ın Türkiye muhabiri Sabrina Tavernise, bir iki yıldır yazdığı haber ve yorumlar yüzünden hedef tahtasına oturdu ve Ciddi bir itibarsızlaştırma kampanyasının muhatabı oldu…
Bence bunları hak eden biri, çünkü tüm özgörevi AKP’yi aklamak adına 'laikliğin elden gittiği, Türkiye'nin ikinci bir İran olma yolunda ilerlediği, dahası İran bize koşarken, ülkemin İran’a koşuşturulduğu' konularının doğru olmadığını kanıtlamaktı.Hem de bunu New York Times gibi dünyanın en saygın gazetelerinden birinde yaptığı için dünya çapında etkili oluyor ve fena halde can sıkıyordu. Resmen; AKP'nin kadrolu yazarıydı, çünkü seçimlerde AKP ile kapı-kapı dolanıyor ve New York Times'a geçtiği haberlerde Başbakan Erdoğan ve AKP hükümetine yaklaşımını iktidar yayın organı dozunda sürdürüyor. Haberlerinde ağırlıklı olarak AKP'lilerin görüşlerine yer veriyor ve Erdoğan'ın övüleceği kısımları öne çıkartıyor.
Arada, kendi yorumlarına Atatürk aleyhinde satırlar sıkıştırarak, Erdoğan'ın hamlelerine de 'demokratik değişiklikler' diyor.du" Onun için; AKP iktidarı Türkiye'nin umudu idi laikliğe sahip çıkanlar aptaldı. Yunan asıllı olduğunu yalanlayanların, yunan düşmanı dincilerin olduğu düşündürücü idi. Bunlar için Sabrina kutsaldı, Sabrina gibi düşünen AB Komisyonu Başkanı Barroso, Brüksel'de aşırı Türkiye yanlısı olmakla suçlanan Finlandiyalı Genişleme Komiseri Olli Rehn ve Joost Lagendijk kutsaldı.. Şimdi yeni bir durum var. Bir süredir Batı medyasında AK Parti ve Başbakan Erdoğan hakkında çıkan haberlerin rengi değişmiş durumda.
Reformların yavaşladığı, Erdoğan'ın devletle uzlaşmaya başladığı, AB sürecinin durduğu gibi eleştiriler öne çıkıyor. Ve bunlar dün Batı'dan gelen eleştirileri yerden yere vuranlar tarafından manşetlere taşınıyor. Ve gün geldi bu Sabrina gerçeği gördü ve AKP’yi eleştirmeye başladı. Daha doğru batı trenine binmiş doğu yolcusu olduğunu anlamıştı. Sadece Sabrina değil, ülkemin bazı liberal yazarları ve aydınları da; Partinin reformcu politikalardan vazgeçerek daha milliyetçi bir çizgiye kaydığını köşelerine taşımaya başlamış ve Sabrina bu duruşları haklı görmeye başlamıştı. Öyle ki; Lagendijk ve Rehn gibi isimler de satır aralarında AKP’yi eleştiribiliyorlardı.
Avrupa Parlamentosu Sosyalist Grup Başkan Yardımcısı Swoboda Erdoğan'a "Türkiye'de daha özgür basın görmek istiyoruz" diyebiliyordu.. Recep her zamanki duruşuyla yine tarihi gerçekleri, günümüz Ali Kemaller’in yönlendirmesiyle çarpıtarak CHP’lilere yanıt verirken, “Dersim sürgünü belgelerini açıklarım” diyebiliyordu. Bu olguyu “Dersimiz Dersim ve Gavur İzmir” başlıklı 17/11/2009 tarihli yazımda işledim. http://blog.milliyet.com.tr/Dersimiz_Dersim_ve_gavur_Izmir/Blog/?BlogNo=214187
Gelin olguyu biraz da farklı bakış açısı getirelim Soner Yalçın’ın(07/03/2010) katkılarıyla Dersim isyanının başlangıcı 1 Ekim 1920’deki Koçgiri isyanı değil mi? Dahası Sevr’e dayanarak Ankara’dan özerklik isteyen Kürt aşiretlerinin isyanı ..Bu isyanı kanlı bir şekilde kim bastırdı; Sakallı Nürettin Paşa. Kimdir, bu kişi? Mustafa Kemal Atatürk’ün “Büyük Zafer’in şerefine katılmayı en az hak edenlerden biri Nurettin Paşa’dır.” Dediği kişi…Konya Valisi ve Konya yöresi komutanı unvanıyla görevlendirilen bu kişi, duruşu nedeniyle Atatürk tarafından görevinden alınan ve 1936’da Dersim Harekatini yönetenTaşköprü’deki damadı General Abdullah Alpdoğan’ın evine yerleşen kişi..
Büyük Millet Meclisi gizli oturumunda bazı milletvekilleri Nurettin Paşa’nın Koçgiri isyanını bastırma yöntemini eleştirdi. Araştırma komisyonu suçlu bulup Merkez komutanlığından aldığı kişi. En önemlisi, askeriden uzaklaştırıldıktan sonra Bursa’da “Şeriatı geri getireceğim” diyerek milletvekili seçilen kişi..Recep bu Terakkiperver , şeraitçi kimliğin Koçgiri’deki katliamlarına değinmiyor, Dersim ile birilerine tarih dersi veriyor.. Değinmediği bir başka gerçeklik, bu isyanların başladığında Anadolu’da 200 bin istila ordusunun varlığı ve Anadolu’da bu istila ordusunun tetiklediği isyanların tavan yaptığına, Ermeni, Rum ve Pontus ayaklanmalarının tetiklendiğine….
İşin en dikkati çeken olgusu, Ülkemizde Ergenekon sanallığıyla Bir Endonezya sürecinin işletildiğidir. Daha açık söylemle ulusalcı Ahmet Sukarno ve faşist Muhammed Suharto süreci.. 336 etnik grubun yaşadığı bir coğrafyada ulusalcı olmak, hepsini bir çatı altında toplamak hiç de kolay değildi. Ama Sukarno sırasıyla Portekiz, İngiliz, Hollanda, Japonya ve tekrar Hollanda sömürgesi olan Endenozya'yı bağımsız hale getirdi( 27 12 1949) i Sukarno ülkesini önce, 15 üyeli federasyondan üniter devlete geçirdi. 5 ilke belirledi: Ulusalcılık, halkçılık, temsili demokrasi, devletçilik, laiklik…
Tam bu noktada operasyon başlatıldı(30/09/1965) ve “30 Eylül Hareketi” isimli bir grup Endonezya'nın en kıdemli altı generalini kaçırdı! Endonezya ordusunun altı üst düzey generalinin kaçırılması, rütbesi düşük bir generalin önünü açtı. Bu isim, Tümgeneral Muhammed Suharto idi. Plan belliydi: Tümgeneral Suharto'nun ordunun hâkimiyetini ele geçirip darbe yapması için, önündeki tüm generaller kaçırılarak öldürüldü. Ve 1967'de tüm yetkilerini Tümgeneral Peki bu 30 Eylül hareketi neydi? Arkasında kimler vardı? Suharto'ya devretmek zorunda kaldı. Ev hapsine alındı. 3 yıl sonra da öldü…Yeni döneme “Yeni Düzen” adı verildi.
Ulusalcılara, solculara karşı İslam “panzehir” olarak kullanılmaya başlandı. Ülke rejimi hukuktan eğitime kadar zaman içinde İslamlaştırıldı. Günlük yaşam İslami esaslara göre yaşanmaya başlandı. Bunun bir örneği de Malezya'dır. Zaten Endonezya Modeli diye bir model yoktu, bunun adı neoliberalizmdi…Kriz esnasında ülkeden bir anda 11.6 milyarlık sermaye kaçışı yaşandı. Ve bu kriz döneminde, 20 Mayıs 2002'de Doğu Timor bağımsızlığını ilan etti. Bunlar bir gerçek ve Türkiye’mizde de benzer şekilde yaşanıyor: Cumhurbaşkanı, Başbakan, Milletvekilleri ve Bürokratlarıyla ‘ Dokunulmazlık’ zırhına bürünerek yargıdan kaçanlar, yurdumuzun zırhı TSK’yi; kirli kimlik gizli tanıkların suçlamalarıyla’ yargılamaktan çekinmiyorlar...
Dahası Anayasa değişikliğine bile dokunulmazlığın kaldırılmasını koymaktan kaçınanlar, hiç çekinmeden TSK’yi yargılıyorlar.. İsmailağa Cemaati’ne yönelik soruşturmayı Jandarma katkılarıyla başlatan bir Cumhuriyet Başsavcısı(Erzincan Cumhuriyet Başsavcısı İlhan Cihaner), Erzurum Cumhuriyet Savcısı Osman Şanal’ın polis katkısıyla kurguladığı soruşturma sonrası tutuklanabiliyor..Sonrasında; Yargıtay 11. Ceza Dairesi, Erzincan Cumhuriyet Başsavcısı İlhan Cihaner'in tahliyesine karar verebiliyor. Bu ülkenin Başbakanı da çıkıp; hiç çekinmeden ‘Yargı CHP’nin arka bahçesi oldu’ diyebilmektedir. Bu gösteriyor ki arka bahçesi olan CHP değil..Belli ki; anayasa değişikliğiyle arka bahçeyi büyütmek istiyor..
Yargıda ve poliste yuvalanmış TSK’yı düşman gören dinci personelin listeleri dikkate alınarak; eski komutanlar gözaltına alınabiliyor ve TRT ve AA'nın henüz gözaltı başlamazdan ve aramalar yapılmazdan birkaç gün önce haberi olabiliyor..Nerede özerklik? Bir ülkenin başbakan yardımcısı, ortaya çıkıp ‘nerden haberi olduysa’ “İmdaaat, bana suikast yapılıyor” diye ortalığı karıştırabiliyor ve de suçlanan subayların ofislerinde ‘Kozmik arama’ yapabiliyor.. Ülkemde, bir kuvvet Komutanına, ülkemin bir savcısı 'İtirafçı Ol' teklifinde bulunabiliyor (Balyoz soruşturması kapsamında 2 kez ifadesine başvurulan Orgeneral Hava Kuvvetleri komutanı İbrahim Fırtına'ya Savcıların İtirafçılık Teklifinde Bulunulduğu Ortaya Çıktı.)
Atlantik ötesi karanlığın gülen yüzü çıkıp; referandum konusunda; “O pakette milletimizin istikbali için çok önemli maddeler de var. Ölüleri mezardan kaldırıp oy kullandırılmalı ve Paket bu yönüyle desteklenmeli; evet oyu verilmeli” diyebiliyor. Ergenekon sanallığının Balyoz davası kapsamında yakalama kararı çıkartılan 11 general ve internet uyarı notu(Fr.Andıç diyorlar) sanığı generaller terfi ettirilmeyerek Yüksek Askeri Şura'da hükümetin istediği oldu. Hükümet elbette ki bazı isteklerde bulunma hakkına sahiptir, çünkü öyle veya böyle halkın iradesini temsil ediyor, fakat bunun gizemle amaçlar için dayatma boyutuna taşımasını da dikkate almamız gerekiyor.
Adeta bir şeylerin pazarlığı yapılıyor gibi, özellikle 1. Ordu Komutanı Orgeneral Hasan Iğsız'nın Kara Kuvvetleri Komutanlığı'na atamasına ve 2007'de , KKTC'den dönüşünde Cumhurbaşkanı'nı karşıladığında eşi Hayrünnisa’nın elini sıkmayan korgeneral Aslan Güner 1. Ordu Komutanı olması gerekirken yerine kendisinden daha kıdemsiz olan Org. Kıvrıkoğlu atanması Cumhurbaşkanı ve Başbakan dayatması olarak karşımıza çıkıyor ..Diğer taraftan; Erzincan Ergenekon davasının bir numaralı sanığı olarak adı geçen 3. Ordu Komutanı Org. Saldıray Berk KKK Eğitim ve Doktrin Komutanı (EDOK) komutanı olarak atanabiliyor..
Aslında, Askerin doğruluğu tartışılmayan duruşu/davranışı(Ar. Teamül) alt üst edilerek, Ordunun bel kırılıp, Muhammedin muzaffer ordularının temeli atılıyor dense de, bir şeylerden korkuluyor izlenimi veren atamalar zinciri ile karşı-karşıyayız. Öyle ki, sonrasında, 11. Ağır Ceza Mahkemesi "Balyoz Planı" davası kapsamında haklarında yakalama emri çıkartılan 101 sanık avukatının kararı geri alınabiliyor.. Ülkem beklenmedik olayların odağı değil, beklenen kurgulu olayların odağı oldu.
Düşünün; Ergenekon dava bütününde gün ışığı görmemiş belge ortaya çıkıyor. Kıdemli albay Dursun Çiçek imzalı(Islak imzalı) bu Belge; Genelkurmay Harekat Başkanlığı'nın AK Parti'yi ve Fethullah Gülen'i bitirme planı olarak ortaya atılabiliyor Ve çok sonraları;Eskişehir Emniyet Müdürü Hanefi Avcı’nın “Haliç’te yaşayan Simonlar; Dün Devlet Bugün Cemaat” adlı kitabı piyasaya sürülebiliyor... Kitabında, Ergenekon ve Balyoz davalarını, polis teşkilatının içindeki Gülen cemaatinin nasıl örgütlendiğini, CHP eski lideri Deniz Baykal’ın istifasına yol açan kasedi, generalleri istifaya zorlayan telefon konuşması kayıtlarını ve Türkiye’yi derinden sarsan daha pek çok olayı sorguluyor.
Ergenekon davasıyla ilgili rapor yazan ünlü İngiliz gazeteci Jenkins, AKP ve Gülen cemaatinin 28 Şubat'ın öcünü almak için davalardan medet umduğunu belirtti. Cemaatin Erdoğan'dan daha güçlü olduğunu vurgulaması tüm kuşkuları hatta Hanefi Avcı’yı doğrulasa da, ben yine de Avcı kitabıyla ne avlanmak istendiğini tam algılamış değilim. Bu bağlamda işletilen süreç kimin lehine işler; Avrupa Milli Görüş Teşkilatı Genel Başkanlığı yapan, "şeyhülislam seçilen", üç eşli ve çokeşlillği ‘sünnet bir ibadet’ olarak niteleyen Ali Yüksel’i danışmanı yapan iktidarın mı(üç çocuk yapın derken, üç eşlileri besler oldu, üç çocuk garantisi için adeta), yoksa muhalefetin mi?
Bir taraftan Atatürk ve İsmet İnönü, diğer taraftan Abdullah Gül ve Recep Tayip Erdoğan… Birilerinin, orduya karşı yürüttükleri asimetrik Savaşlarını, kendisini savunan belgesi bile sahte çıkan RTÜK başkanının ve Deniz fenerini savunmalarını yolsuzluklarını, kalpazanlıklarını ve kayıp trilyonların sanıklıklarını, antilaik , duruşlarını, sınırsız ve kuralsız demokrasi avcısı Ali Kemalcıkların, taraf ve TMSF kaynaklı yandaş basının, yobaz basının beslemeliklerini bırakalım, sadece Atatürk’ün ve İnönü’nün duruşuna değinip aradaki farkı anlayılım ve şu soruyu soralık kendi-kendimize; “Bugünkü siyasi erk bir gelişim midir, yoksa gerişim mi?” sorusunu soralım ve Dokunulmazlıkların niçin kaldırılmadığını düşünerek “HAYIR!” demenin değil ulusal, evrensel bir zorunluluk olduğunu algılıyalım...
Atatürk Cumhurbaşkanı iken; TBMM’ne başvurarak, bütün mal varlığını milletine bağışlamak istiyor. Varisi olduğu için yasal olmadığından reddediliyor..Atatürk’ün en düşündürücü ve bugünkü siyasal erkin yapılanmasını çok iyi anlatan bir duruş sergiliyor: İnönü’yü19 Eylül 1937 günü Başbakanı İsmet İnönü’yü görevden alıyor. Sonrasında Genel Sekreteri Hasan Rıza Soyak’ı çağırıyor ve İşbankası’nın, her ay İsmet Paşa’ya iki bin lira ödemesi için Talimat mektubu yazdırıyor. Nedeni Başbakan’ın parasının olmadığını bilmesi..Evet, Başbakan’ın parası yok. Günümüzde, Abdullah bey böylesi işleyen süreçte, acaba Başbakan için benzer bir talimat gereksinimi duyar mı?
Bir daha vurgulayayım; Bir tarafta Atatürk ve İsmet Paşa; diğer tarafta Abdullah Gül ve Tayyip Erdoğan. Pazar günü halkoylaması var. Halk kendi oyuyla oyuna gelmemsi için; birkaç önemli olguya değinmek istiyorum, sandık başına rahat gitmesi için: 12 Eylül darbe anayasasına şiddetle karşı olanlar, darbe yapanların yargılanmasını önleyen 15. maddeyi kaldırdım diyenler neden zaman aşımını kaldıracak bir ekleme yapmadılar? Bir vefa borcu mu ödeniyor? Anayasa Mahkemesinin 11’den 17’ye çıkarılarak, hemen-hemen üyelerin tamamı cumhurbaşkanı tarafından atanacak(14), 3’ü TBMM tarafından. Parti kapatmak için üçte iki çoğunluk aranacak.
Hakimler ve Savcılar Yüksek Kurulu (HSYK), 7 olan üye sayısı 22’ye çıkarılarak ve de Adalet Bakanı ve Müsteşarı kurul üyesi olacak..yeniden yeniden yapılandırılacak. Tüm bunlar bir partiyi otoriter bir yapıda egemen kılacak bir süreci beraberinde getirmeyecek mi? Dahası, yargı siyasal iktidarın arka bahçesi haline getirilmiyor mu? Böylesi yapıdaki yargı ile, iktidardan düşün bir partiyi yargılayabilir misiniz? Memura toplu sözleşeme hakkı, ‘Kamu Görevlileri Kurulu’ bütününde verilmesi, resmen toplu sözleşme hakkını ortadan kaldırmak değil de nedir?
Bu halkoylamasında, elmalarla armutların aynı anda oylandığını neden algılayamıyorsunuz? Memur kardeşim bazı maddeleri beğeniyor, fakat toplu sözleşme ile ilgili maddeyi beğenmiyor; neden birine ‘Evet’, diğerine ‘Hayır’ deme hakkı yok? Lütfen farkına varın, bunlar her şeylerini yitiriyorlar. Siyasi rant kokan 'Hayırlı akşamlar', 'Hayırlara vesile" tümcelerini bile korkudan söyleyemez oldular, “Evet Sendromu” yüzünden.. Eğer 12 Eylül’de “Evet” çıkar ise, sakın şaşırmayın, türbanlı köşe yazarların ve yorumcuların olduğu ülkemin yandaş kanallarında türbanlı kimliklerin haber okuduğunu ve dualarla haberlerin açıldığını..
ŞEVKET ÇORBACIOĞLU
TEKNOPOLİTİKALAR PLATFORMU
evesbere@gmail.com
GSM: 0506 609 00 32
Yorumlar
Yorum Gönder