30/06/2008. Saat 21.30 Ahenk Apartmanından çıkarak ‘Seyran Taksi’ ile Aşti’ye hareket ettik. Yol izlenimlerime geçmezden, yazı yolumdaki iki söz arasına (Buna da Fransızca karma sözcük olan ‘antrparantez’ diyoruz) yer vereceğim; Birincisi; Oturduğumuz ‘Ahenk’ toplu konutundaki (Fransızca. Apartman diyoruz. Haklısınız; Konuştuğumuz Türkçe de o kadar az Türkçe sözcük var ki: Ahenk de Farsça, Türkçesi uyum) evin sahibi Halil Kocakuşak…
Sokak bana yabancı değil. 1973 yılında ilk bekâr evimiz, Yaprak sokaktaydı. Kuzenlerim sevgili Cahit ve Kâni (Şair) ile hemşerimiz Kaptan Tosun ve Samsun’dan Bülent isminde bir arkadaştan devir almıştık. Karşı apartmanda sürekli bizim evi gözetleyen birileri var(Ev imiz de, o apartman da hala duruyor)..
Perdelerin oynamasından belli oluyor.. Kızlar kolej öğrencisi.. Bizlere aşık olmuşlar. Kapıcı söyledi. Hepimizin birer sevgilisi olduğu için, kimin kime aşık olduğunu öğrenmedik.. Öğrendik ki bunlardan biri Z. Özer imiş. Yaaaaa…
Evimizin tam karşısında kayalıkların arasından bir yaya yolu geçiyor. Yolun altında da iki üç yığma ev var… Bu evlerden biri Halil amcanınmış. Çok sonraları yaya yolu sokak olarak açılıyor ve adına Tınaz Tepe diyorlar.. Burası değer kazanınca, Halil amca evini sevgili Mehmet Kibar’a (Önceki TMMOB- Mimarlar Odası Başkanı) yapsat olarak veriyor ve karşılığında 3 daire alıyor. Birinde biz oturuyoruz…
Bu sokağın o yaya yolunun geçtiği kayalık patika yol olduğunu çok sonraları anımsadım.. Bazen kuzenlerimle birlikte, Giresunlu Cemil Uzunoğlu (çok sonraları eşimin arkadaşının eşi olarak karşıma çıktı, çünkü oradan hiç taşınmamış) kardeşimizin işlettiği bakkaldan aldığımız şarapları bu kayalıkların üzerinde içerdik..
Halil amca; bir Ankara beyefendisi.. Bülent Ecevit’in süt kardeşi. Eşi Fethiye teyze de bir Ankara hanfendisi. O da Erdal İnönü, Ömer İnönü ve Özden Toker ile büyümüş, çünkü babası Atatürk’ün bahçıvanıymış.
Ben hep kadın Melek bilirdim, meğer erkekten de melek oluyormuş ve adı da Melaike imiş. İşte Halil amca bizim için bu Melaikelerden biri idi, Fethiye teyze de Melek. Her ikisi de gerçekten cennetten düşmüş, insana ve insanlığa sevdalı güzel insanlar.. Onurlu ve erdemli duruşlarından yaşamları boyunca ödün vermemişler.. İkisi de asla, o ünlü kişilere olan yakınlıklarını kullanmamışlar.. Halil amca içen biri, fakat kesin kendinden geçen biri değil.. İçip de Melaikeliğinden hiçbir şey kaybetmeyen, hoşgörü anıtı.
Bir büyük içer, ertesi günü o’nu bastırmak için bir ufak… İlk yıllar kira parasını vermek için evine gider, Kafa’yı (Arapça) bulur (Buna da; Farsça karma sözcük sarhoş diyoruz) dönerdim. Bu nedenle, Kadriye kira parasını Fethiye teyzeye vermeye başladı. Tam 60 yıl içti; 86 yaşında çok sağlıklı iken aniden, çok sevdiği-saydığı ve 5 yıl önce aralarından ayrılan Fethiye teyzenin peşinden, 3 yıl sonra (2006) gitti.. Gençliğinde futbol oynamış…Belediyede çalışmış.
Belediye Çankaya müdürü olmuş, yanı şimdinin Çankaya Belediye başkanı. O görevinden 1970’lerde emekli olmuş. Tok, varsıl ve yardım sever bir kuşaktan geliyor, Halil Kocakuşak.. Siyasal Bilgiler Fakültesi arazisini babasının bağışladığını duydum başkalarından. Kendisi kesinlikle böylesi konuları açmazdı.. Oğlu İsmail ağabey aynı özgörevi ve kimliğini sürdürüyor..
İkincisi; Bizi Aşti’ ye götüren seyran taksinin sürücü (Fransızca Şoför diyoruz) cana yakın, güzel ve tatlı konuşan biri. Bu tümceyi, Farsça hoş ve Arapça sohbet sözcükleriyle birlikte karma sözcük durumuna getirip ‘Hoşsohbet’ yapmışlar.. Sürücü ili o bilinen söyleşilerime başladım.. İki çocuk okutmuş; biri ODTÜ’nden mezun Yüksek Mimar olmuş, diğeri de aynı okulun Bilgisayar bölümünü bitiriyormuş.
Konuşmalarımız koyulaştığı noktada, bende 35’lerden sonra sayrılık halini alan yaş olgusuna ve sorusuna geçtim: “Çok güzel, sevindim, kutlarım seni, emekli misin?” Bunların yanıtını aldıktan sonra, benim o ünlü soruma sıra geldi: “İyi de, kaç yaşındasın?” “57 yaşındayım” “Peki ben kaç yaşındayım..” Verdiği yanıt beni rahatlatmış, tinsel (Arapçası Ruhsal) yapımı güçlendirmişti (Fr.Moral). Artık yola erinç (Ar.Huzur) içinde çıkabilirdik; çünkü bazen erinç durumumu mu bozanlar çıkabiliyordu. Örneğin bir sürücü “Abi 60’ı geçkinsin” dediğinde çok öfkelenmiş, ardından sürücü “Abi kaç kez soracaksın, bu üçüncü.. İnan genç gösteriyorsun..” diye karşı koymuştu.
Fetö tehditleri
Sürücü arkadaşa belli ki bu sorumu birkaç kez sorarak bezdirmişim. Böylesi anılar, yazılarımın hep ivmesi olmuştur; onun için bu iki anıya yer verdim.. Şimdi yola çıkma zamanı; Evet, ikinci kez Gökçeada’ya gitmek için Aşti’deyiz. Saat gecenin 22.30’u. Metro Turizm ile Eskişehir üzerinden Çanakkale’ye hareket edeceğiz.... Beynim rahat değil, çünkü eşime ve kızıma söylemedim; internet gazetelerindeki yazılarımdan dolayı sürekli tehdit alıyorum.
Son tehdit imzasız ve isimsiz bir deliden; “Rahat olun, Yereli ele geçirdik, Merkezi de. TRT bizde, yazılı ve görsel basını da tümden ele geçiriyoruz.. Yargı ve Asker kaldı, onları da yakında… Gel direnme sen de teslim ol.. Sıra bizde artık..” Çıktığı yere, pardon yazının geldiği yere, gereken yanıtı verdik, fakat yine de erinç durumum iyi değil.. İnşallah dinlence iyi gelir… 1992’den beri sürdürdüğümüz Ececan, Kadriye, Şevket “Gez-Gör-Yaz” bütünündeki dinlence etkinlikleri devam ediyor. Ececan o gün 1 yaşındaydı, bugün 17..”Biz mi?”.. Aaaaa; “Siz kaç yaşındasınız?”..
Yine de söyleyelim; biz Ececan’ın yaşındayız, siz de kesin çocuklarınızın yaşındasınız, çünkü insanlar çocuklarıyla yeniden doğar ve eskileri siler.. Çocukların yaşamıyla, yeni bir yaşam başlamıştır artık.. Daha hareket etmiş değiliz, gelmeyen yolcular var. Herkes yerine oturmuş onları bekliyor. Aniden peron çıkış kapısında bir grup belirdi; önlerinde yaşlıca biri otobüse doluştular. Çocukların yaşı 15- 20; hepsi de erkek.. Heyecanla yerlerine oturdular, sadece önlerinde koşuşturan yaşlı adam, grubun en yaşlı gencine ayakta bir şeyler söylüyor.
Otobüs personelinin uyarısıyla, otobüsten indi. İnsan bir özür diler; nerdeeee?!... Sürücü terminalden çıkmak için direksiyonunu ve kafasını öfkeyle sağa sola çevirmeye başladı… Çocukların dünya umurlarında değil. Aralarında fısıldayarak konuşmaya başladılar.. Eskişehir’deyiz. Aynı çocuklar, Perondaki otobüse binme telaşı içinde otobüsten inerek koşuşturmaya başladılar..
Ececan, Kadriye dışarıda turluyoruz. Otobüsün kalkış saati geldi, çocuklar yine ortada yok. İçlerinden en yaşlı genç bir grupla belirdi. Tekrar bekletecekler endişesiyle yanlarına yaklaştım “Bizi epey beklettiniz. Nedir bu telaşınız, yolculuk nereye?”
Kısa, net ve soğuk bir yanıt: “ Nasip öyleymiş. Çanakkale’ye kursa”. Yaşlı genç, yanındakine dönerek; “Mescide git bak..” demesiyle çocukların nereye gittikleri, dahası nereye gönderildikleri belli olmuştu. Bizler MEB’in dinlenme kampına, onlar Çanakkale’deki “Kuran kursu” kampına gidiyorlardı ve aralarında hiç kız çocuğu yoktu.. Yıllar öncesinin acı bir olayını çağrıştırdı bende. Olay İzmir’de geçiyor. Kuran kursu kampındaki 5 kızımız el-ele tutuşmuş, dinlence arasında denize giriyorlar.
Topuklarına kadar örtülü, dahası bütün vücutlarını gizlemiş (Ar.Tesettür diyorlar) giysilerin su toplaması ve onun verdiği ağırlıkla, dalgalar çocukları dibe itiyor. Çığlıklarına kimse gelmeyince, yaşam dolu 16 yaşındaki genç kızın orada yaşamı bitiyor.. Bir söylentiye göre, çevrede hiç erkek yokmuş. Bir başka söylentiye göre de; kurtarmak isteyen öğrencileri kurs hocası hanım günahtır diye engellemiş..
Doğru ise; yangında dahi kadınlara el sürmeyen Suudi itfaiyecilerin alevlere terk ettikleri kızlar gibi, kızlarımız dalgalara terk ediliyor.. Nereye mi gelmek istiyorum.. Elbette ki aydınlığa. Benim ülkem, laik ve demokratik cumhuriyet. Kim ister karanlık Suudi rejim anlayışındaki karanlığı? Söylentileri sevgili çocukların aileleri de doğrulamış.
Bunun üzerine AB’li bir diplomat şunları söylemişti: "AB kapısındaki bir ülkede bu olay havada kalamaz. Adli soruşturma açmalısınız. Kızlar 'kazayla boğulduysa', şahitler 'ölüm tehlikesi karşısında yardımı esirgedikleri için' suçlu sayılır. 'Yardım engellendiyse' durum çok daha vahim. Söz konusu olan, bir hukuk devletinde asla kabul edilemeyecek olan bir 'cinayettir'." Elin gavuru, gavur İzmir’deki bu olaya dikkat çekti, fakat ne Hükümet, ne de hükümete oy veren yüzde 47 bu olaya yeterli bir tepki göstermedi; yetersiz yüzde 53’te tepkisinde yeter sonuç alamadı..
Eğer ülkemde etkin bir kimlik ‘İslama Göre Cinsel Hayat’ adlı kitabında bunları söyleyebiliyor ise, 5 kızımızın yaşamını yitirmesi konusundaki söylentilere inanırım arkadaş; “Cennette bekâr kişi kalmayacaktır. Cennetliklerin en alt derecesine 72 kadın verilecektir. Mümin günde 100 bakire ile cinsi münasebette bulunacaktır. Cennette kadınlar cinsi münasebette bulunduktan sonra yine bakire olacaklardır…. Cennetlik erkeğe 100 erkek kuvveti verilecektir. Cennete girenler 33 yaşına döndürülecektir.”
Asla örtünmeye karşı değilim; siyasi ve ekonomik rant adına, çocukları, özellikle kızlarımızın başına sıkanlara karşıyım. Radikal ideolojileri için çocukları materyale dönüştürenlere karşıyım.. Şuna da şiddetle karşıyım; Cumhuriyet Eğitim Gezileri Projesi” etkinliğinde, başörtülü iki kızımızı otobüsten indirip yaralayanlara da.. Laik ve Demokratik Cumhuriyeti yaralayanlara da.. Gün ertesi gün, yanı 1 Temmuz 2008. Saat sabahın 06.14. Sevgili yeğenim Ömürcan Çorbacıoğlu’nun okuduğu kent Bandırma’dayız..
Eskişehir-Bandırma yolunu önceki gezilerimde yazıdığım için, şimdi Bandırma-Çanakkale arasını yazacağım.. Sabahın sessizliğin değil, ıssızlığını izliyorsunuz, zaman-zaman beliren araç motorları yüzünden.. Ülkemin her yanı cennetten bir parça. “Nerden biliyorsun, cenneti mi gördün?” deme sakın, ben cenneti değil Türkiye’mi gördüm, Türkiye’mi!!!! Cennetin parçasında Edincik sapağını geçtik, sabahın 06.18’inde. Biga’ya 40 Çanakkale’ye 140 km kaldı..
Bu noktada bölünmüş yol bitti (Fr.Duble diyorlar). Her zaman söylüyorum ve yazıyorum, yine yazacağım “Hükümet, bölünmüş yol konusunda resmen bölücülük yapıyor.. Düz Ovada keklik avlarcasına, oy avlamak adına bölünmüş yolu hızlandırmış, dağda, bayırda ve taşta hiçbir çalışma yok”. Gerçekten öyle;Sarı, Yeşil ve kahve desenli Biga ovasını işmakineleriyle parçapinçik ediyor, fakat yükseklerde tik yok.. Sarı, Yeşil ve kahveye, aniden sağımızda beliren mavi de eşlik etmeye başlıyor. Anladık ki; Ege ve Marmara’nın mavisi ile harmanlanmış Çanakkale Boğazının maviliği.. Boğaza koşut ilerliyoruz.
Biga’ya az kaldı. Ececan uyanmış izlencede.. Doğa görselliği büyülüyor insanı.. Ececan’a dönerek “Biga ovasını kıyılarıyla bigalamışlar” deyince, Ececan “Ne diyorsun baba!!!” diye tepki gösterdi. “Kızım Biga lazca’da sopa demek, baksana, tabelalara her taraf dolar bazında satılık, Biga kıyıları resmen dayak yiyor” deyince “Haklısın baba, tepeden aşağı ülke resmen satılıyor” Kemal Türkler eğitim merkezini geçtik. Daracık bir yolda ilerliyoruz. Bu sokak genişliğindeki daracık yol ile boğazın maviliğinden uzaklaşmaya başladık, vızır-vızır geçen kamyon çığlıkları ürkütmüyor değil..
Sırtını Biga dağına yaslamış, ayağını Boğaza uzatmaya çalışan, adsız bir belde den geçtik.. Yol üstünde hiçbir kurumun Trafik uyarı levhası yok, satılık levhaların dışında..Yol daraldıkça bana daral gelmeye başladı.. Koruoba-4 tabelası sonrası Kumkent tabelası karşımıza çıktı.. Kumkent beldesi yol gibi daracık. Abalıoğlu ve Beypazarı yem fabrikası geçildi.. O da ne?! “Ateşe dikkat” tabelası. Sanki etrafta orman var. Bu durumu; araçla seyderken araçları geçtikten sonra sinyal veren Sevgili Haydar Belul ağabeyin durumuna benzettim. Uyarı levhası, yangın ve orman sonrası uyarı adeta..
Bölünmüş yol işareti; darlıktan bolluğa, yanı ovaya/düzlüğe çıkacağımızın uyarısı.. Kaptanlar un fabrikası neredeyse sırtını Biga dağına yaslayacak. Taşoluk barajını geçtiğim an saat 07’ye gelmişti. Biga çayını ve tarihi Karabiga’yı geçerek Lapseki’ye ilerliyoruz, 56 km var, Çanakkale 91 km. Sıra ile; Atlıçay,Doğancı beldisini ve Gündoğdu-kozçeşme sapağını geçerek Göktepe’yi yakaladık; Lapseki için 45, Çanakkale için 82 km daha koşuşturacağız..
Daracık yol bizi gittikçe genişleyen iki dağ arasına taşıdı; vadimsi bir yer gibi.. Fakat aniden Orman’ın derinliğine düştük “Ateş dikkat” uyarısı burada gerekli, belli ki çok önceden uyarmanın daha etkili olacağını düşünmüşler... Lapseki’ye 29, Çanakkkale’ye 60 km kala ovanın geniş alanlarına açıldık..
Çok mu, çok güzel kıyı beldesi Gürecealtı’ndayız. Ardından, en az onun kadar güzel benim beldeye, yanı Şevketiye’ye..Kadri-Kadriye, Remzi-Remziye adlarını bilirdim de Şevketiye’yi hiç duymamıştım.. Genellikle cehennemi yaşatan Şevket, Şevketiye ile cenneti de yaşatabiliyormuş.. Dalgalar sabahın serinliğinde, kıyıyı tahrik edercesine, tüm albenisiyle salına-salına yaklaşıyor ve nazlanarak geri dönüyor.. Bölünmüş yol inşası sürüyor..
Bilinen yapı nasıl ki Dereleri siyasi ve ekonomik rant adına pazarlayıp “Hesler Kimleri Besler?” sorusu sordurttu, bölünmüş yolarlıda km-km bölerek kimlere pazarlandığı ve beslediği gün gibi ovalarda.. Saat, 07.37 Adatepe’deyiz, Lapseki 15, Çanakkale 50 km sonra karşımızda.. Ya Rab! Türkiye’yi/Anadolu’mu ne de güzel inşa etmişsin; tüm zamanlarını ülkeme ayırarak.. Birileri de, Mehmet Altan’ın dediği gibi iç ve dış dinamiklere ülkemi ayırıyor.. Bayramdere yolumuzdan 9 km içerde. Bayramdere Barajı inşa edildiğinin tabelası karşımızda.
Çardak beldesindeki Kumadası plajini geçtik, güzelliği nedeniyle de biz kendimizden… 4 KM sonra Lapseki’deyiz, Çanakkale’ye de 38 km var.. Ve 10700 kişinin yaşadığı, yazları 4 kat artan Lapseki’deyiz. Otobüsümüz seke-seke Lapseki’ye girdi; Limanı geçtik, arabaları vapurlar Geliboluy’a gitmek için yolcu topluyor.. Ececan ile resimler çektik..
İşletmeci Gestaş.. Acaba diyorum karaları satanlar, limanlarla denizleri de mi sattı? Sorusu aklıma gelmiyor değil.. Çanakkale Belediyesinin işletmesi de olabilir. Göreceğiz.. Eğer değilse, Karası, denizi ve havasıyla Anadolu’muzun tabusu birilerine verildiğini düşüneceğim.. Özel değil de özerk biri işletme de olabilir..
Lapseki’yi geçtik. Çanakkale’ye 34 km var. Lapseki kıyıları da apseli; talan alabildiğine yoğunlaşmış. Umurbey’deyiz, barajını da geçiverdik.. Yapıldak ve Musa deresini de.. Odek ovasını da geçtik. Çanakkale’ye 10 km kala, ovası karşılıyor bizi. Saat sabahın 8:17’si, Çanakkale’deyiz. 86.600 nüfuslu Çanakkale otobüsteki 28 kişi ve bizden önceki yazlıkçılarla acaba kaç kişi oldu? Otobüsteki bebeler Barbaros Camiini arıyorlar. Beyaz bir minibüs geldi, minibüsten inen biri çocukları hızla minibüse doldurarak uzaklaştılar. Çanakkale’ye niçin geldiklerini daha önce belirtmiştik..
Biz arabalı vapurla Eceabat’a, Eceabat’tan dolmuşla Kabatepe’ye, ordan da Norveç’ten alınmış müthiş bir gemiyle Gökçeada’ya hareket ettik. Saat 10. Güverte’den martıların dansı yorgunluğumuzu unutturrdu. Gemiyi izliyorlar, çünkü yem bekliyorlar.. 1 saat 15 dakikada Gökçeada’ya ulaştırdı bizleri martılar eşliğindeki gemi.. Karaya çıkar çıkmaz, Uğurlu köyü dolmuşlarıyla 11.30’da Milli Eğitim Kampına doğru yol aldık. Sürücünün adı İslam, Rizeli..
Şu Karadenizli hemşerilerime nerde rastlamaz insan acaba?. Saat 12. 10 MEB kampındayız. Evet gençler gibi biz de kamptayız, fakat bizim kampımız çoluk-çocuk, erkek-kadın; dahası ailelerin birlikteliği.. Yeni dostlukların, arkadaşlıkların ve doğanın yaşanacağı bir kamp, yanı uhrevi değil dünyevi, yanı cehennemin cennete dönüşeceği yerdeki birliktelik, dayanışma.. 6 yıl sonra tekrar Gökçeada’dayız.. Anadolu’muz adeta yangın yeri..
Bugünkü yazılı basın satır aralarında bir şeyler söylemeye çalışıyor, fakat yüreklilik gösterip olgulara netlik kazandıramıyor, çünkü korkuyor kokuları açığa çıkarmaktan… Saat 18.30. İkinci blok 212 no’lu yerde kalacağız. Notlarımı kontrol ediyorum. Kadriye Seslendi; “Mustafa Balbay, Hurşit Tolon paşa, Sinan Aygün, bir sürü insan göz altında.. Turan Çömez aranıyormuş...”
Hurşit Tolon paşa, ADD genel Başkanı.. Turan Çömez daha ilginç isim..Reter’in eski sağ kolu..Fakat sonradan Reter ile ters düşmüş, Abdullatif Şener gibi adaylık teklifini geri çevirmişti.. Gözaltına alınanların Atatürk yanlısı, Reter karşıtı kimlikler olması değil de, Çömez’in aranıyor olması düşündürücü geldi bana.. İnsanın aklına “AKP tüm karşıtları yanında, önceden yanında olanlara, gerçek yüzünü ortaya çıkarmamaları için gözdağı mi vermek istiyor? Paşalar tutuklanıyor, baştaki paşalar suskun.. Neden acaba?
- a- Bunlarla mı hareket ediyor?
- b- Bunları izliyor ve kendini bilerek gizliyor mu?
Bir şeylerin düğmesine basıldı ve kapı aralandı gibi. Reter’in duruşu, Menderes duruşundan beter; neden asker ‘Yeter?’ demiyor? Diye düşünenlerin her zaman karşısında oldum demokrasi adına. Fakat bu iş çok-çok farklı bir şey, yöntem farklı.. Küresel efendi ve onun uzak karakolu Siyonist devlet, bunlarla 12 Eylül sürecinden daha dikkatli ve detayli ortak hareket mi ediyorlar? Onpunto’daki yazımı şöyle bağlamışım;
“Hazır olun, Reter ve örgütü, yeni-yeni oyunlarla gündemi değiştireceklerdir.. Olmadık yüreklilikler gösterebilirler; çünkü arkasında küresel efendi var..” Asker bence eski hatalarını tekrar etmemenin sabrı içinde mi, dersiniz?!.. Olacak iş mi; polis devletinde yaşananların ötesinde bir şeyler yaşanıyor.. Polis Orduevlerini basıp, asker tutukluyor ve Genelkurmay bundan haberdar.. Mehmet Altan denen karanlık oluşumun teorisyeni, açık-açık söylüyor; “Türkiye’deki ve dışarıdaki dinamikler harekete geçti..”
Kimse o dinamikler??!! Hani bu adam darbe karşıtı idi.. Pardon o Atatürk’ü ve askerlerin sevmiyor, onun için onların darbelerine karşı.. Sivil darbelere kucak açan, sınırsız ve kuralsız demokrasi avcısı gibi davranmak aydınlara yakışmıyor… Evet; bugün 1 Temmuz 2008.. Dediğim gibi Ergenekon süreci, tüm görkemiyle işletilmeye başlandı… Darbeli süreç..Hep asker mi darbe yapacak; biraz da biz siviller yapsın bu işi (kusura bakmayın, sinirlerim bozuldu..)..
İyi de Mustafa Balbay’ın o süreçle ne ilgisi olabilir ki? Evet; Cumhuriyet’ten Mustafa Balbay’ın evi ve gazetemiz Cumhuriyet’teki yeri aranıyormuş. Bu arada; kanal D Sinan Aygün’ün kasasında 2 milyon Euro bulunduğunu söylüyor. Demek ki olayın içinde Sinan Aygun da var… Ankara Ticaret Odası(ATO) başkanı Sinan ilginç bir kişilik. Gerçekten AKP hükümetinin çok üzerine gidiyordu ve abartılı duruşlar sergiliyordu. Babası sayın Necip Aygün Akkoyunlu zaman-zaman İMO’da yanıma gelirdi, çünkü İnşaat yüksek Mühendis idi; sevecen ve doğrudan yana bir beyefendi idi. Oğlunun duruşunu eleştirdiği de olurdu.
En çok üzerinde durduğu konu; Belediye başkanlarının Mühendis veya mimar olması idi. Bu nedenle adaylar arasında adı geçen oğluna bile karşı çıkıyordu. Soyadını Akkoyonlu yapmış ve değiştirmişti. Sinan değiştirmemişti. Siyaset yaptığı için Akkoyunlu devletinin Osmanlı karşısındaki duruşunun siyasi duruşunu örseleyebileceği için mi değiştirmedi?.. Sinan’ın kasasında, doğaldır ki para olabilir, fakat Balbay’ın kasasında ne aradılar.. ????’leri yüklü.
Soyadının şifresini çözerek içindeki Albay’ı ortaya çıkarmış olabilirler: B-Albay.. Süreç içinde Sinan kurtarabilir.. Parti içinde kimlerle ortak olduğu ‘dedi-kodu’ boyutunda alabildiğine yoğunlaşmış durumda.. Armada, Melih Gökçek ve Zafer Çağlayan ve de Sinan ilişkileri…. Reter, Ergenekon üzerinden bir taşla birkaç kuş vurmak niyetinde.. Bunların başında Sinan geliyor..
Özellikle Atatürk’ün evrensel felsefesine inanan, Laik ve Demokratik Cumhuriyet’ten yana Mustafa Balbaylar ise o’nu ideolojisi bağlamında derinden sarsan ödün vermez ilerici kimlikler.. Avlarken, dahası avcı iken, avlanan durumuna düşerse şaşırmayacağım.. Ergenekon olgusunda işletilen bir yıllık süreci onaylamak olası değil. Bir derin devlet var; faili meşhur cinayetler ortada; bu bağlamda işletilen ve gün yüzüne çıkartılması için işletilen Ergenekon sürecine evet, fakat bu süreci kendilerine karşıt düşünsellikleri susturma boyutuna kaydırdıkları için inandırıcı olmaları olası değil..
Siyasal İslam ve sol söylem genelde örtüşür. Anımsayın Necmettin Erbakan’ın ve Bülent Ecevit’in söylemlerini; biri “Adil düzen”, diğeri “Hakça Düzen”den söz eder; Milli görüş ve Ulusal görüş bütününde de örtüşürlerdi. Özde Sol ve Siyasal İslam’ın evrensel duruşları benzerlikler taşır. Bunları ırkçılıktan ayıran ana tema, evrensel oluşlarıdır. Irk temelinde siyaset yapanlar bilmelidir ki; İngiliz solu ve İngiliz Müslüman’ı savında bulunabilir, ama İngiliz Türk’ü savında bulunulamaz; yani İngiliz’den Solcu veya Müslüman olabilir, ama Türk olamaz.
AKP milli görüş gömleğimi çıkardım dediği noktada, kapitalist öğretiler bütününde siyaset yapma ilkesini benimsemiştir ve siyasal İslam’ın sol benzerliklerine set çekmiştir. Siyasal İslam sol benzerlikler taşısa da, asla sol ile işbirliği yapmaz, aksine sağın her türlüsü ile yakın duruşlar sergiler. AKP Her ne kadar sol söylem içinde gözüküyorsa da, bu söylem tarzını; dünün solcu, bugünün kendileri gibi kapitalist öğretileri esas alan postmandacı Amerikan yanlısı liberallerin söyleminden alır, çünkü bunlar onlara teorisyenlik yapmaktadırlar. İşte bu noktada Küresel efendi belirleyici olmuştur.
Solu, Atatürk’ün evrensel felsefesini ve siyasal İslam’ı enterne edebilmek için, dünün sol eskilerinin desteğiyle Ilımlı İslam projesi başlatılmıştır; Büyük Ortadoğu Projesi (BOP)’nin temellerini atabilmek için.. Onun için bugünkü iktidar yapısı bütününde şekillenen yapının “Siyasal İslam” olarak tanımlanmasına karşıyım. Bu olsa-olsa “Amerikancı Siyasal İslam” hareketidir bana göre.. Bugünlerde yaşanan ve yarınlarda da yoğun bir şekilde yaşatılacak olan hukuk dışı aramaları, gözaltılar, ve tutuklamaları bu mantık çerçevesinde ele almamız gerekir..
Ne diyor Cengiz Çandar; “Yargıtayın tam da AKP kapatma gerekçesini açıklayacağı sırada tutukluluk başlatıldı diyenler, bu hukuki süreç için yarın başlatılsa daha farklı şeyler söyleyeceklerdi..” Eski solcu, günümüz liberalci, postmandacı ve de ılımlı İslamcıların teorisyeni.. Üzüldüğüm yan, ulusalcı gazete’de yetiş ve ulus düşmanı kesilerek yurtsever ulusalcı Balbayları Ergenekoncu gör… Olacak iş mi bu??!! “Türkiye burası, her şey olur” mantığını lütfen bırakın.. Her şeye sandıkta izin veren sen, göreceli siyasal eğilimlerinden vazgeç artık..
Cumhuriyet 2 Temmuz 2008 günü; “Büyük Gözdağı” manşeti ile çıkmış… Aslında gözdağını internet gazetelerindeki yazılarımızdan dolayı bize son zamanlarda yoğunlaştırmışlardı, “Direnmeyin, gelin teslim olun.. Bir yargı bir de Asker kaldı..” benzeri tehditlerle. Evdekilere söylemedim, belli de etmemeye çalıştım, çünkü sinirlerim bozulmuştu.. Gereken yanıtı vermekten bıkmış, onlar bıkmamıştı.. Gökçeada önerisi gelince, kafamı dinlemek için bir süre bir şeylerden kendimi soyutlamam gerektiğini düşündüm.. Amaç korku imparatorluğunun derinliğini artırmak. Bunun için bizlere kadar uzanabilirler de, önümüzdeki yıllarda..
Cumhuriyet’in; “Tehlikenin farkında mısınız?” başlıklı yazısı her şeyi anlatıyor: “ Ergenekon soruşturmasının başlayalı bir yılı geçti.. Hukuk açısından hakkında dava açılıp açılmayacağı bilinmeyen insanlar hâlâ tutuklu… Haklarındaki suçlamanın önü, ardı, kanıtı olup olmadığı belli değil. Özel medya kanallarıyla özenle servis edilen yayınlar, bu insanların peşinen suçlu ilan edilmesine ve karalanmasına iddialardan oluşuyor… Bir yıldır özenle bitirilmeyen soruşturma aracılığıyla, iktidara karşıt olanlar, şaibe altında bırakılmaya, karalanmaya devam ediliyor..”
Yaşanan süreçlerde dikkatimi çeken bir söyleşi var: TMSF’nin, ordan da birilerinin eline geçmezden önce Kanaltürk’te, Merdan Yanardağ'ın sunduğu ''Yolsuzluk ve Yoksulluk'' adlı programa katılan Nurettin Veren, ''Cumhuriyet savcılarının anlatacaklarımı ihbar kabul etmesini istiyorum. Bu davanın tanığı da sanığı da olmaya hazırım'' dedi.
Fethullah Gülen 'in 25 yıl boyunca başyaverliği ve kuryeliğini yaptığını belirten Nurettin Veren, ''gizli bir örgüt'' olarak nitelendirdiği ''Fethullahçılar'' ın içyüzünü anlattı. Veren, ''Biz 12 kişi hayır için yola çıktık ancak örgütlenmenin devleti içten ele geçirme planı olduğunu anlayınca aforoz edildim.Gülen beni öldürtmek istedi'' dedi. Nurettin Veren devam ediyor; ''Biz 1970 yılında 12 insan yoksul öğrencilerin okutulması ve hayır işleri için yemin ederek yola çıktık. Yıllar boyunca bu dava uğruna hasır üzerinde oturdum. Küçük hayırlarla büyük finanslar elde ettik. Kaydı olmayan yardımlar Fethullah'a teslim edildi. Büyük ekonomik güce ulaşınca 1993'te harekete geçildi. Bir cami nasıl milletin parasıyla yapıldıysa Zaman gazetesi ve Samanyolu televizyonu da aynen öyle yapıldı. Ancak Zaman gazetesi 20 yıl boyunca banka reklamı almadı. Çünkü Fethullah banka reklamı gibi, kola içmeyi, kot giymeyi de haram kılmıştı. Sonradan Asya Finans'ı kurdum. Gazetesine banka reklamı almayan Gülen daha sonra Bank Asya'yı kurdurdu. Gülen Müslümanlara takıyye yapıyor.'' Nurettin Veren, Fethullahçı örgütlenmenin 7.5 milyar dolarlık ekonomik güce ulaştığını, Türkiye'de dershaneye giden 4 çocuktan üçünün tarikatın eline düştüğüne dikkat çekti. Veren, ailelere, ''Çocuklarınızı terörden kurtarmak isterken Fethullah örgütüne teslim ediyorsunuz.Uyanın, gerçeği görün'' diye uyarıda bulundu. Gülen'in bütün şirketlerinin adını kendisinin koyduğunu belirten Veren, ''Ama bunun belgesini bulamazsınız. Çünkü hiçbir illegal örgütün belgesi olmaz'' dedi. Nurettin Veren, Türkiye'de önemli bir sorun haline gelen türbanın Fethullah Gülen'in talimatıyla bir furyaya dönüştürüldüğünü ifade ederken şöyle konuştu: ''Gülen'in talimatıyla birçok arkadaşımız 50 yaşına kadar evlenmedi. 1970'lerde ve 1980'lerde Türkiye'de türban diye bir sorun yoktu.
Bunu topluma biz enjekte ettik. Gülen, evli müritlerin eşlerini burunlarından topuklarına kadar kapatmalarını istedi. 'Siz başlatın gerisi gelir' dedi. Kadınlarımız da siyah gözlükler ve eldivenler taktı. Ben de eşimi öyle giydirdim. Toplum kamplara bölündü.
Sonra da bu örgütlenme fark edilince cemaate, 'Başı açık kadınlarla evlenin' dedi. Bu yüzden cemaat içindeki başı kapalı kadınlar dul kaldı!'' Gülen'in kendisini insanüstü, ileriyi gören, her şeyi önceden bilen bir canlı olarak tanıttığını belirten Veren, ''Kendisi 1941 doğumlu olmasına karşın Atatürk öldükten sonra, 1938'de doğduğunu söyler ve kurtarıcı olduğunu ima etmeye çalışırdı. Ancak tasavvuf ve gönül adamı, bir Mevlana ve Yunus Emre gibi takdim edilen bir insanın bugün Irak'ta 400 bin Müslüman’ın ölümüne yol açan Amerika'da ne işi var? Siz hiç 137 dönümlük arazide 8 villa içinde 100 hizmetkârla yaşayan bir Yunus Emre gördünüz mü'' diye sordu.
Gülen'in gerçek amacının kilit noktalarda kadrolaşarak devleti ele geçirmek olduğunu belirten Veren, bu planı anladıktan sonra ikazlarda bulunduğunu, bu yüzden aforoz edildiğini anlattı. Veren şöyle konuştu: ''1995'te fikren ve kalben koptuk. Hayır için yola çıkmıştık ama örgüt çatısı içinde kullanıldık. Gördük ki çatal bıçak için kurulan bir fabrika, silah fabrikasına dönüşüyor. Devleti içten ele geçirecek bir plan olduğunu sonradan anladık. Tepki koyduk, ikaz edilince dış görevlere gönderildik.
ABD'de 30 gün birlikte kaldık. 50 kişinin önünde beni öldürtmeye kalktı. Bu hücum ve cinnet karşısında canımı zor kurtardım. Gülen, 'FBI ve CIA'yı arayın, bu adamı öldürtün' dedi. Sonra Türk devletinin görevlendirdiği polise 'Silahını çek vur bunu' diye bağırdı. İnsanlar itaat etmeyince şömine demiriyle üzerime hücum etti. Sonra New York'ta gece yarısı sokağa atıldım.''
Gülen'in gerçek amacının dünyayı yönetmek olduğunu ve ''hastalık yalanıyla ABD'ye kaçtığını'' belirten Veren, sözlerini ağlayarak ve Atatürk'e övgüler dizerek şöyle tamamladı: ''Gülen, Türkiye'deki örgütlenmesinin 2000 yılında kendini amorti ettiğini söyledi. Yetiştirdiği vali, emniyet müdürü, kaymakam ve komutanlar var. Cumhuriyet gazetesi, 'Tehlikenin farkında mısınız?' diyor. Evet bu örgütlenme bir işgaldir, ihanet şebekesidir.
Yargıtay'a yönelik saldırıda birçok insan bir kare fotoğrafta göründü diye zanlı oldu. Elimde yüzlerce fotoğraf ve belge var. Savcıları göreve çağırıyorum. Kimse bir şey yapmıyorsa demek ki Fethullah'ın dokunulmazlığı var.'' “Gezi yazısında bunların işi ne?” diyebilirsiniz.. Var, var! Eğer bu cennet ülkeyi rahat gezebilmek istiyorsanız; asıl bunlara gereksiniminiz var. Bunlara yaşamınızın ve yaşamınızı dinlendirecek gezilerinizin yol göstericisidir.. Ergenekon taşıyla birkaç kuş değil, birçok kuş vurmaktır amaçları..
Kimler tutuklanmadı ki; Mustafa Balbay’ından, Emekli orgeneraller, Prof. Dr. Ercüment Ovalı, Erol Mütercimler, Sinan Aygünler… Sinan’ın durumu bana ilginç geliyor.. Dedim ya, ilişkiler boyutunda kurtarabilir kendini.. Mustafa Balbay’ın Euro, dolar ve ziynet kasası yoktu; düşünce kasası vardı.. Mustafa Balbay’ın kasasını daha tehlikeli bulacaklarından eminim.. Tüm bilgisayar kayıtlarına ve haber dokümanlarına el konmuş..
Zamanlama düşündürücü; Enflasyön tavan yapmış, Enerji yatırımcılarına % 25 zam yapılmış, Yargıtay AKP kapatmasıyla ilgili karar metnini açıklayacak..Tüm bunlar bana Atlantik ötesi harekat gibi geliyor.. Gezimize devam… Dediğim gibi 6 yıl sonra Tekrar Gökçeada’dayız; Kuzeyindeki Kaleköy, Yeni-Eski Bademli de, Kuzu Limanı’da..
Güneydoğu’daki Güzelceköy, Aydıncık Koyu, Tuz Gölü, Baraj göleti, zeytin yağı ile dibek kahvesi ünlü Zeytinli; Zeytinli’nin batısında Tepeköy, Şahinkaya, Mihail Muço amcanın Dereköy’ü, kuzeybatı ucunda Marmanos, Dereköy’ün hemen altında Uğurlu, Güneybatıdaki Köy Hizmetleri kampı(6 yıl önce burada kalmıştık, şimdi; Biga’da demir imalatçısı Menderes isminde Siirt’li bir partiliye satmışlar ve adına da ‘Mavi Su Rizort’ demişler..)
Bitişiğinde şimdi kalacağımız MEB kampı ve Adalet Bakanlığı kampı, ikisinin arasında Sağlıkçıların kampı.. Gökçeada’nın eski adı İmroz.. Mehmet Yakup Yılmaz köşesinde şunları yazmış.. Yazısının başlığı “Yunanistan gibi olmak zorunda değiliz”.. İmroz ve Bozcaada’da yaşayan gayrimüslim T.C vatandaşlarına ülkemizde ayrımcılık yapılıyormuş Avrupa Parlamentosu’na göre.. Dereköy’deki Mihail Muça ve eşi Tınaz Tırpan’ın halası Reime ile yaptığım söyleşi geldi aklıma..
Onlar hallerinden memnun idi.. Göreceğiz bakalım, böyle bir şeyin olup olmadığını, çünkü Muço amca ve Reime teyzeye tekrar uğrayacağız.. ”Fener patrikhanesinden tutunda, Adalardaki ruhban okuluna dek, azınlıkların hakkını öne alan AKP hükümeti, gizliden gizliye ikili stant mı uyguluyor?” sorusu akla gelmiyor değil.. Yalçın Doğan(03/07/2008) ve Cüneyt Ülsever AKP’ye istemeyerek de olsa sıcak bakan yazarlar.Onlar da AKP politikalarını eleştiriyorlar..
AKP’nin İsrail ve ABD desteğinde Fetullah cemaat polisleriyle darbe yapma kuşkusuna değiniliyor.. Söylentilere göre, tutuklamalardan İst. Cumhuriyet Başsavcısı’nın haberi yok, fakat Avrupu Parlamentosundan Hollandalı parlamenterin ve Reter’in haberi var.. Mustafa Balbay’ın eroin kaçakçısı Osman Gürbüz ile darbe yapacağı saçmalıklarına da değiniliyor, özellikle Ülsever’in yazılarında..
Bugün tarih; 04/07/2008. Sabaha karşı bir rüya gördüm..
Doğan’ın koynunda koşuşturan bir ayı yavrusu, hızla gelerek, kuru yapraklar arasında saklanmış doğuranının koynuna saklanıyor; arkadan gelen bir bozayı her ikisini de parçalıyor.. Bu boz ayı küresel efendi olmasın??? Atatürk Cumhuriyeti’nin; Ilımlı İslam Cumhuriyeti’ne teslimi.. Parti kapatılmasına elbette ki ben de karşıyım.
Hilmi Özkök’ün; “Demokrasilerde çözüm seçimdir, seçimle gelen seçimle gitmelidir..” İyi de paşa, bunlar seçimle değil, iki günde kurulup üçüncü gün iktidara gelmediler mi? Tepeden gelmiş olmuyorlar mı?! Askeri darbeye karşıyız demek yalın ve yalnız bir demokrasi yaklaşımı, sivil darbelerin de önünün kesmek gerek. F tipi örgütlenme polis ile askeri karşı-karşıya getiren ve ardında polis devletine giden yol değil mi?
Bunları besleyen sınırsız ve kuralsız demokrasi avcıları Atatürk’ün heykellerini Saddam’ın heykellerine benzetmesine ne demeli?! Ahmet Altan; Taraf gazetesinin beyni..Taraf gazetesi ülkenin gündemini belirliyor..Ergenekon belgeleri savcılıktan önce bunlara servis ediliyor.. Bunlar; “dünya’da tek bir diktatörün heykeli ayakta, o da Atatürk” diyerek, babalarının 1960’larda sağcı milletvekilleri tarafından mecliste linç edilmesinin intikamını adeta T.C’den ve Atatürk’ten alıyorlar..
Yazılı basının bir kısmı kınıyor, bir kısmı kına yakıyor, tüm bu gelişmeler karşısında.. Büyük bir dayanışma var TC’ye karşı; AB+ABD=ARBD küresel yok etme formülü bütünde, ırktan geçinen ayrımcıları, dinden geçinenlerin ve soldan geçinenlerin söylemleri öylesine örtüşüyor ki, tümü sanki aydınlanma ve kalkınma karşıtı. Ülke gündemini salt taraf belirlemiyor; TMSF’nin katkılarıyla devredilen Sabah, Star, Vakit, Yenişafak, Birgün gazeteleri de aynı öz görevi üstlenmiş durumdalar.. Dilipaklar, Altanlar, Cemaller, Korular ve Mustafa Balbay, evet onlar cirit atarken, Balbay içerde düşünceleri için yatıyor.. Cumhuriyet gazetesi ayakta zor duruyor..
Elçin poyraz’ın bugünkü haberi (4/7/2008) biraz yüreklere su serpti, fakat bu su serinletmedi, çünkü su sıcak: American Enterprise İnstitute(AEl), yanı Amerikan Girişim Enstitüsü Michael Rubin (Amerikan donanması askeri akademi öğretmeni ve editör); “Ergenekon soruşturmasını bir komplo olarak tanımlamakta ve bunun Reter’e ait bir hayal ürünü olduğunu, soruşturmayı kendisini eleştiren, yolsuzluklarını ve iktidarını kötüye kullanmasını sorgulayan kişilerden, intikam almak üzere bir bahane olarak kullandığını, süreç içinde ya AKP kapanacak, ya da Kemalizm ve hukukun üstünlüğünün yerine, dinin siyasi amaçlar için fırsatçı biçimde kullanıldığı ve özgür medya, özgür Sivil toplumun hor görüldüğü Putin tarzı bir yapı gelecek..
Reter Türkiye’ye sömürge valisi gibi emreden AB yetkililerin kucakladı. Bağımsız medyanın, işadamlarının, çiftçilerin, aydınların ve hukukun, üstünlüğünü destekleyen herkesin, Reter’in, Putin’in yolunu izlediği bir dönemde, demokrasiyi savunma görevi bulunduğunu, Batılı diplomatların da Türk yargısının ardında durarak hiçbir siyasetçinin hukuktan üstün olmadığı kavramını desteklemesi gerekmektedir..” Eeee, Rubinciğim, senin söylediklerin ben bile Onpunto’da yazdım.. Adam bildiğini okuyor..
Putin’in sonu Saddam’ın sonudur. O’na benzemeye çalışan düşünsün.. Bunun için yakalanmamak adına, karşıtlarını yakalamaya başladı.. Sen ülkemdeki elitleri uyaracağına, şu Sam amcayı uyarda, ülkesinde yan gelmiş yatan cemaat liderini ülkenden çıkarsın.. Guardian gazetesi bile, akp’nin ve Reter’in sütten çıkmış ak kaşık olmadıklarını söylüyor.. Ülkem insanının umutlandırıyorsunuz, fakat sonunda onula yatıp kalkıyorsunuz.. Bugün tarih, 5/7/2008. Değişen bir şey yok.. Batı basını, bizim basınımızdan daha tavır alıcı.. “Darbeli Gökçeada Gez-Gör-Yaz” devam ediyor.. E.Özkök’ün yazısının başlığı “Zenci Elit, Baron ve İstilacı”.
O da benim gibi Guardian’dan söz ediyor: "Kapatma davası demokrasinin ruhuna aykırı, ancak AKP de sütten çıkmış ak kaşık değil." Bu vurgu belki AKP yöneticilerini sinirlendirecek. Tepki gösterecekler. Bence aceleci davranmayıp bu yazıyı sonuna kadar okumalarında yarar var. Çünkü, Türkiye'ye yukarıdan ve bazı militan yabancı muhabirlerin aksine, tarafsız bakabilmeyi başaran bu yazı, AKP'nin yolunu tekrar bulabilmesine yardımcı olabilir.
Yazıda, Erdoğan'la ilgili çok önemli şöyle bir cümle daha var: "Hükümet etmeye başlamasından itibaren gücünü kayırmacılık yönünde kullandı ve AKP yanlısı, dinsel bakımdan muhafazakar geçmişe sahip insanların bakanlıklarla devlet dairelerine akını giderek büyüdü."
Bunu yapanlar için çok da ağır bir ifade kullanılmış: "İstilacılar..." Ardından şu cümle geliyor ki o da çok ağır: "Bakanlıkları tekeline alma girişimi, hele AKP'nin gerçek niyetinin Türkiye'yi yavaş-yavaş İslamileştirmek olduğu yönündeki kuşkular göz önüne alındığında, hiç de akılcı değildi. Cumhurbaşkanlığı meselesi de, türban konusu da kuşkusuz başka zamana bırakılabilirdi." İyi de aynı gazete Reter’in “Asker ve Polisi kimse yıpratmasın” sözlerini manşetten vermesine ne demeli..
Adamlar TBMM’ inde Atatürk’ün askeri elbisesinde rahatsız, o’nu indirmeye çalışıyor, öbür yanda bu tümceleri sıralıyor.. İngiliz Reuters haber ajansı, şu haberi geçmiş; “Söz konusu Ergenekon örgütlenmesi, tamamen uyduruk bir kurgu.. Reter kendisini kurtarmanın kurguları içinde..” Ergenekon Terör Örgütü (Dinden geçinenler öyle diyor)’nün finansörü, Kuddusi Okkır serbest, çünkü ölüm döşeğinde.. Kanser.. Ve sağlık hizmetlerini alacak 5 kuruşu yok..
“Darbeli Gökçeada Gez-Gör-Yaz” sürecimizde ne varsa notlarımıza alıyoruz.. MİHAİL-REMİE MUÇO AİLESİNİ TEKRAR GÖRMENİN MUTLULUĞU Tarih, 6/7/2008 Futbol Federasyonu Başkanı Hasan Doğan kalp krizi sonucu, sevenlerinden ayrıldı.. Üzüldüm; Allah Rahmet eylesin.. İyi insandı, tarafsız bir duruşu vardı.. Saat; 15,10 Muço dayının Dereköyü’ne gidiyoruz.. Her “Gez-Gör-Yaz” etkinliğimizi, yeni bir dost, yeni bir doğa demek.. Düvek ailesiyle tanıştık.. Anne Nilgün, Baba İbrahim ve dünya güzeli kızları Esin..
İbrahim bey aslen Urfalı, Nilgün hanım da Hakkarili; Abbasi soyundan geliyor.. Esin çok tatlı olmanın yanında çok-çok başarılı bir öğrenci.. Ececan ile de çok-çok-çok iyi anlaştılar, sevdiler birbirlerini ve de bizler de iki aile olarak bundan çok mutlu olduk.. Babanın benimle örtüşen yanı, kızına çok düşkün olması ve bu duruşunu abartılı olarak her durumda belli etmesi.. Nilgün hanım ise Kadriye ile kaynaştı, çünkü bundaki etken, her ikisinin de ortak yanlarının olması.. Dahası babalardan farklı olarak, her şeye kuşkuyla bakmayan, daha soğuk kanlı ve hoşgörülü olmaları..
Böylesi dünya tatlısı ve benzeştiğimiz aile ile, tanışmamız ilginç ve de gülmece boyutunda gelişti: Yemek faslı bitmiş, yavaş-yavaş kalkıyoruz.. Kadriye Ececan’a; nasıl tanışacaklarını kurguluyor; “İyi, güvenilir ve huzurlu bir aile..Kızları da çok şirin.. Sana arkadaş olur..Tanışmalıyız.. Onlar şu ileriki masaya gidiyorlar.. Biz de ağır-ağır yanlarından geçer bakarız, selam verirler ise, tanışmak için yanlarına gideriz…” Bunları mırıldanırken ben de arkalarından tin-tin geliyorum ve farkında değiller.. Ailenin oturduğu masaya yaklaştıklarında göz göze gelindi ve Kadriye ile Ececan’ın kurguları gerçekleşti, masaya davet edildiler...
Ben de arkalarında masaya yaklaştım ve tanışma süreci işlemeye başladı. Masaya davet edilince senaryo tamamen gerçekleşti… Kadriyeler senaryolarını dinlediğimden habersizler. Ben her zamanki takılganlığımla (Ar. Muzip diyorlar) sazı elime aldım; “Bunlar sizinle tanışma senaryosu yazdılar ve benim kendilerini dinlediğimin farkında değiller. Diyorlardı ki; ‘Çok güvenilir bir aile, kızları da çok güzel ve arkadaş olacak yaşta.
Biz masalarının yanından geçerken yavaşlarız, eğere selam verirler ise…’ ” Ben bunları anlatınca kampta müthiş bir kahkaha yükseldi.. Evet, sadece tanıştığımız aile değil, sesimin tonunu ayarlayamadığım için, yakın masadaki kamp sakinleri de sesli gülüşe geçmişti.. Ve aile ile böylelikle tanıştık… Eşim Kadriye Nilgün hanıma, önceki gelişimizde tanıştığımız Dereköy’den Muço ailesini ve göremediğimiz Zeytinlik beldesini anlattı.. Merak ettiklerini ve ille de gitmek istediklerini söylerlerken, bizim de gelmemizi koşul olarak dayattılar. Çok ısrarlı olunca, kabul ettik... İbrahim beylerin arabası var, güzel mi güzel.. 2008 Temmuzunun 6.günü saat 15.10. Sevgili Düveklerle Muçolara doğru yola çıktık..
Dedim ya “Her gezi, yeni bir doğa, yeni bir dost demek”.. Dereköy’ün girişindeki o devasa çınar ağacının da soluklanıyoruz.. Trabzonlu Hayrettin Ufuk, yine o küçük 4 tekerlekli arabasında meyve ve sebze ve diğer yerel ürünleri satıyor.. Eşi Çaykaralı, tam 30 yıldır o çınar ağacının altında sebze ve meyve ve Dereköy’e özgü ürünler satıyor..
Muço ailesinin burada olduğunu, dahası hayatta olduklarını söyleyince seviniyoruz. Çınar ağacının tam karşısında Kilise var, belli günlerin dışında kapalı. Dereköy’e girmek için soldaki okulun duvarına koşut yukarı doğru tırmanışa geçtik.. Dereköy’deyiz. Remie-Mihail Muço’nun evi kapalı. Kapıyı çaldık, açan yok. Evde olmadıklarını düşünerek, Kilisenin ve köyün ortak çamaşırhanesinin olduğu Dereköy’ün kendine özgü otantik caddesine girdik..
Dereköy adanın batısında, merkeze 14 km uzaklıkta, ana yolun iki yanındaki tepelerde yer alan tek Rum Köyü. Önceleri 1950 hane ile, değil adanın Türkiye'nin en büyük ve kalabalık köyüymüş. Evet; 22 kahvehanesi, 2 sinema, berber, terzi dükkanların ve bakkalların yanında 3 zeytinyağı imalathanesi ve Adanın en büyük çamaşırhanesi hala burada imiş. Çamaşırhane hala kullanılıyor.. Piri Reis'in 16.yy'da adada bahsettiği iki yerleşim yerinden söz eder; biri Dereköy(Shınudı), diğeri Kaleköy (Kastro)…
İşte bu devasa yerleşim alanı şu an, yarısı Rumlara ait 50-60 haneye düşmüş. Bunlardan biri de Mihail Muço amcanın hanesi. Yazın Avrupa ülkelerinden gelen ev sahipleri ile Dereköy şenleniyor.. Köyde ibadete açık iki kilise bulunuyor; asırlık çınarın olduğu köy girişinde 1800’lerde inşe edilmiş Hagia Marina Kilisesi ve içeride Koimesis Tis Theotokos Kilisesi.. Sadece bir kahvehane kalmış, o’nu da bir Türk aile işletiyor..
Kendi yaptıkları üzüm likörünü, karadut suyunu, karadut reçelini, ev şarabını ve keçi peynirini bulmak olası.. Genelde bu uğraşıyı verenler Trabzonlu. Örneğin, yol üstündeki asırlık çınar ağacının altında, kekik, reçel, salça, zeytinyağı, ceviz, badem gibi doğal yiyecekler satan Trabzonlu Hayrettin Ufuk gibi.. Rastladığımız kişiler Doğu Karadeniz’den, özellikle Trabzon ve çevre ilçelerinden gelen kişiler. Azınlıklar gittikçe azalıyor. Var olanların tümü yaşlı.. Onlar da evlerine çekilmişler, Temmuz sıcağında..
Reime teyze ve Mihail amcanın evde olduklarını öğrenince tekrar geri döndük.. Kapı açıldı.. Mihail amca hiç değişmemiş.. Ayni resmi veriyor.. Dinç ve güleç yüz.. Asmalarla kaplı terasındayız. Teras üzüm asmaları, ortancalar ve saksı çiçekleriyle kaplı. Ececan ve Esin’in kafesteki keklik dikkatlerini çekiyor.. Tutsak olmasına karşın bu güzel insanların yanında tutsaklığından şikayetçi değil gibi.. Reime teyze geldi.. O da değişmemiş.. Her ikisi de 80’inin aşmış..
İbrahim beye, Mihail amcanın Paşabahçe cam fabrikasının Tuzla porselen bölümünde modelist olarak uzun yıllar çalıştıktan sonra emekli olduğunu söylüyorum.. ’Söylüyorum, çünkü bir önceki gelişimde Mihail Muço ve ailesini ve Dereköyü tüm detayı ile yazdım.. Benden sonra Tayfun Talipoğlu Dereköy ve Muço ailesini işledi..’ Reime teyze eski ulusal futbol takımının çalıştırıcısı Tınaz Tırpan’ın teyzesi olduğunu, Dışkapı’da askerlik yaparken tanıştığını, aslen babasının Bayburt’tan Ankara’ya geldiklerini anlatıyorum..
Köyün diğer sakinlerinden Niko dayı ve diğerlerini anlatırken Muço amca, Niko’nun vefat ettiğini söylüyor ve üzülüyorum.. Niko dayı 2001’de 86 yaşındaydı. Çok sevecen ve nüktedan biri idi.. 2007’de vefat etmiş.. Kasketi başından çıkarmayan ve pek konuşmayan Yekim dayı ve Yekim dayıya çok takılan Madama teyze de vefat etmiş.. Muço amca belindeki kireçlenmeden şikayetçi, Reime teyze bir ara felç geçirmiş, şeker hastası da.. İyi gördük kendilerini, fakat doğaldır ki eskisi gibi değiller.. Birbirlerine ve inançlarına öylesine saygılılar ki, adeta evrensel dünya dostluğunun özünü yansıtıyorlar..
İnsan ve insanlık aşığı bir çift.. Çocukları olmamış, ama binlerce çocukları var, çünkü insanları seviyorlar.. Yanlarında yeğenleri var.. Her ikisine de; “ Biz asla ırk ve din ayrımı yapmayız, Türkü, Yunanlıyı, Rum’u, Lazı, Kürdü, Çerkezi, Gürcüyü , dahası insanı severiz..” demek ne de yakışıyor.. Son zamanların ‘Dinler arası diyalog’ deyimini sık-sık duyarız.. Fetullah Gülen’in başlattığı evrensel kardeşlik süreci.. İşte bunun somut örneği; Mihail-Reime Muço” arasındaki evrensel ilişki.. Biri Hıristiyan, diğeri Müslüman..
Biri Paskalya’ya ve Kiliseye saygılı, diğeri Şeker ve Kurban bayramına, Camiye.. Bence Mihail-Reime ilişkisi, ‘Dinler arası diyalog’un simgesel örneği olarak dünyaya duyurulmalı ve tanıtılmalı; çünkü iki farklı inancın kutsal evliliğini gerçekleştirmiş ve bir gün olsun çelişmemiş iki devasa insanın özverili yaşamı var karşımızda.. Reime teyze, ikram delisi, insan sevdalısı.. Muço amca da.. Bize, hemen önlerindeki bahçede var olan ve yaralara iyi gelen ekşi kara duttan söz ettiler; akça armut ve diğer meyveleri ikram ettiler..
Kısacası, masaya neleri varsa taşıdılar.. Zindan adını koydukları kapkara bir kedileri var, bu sevimli güzellik, çiçeklerin arasına sinmiş biz yabancıları izliyor.... Muço amca boynunu bükerek, yaşlılar aramızdan ayrılıyor, tükeniyoruz, çünkü gençler çoktan aramızdan ayrıldı başka ülkelere giderek, gelmeye de niyetleri yok.. Zaman-zaman İsviçre’den G.afrika’dan, Amerika’dan, özellikle de Yunanistan’dan, ‘burada bıraktıkları biz yakınlarını görmek için’ gelenler olduğunu, fakat bizdeki bu gidişlerin gelişlerini sonlandıracaklarını buruk bir şekilde anlatıyor.. Buradaki azınlıklar, Doğu Karadeniz ve Güneydoğu’dan gelenlerle dostane bir ilişki içindeler.. Her hangi bir baskı yok..
Son derece mutlular, çünkü birbirlerinin değerlerine karşı saygılılar.. Reime teyze ve Mihail amcadan ayrılıyoruz.. Yine eskisi gibi bizi yolcu etmek için sokağa indiler.. Mihail amca “Andrean hoş geldin” diyerek, tam karşısındaki tarihi eve doğru seslendi.. Anderan Yünanistan’dan gelip atalarından kalma evi tamir ediyor.. Anıtlar yüksek kurulundan izin almış..
Sevginin ve saygının evrenselliğini sunan Mihail amca ve Reime teyzeyi özleyeceğiz, çünkü onların bu sevgili ve saygılı duruşu bizi, en yakın akrabamız kadar kendilerine bağladı.. Hani derler ya “Paranın dini imanı olmaz”, yok-yok, paranın değil “Sevmenin, sevilmenin, sevginin ve saygının dini imanı olmamalı, eğer dünya kardeşliğini istiyorsanız. Yok bunları değil parayı istiyorsanız, o sizin sorununuz.. İnanın onlardan ayrılırken, ‘acaba bir daha görebilecek miyiz?’ hüznü çöktü bizlerde.. Dönüp, dönüp el salladık bu kutsal sevgililere..
Yolculuk Dibek kahvesiyle ünlü Zeytinli Köyü’ne.. Gökçeada’nın, bir adının da İmroz imroz olduğunu söylemiştim. İmroz; çorak topraklarda bereket tanrısı anlamına geliyor(muş)... Farklı kültürlerin kaynaştığı, uygarlıklar ve dinler arası diyalogun en somut örneğini oluşturan Gökçeada, Çanakkale’nin bir ilçesi ve Türkiye’nin en büyük adası.. Düşünün adalar gölü diye tanımladığım ve içinde yüzlerce adası olan Ege Denizi’nde bize bırakılan, dahası kendimize bıraktığımız birkaç adacığın en büyüğü, dolayısıyla Türkiye’nin en büyük adası..
Adalarımızın en devasası olan Gökçeada; Ege Denizi'nin kuzeyinde, Saros Körfezi girişinde yer almaktadır. 91 km. kıyı şeridine sahiptir. Adanın batısında yer alan Avlaka Burnu Türkiye'nin de en batı noktasını oluşturmaktadır. Zeytinli köy girişinde başlıyor doğanın zenginliği..Çevre kır lokantalarıyla dolu. Otantik damak tadının odakları gibi bu kır lokantaları.. Mangal keyfi, kırmızı ve beyaz et, başta balık çeşitleri ve diğer deniz ürünleri, zeytinyağlı yiyecekler, Ege denizinin 20’yi aşkın balık çeşitleri ve Kalamar, Ahtapot, Yengeç, Jumbo-Normal Karides, Deniz Kestanesi yanında diğer özel deniz ürünleri ve de kırmızı siyah havyara kadar tüm deniz ürünleri..
En önemlisi doğal ortamında, özgür yaşamını sürdüren koyun ve keçilerinden toplanmış sütlerle yapılan peynir çeşitleri Yine doğal ortamında yetişen zeytinlerden sıkılmış zeytinyağlı yiyecekler.. Böylesi zengin yiyeceklerin fiyatları, hemen-hemen dünyanın tüm dilleriyle listelenmiş sunulmaktadır.. Evler taş ve ahşap yapı ile harmanlanmış yöreye özgü, antik Ege mimarisinin etkin ve büyüleyici özelliklerini yansıtmaktadır.. Zeytinlik köyü elbette ki, zeytini ile ünlü bir köy, fakat asıl ününü dibek kahvesiyle kazanmış.
Bunun yanı sıra; böğürtleni, sakızlı muhallebisi ve Cicirya denen Rum hamur yiyeceği ile ve de sakızlı kahvesi ile ünlü.. Sakızlı kahve, katılan sakızla birlikte kaynatılan kahve, kahveye sakız tadı veriyor.. Dibek kahvesi deyince akla Madama geliyor. Madama dibek kahvesiyle, adeta Zeytinli köyü ve Gökçeada ile bütünleşmiş.. Zeytinli de bir zamanlar Gökçeada’nın en canlı, en kalabalık yerlerinden biriymiş.
Şu bir gerçek ki; Dereköy gibi hareketsiz değil. Gerçi sürekli kalan kişi sayısı Dereköy’den az olsa da; yazın en çok ziyaret edilen ve Koruma altındaki 4 köyden biri. 4 Kahvehane, 1 butik ve 2 yemek yenecek kafe’si var.. Dünyadaki 300 milyon Ortodoks Hıristiyan’ın ruhani lideri olan 1.Bartholomeos’un doğduğu(1940) ve senede birkaç kez doğduğu evi ziyaret için geldiği Zeytinlik köyüne girerken, asırlık zeytin ağaçları size eşlik ediyor.. Zeytinli Köyü, doğanın yüreğine konuşlanmış, tüm doğa güzelliklerini yansıtan cennetin izdüşümü şeklinde betimlemeyi fazlasıyla hak eden bir yer..
Yolumuz üstündeki otantik eşya satış tezgahlarını geçiyoruz, Ececan ve Esin zaman-zaman duraksıyor, anneler de uyarıyor, “Dönüşte uğrarsınız” diye.. Doğru Madamın yerine gidiyoruz.. Ve Madamın yerindeyiz.. İlk işimiz Dibek kahvesini yudumlamak ve sonrasında mekan sahipleriyle söyleşmek.. Dahası yöre insanıyla bütün işletmecileri öğrenmek, sıradan insanların öykülerine kısaca değinmek.. Çünkü Gökçeada, değindiğim gibi farklı kültürlerin dayanışma içinde olduğu “Gezegen kardeşleri adası” gibi geliyor bana..
Ve böylesi bir ada Türkiye’de var, fakat bir başka yerde, özellikle Yunanistan’da olduğunu düşünmüyorum. Yok da.. Düşünün, Girit’te, Rodos (ta, Sisam’da, dahası Osmanlı gölü Ege’deki bu adalardan belki de bin yıl yaşam sürmüş, fakat sonradan geri dönmüş bir Anadolu insanı buralara gidip eski yaşamlarını sürdürsünler, yanı hem Girit’te, Rodos ve diğer Adalar’da, hem de Türkiye’de yerleri olsun, işletmecilik yapsınlar.. Türkiye bu evrensel duruşuyla batının doğusunda olmasına karşın, batıdan daha batılı..
Tüm eski yerleşim alanları; Kaleköy, Eski Bademli Köyü, Gökçeada, Yeni Mahalle, Zeytinliköy, Tepeköy, Dereköy’de süren yaşam ortaklığı bizde oluyor da, onlar da niye olmuyor.. Biz bu evrensel kardeşlik duruşumuzu asla bozmayalım.. Evet, doğrudur Osmanlı sonrası azınlıklara karşı bazı saldırılar olmuş, fakat onlar asla tümden ülkeden uzaklaştırılmamış, eski kardeşlik ilişkileri ve günlük yaşam kültürü ile kendini koruyabilmiştir.. Ülke genelinde de bunu yaygınlaştıracağını inanıyorum, ülkemin aydınlık insanları..
Tüm bunları son yıllarda Ermeni katliamı dışında, Rum tehcirini gündeme getirenler için yazıyorum.. Bu duygularla işletmeciyle tanışıyoruz. Adı, Kostandino Kotufo. Kartvizitinde Kostandi yazıyor.. Madamın oğlu. Madam 2003’te aralarından ayrılmış (vefat). Kostandi’nin öz babasının adı Kostantine. 1947 vefat etmiş. Sünger avcısı.. Üvey babanın adı Yani Kotufo. Garson.. Kahve 120 yıldır işletmeye açık.. Madam tanıtıyor burayı. Kahvenin asıl sahibi Madam’ın babası. Adı Vasilyos Zafır. Vasilyos’un babası Akilion kahveyi işletmeye başlamış.
Dibek kahvesinin nasıl yapıldığını anlattı bize: Taşa oyulmuş bir çukurda kahve çekirdekleri ağır bir demirle ezilip elekten geçirilerek hazırlanıyormuş.. Muş, mış araya girince, belli ki, şimdilerin teknolojisi, geleneksel ilkel teknolojiyi yok etmiş.. Kim bilir otantik damak tadını da.. Eskiden dibek kahvesi acaba şimdikinden daha bir damak tadı veriyordu derseniz.. Kostandin’in, kız erkek 2 çocuğu var, Maria ve Hristo.. İkisi de Yünanistan’da.. Kendisi de kışın Atina’da.. Kahve gerçekten nefis.. Kostandi Zeytinli Köyü’ne kaşesini vurmuş.. Not defterime de iki ayrı kaşesini bastı..
Kostandi Kotufo-Zeytinlik Köyü. Gökçeada-T.C.2270 2710 Madamın Özel-Dibek Kahvesi-Kostandi Kotufo Kostandi, sadece kendisi değil, Panayot’un da dayısının 100 yıllık kahvehanesini işlettiğini söylüyor.. Yerin gösterdi bize.. Sakızlı kahve ustası Panayot 7 yıldır burudaymış.. Dediğim gibi müthiş bir dayanışma var.. Trabzon’lu Abdullah Aksoy ile tanışıyorum. Elektrik teknisyeni. 18 senedir burada imiş.. Veda zamanı. El sıkıştık ve aşağıya doğru tırmanışa geçtik..
Esin ve Ececan’ın otantik eşya ve takıların satıldığı Zeytinli Köyü girişine.. Abdullah Ulucan (apoulucan@hotmail.com) ve Tünceli-Munzur’dan Deniz Yıldız tezgahlarının başındaki üniversiteli öğrenciler.. Abdullah’ın e-posta adresini aldım. Yazı ve resimlerini göndereceğim. Resimleri gönderemem, çünkü bilgisayarımda, format yükleme kurbanı oldular, ama yazıyı geç de olsa göndereceğim.. Konuştuk, söyleştik ve vedalaştık.. Çocukların girişimci ruhu beni etkiliyor.. Dinlencede para kazanmak mı desem, yoksa dinlenceyi unutmuş, harçlığını çıkaran girişimci gençler mi.. Yol koyulduk..
İbrahim beye takılıyorum.. Kürt Laz’ı taşıyor diye.. Hemen bir fıkra ile yanıt verdi: “Laz ve Kürt yaya uzun bir yoldalar.. Laz’ın aklına geliyor, ‘Yorulduk, gel birbirimizi taşıyalım, dinlenmiş oluruz. Taşırken de türkü söyleyelim.. Türkü bitince değişelim’.. Önce Kürt taşımaya başlıyor.
Laz Çayeli’nden öteye türküsünü bitiriyor ve Kürt’ü sırtına alıyor.. Kürt başlıyor türküye..Ley, ley, ley… başka da bir şey yok, fakat bitmiyor; Laz kızıyor ‘Kardeşim ley, ley, ley.. ne bitmez ley bu..’ Kürt yanıt veriyor ‘Dur hele bunun daha; Loy, loy’u var..” Arabada müthiş bir kahkaha kopuyor.. Ley, ley, loy, loy gidiyoruz.. Zeytinli Köy barajı Gökçeada’ya ayrı bir varsıllık ve görsel güzellik katıyor.. Saat 19:00. Güzel bir gündü..
Marmaros Ormanlık bölgesine giremedik; kapalı, çünkü geçen yıl yakmışlar.. Önceki gelişimizde kaldığımız KHGM Kampı dediğim gibi peşkeş çekilmiş ve Mavi Su Resort Hotel olmuş. Yanından geçerken, aklımdan geçenleri söylememek için kendimi zor tuttum.. Satılıyor, ülke, satılıyor… Sanki batan geminin malları bunlar..
İnsaf be; Köy Hizmetleri çalışanlar gelip dinleniyordu burada, dinleniyordu!!!! Gelelim Darbeli gezimizin, darbeli yanına: Siyasal erk, öylesi bir duruş sergiliyor ki, adeta tarihin, özellikle 1950 sonrasının iktidar yanlışlıklarının tekrarı için politikalar geliştiriyor.. Dahası, onların yaşattıklarını uyarlayarak yaşatacaklarını kurumsallaştırıyor.. Bu politik yanlışlık, ya kendisini daha kötü duruma düşürecek, ya da ülkeyi…
Siyaset alıntı-çalıntı eksenine oturtularak yapılamaz. Ama AKP yapıyor; Menderes-Demirel döneminin tüm olumsuzluklarından faydalanmaya çalışıyor; 1960 İhtilalından, 12 Mart 1972 ve 12 Eylül 1980 faşizminden.. Esin kaynağı da 6 Mayıs 1972 Bomba davası ve Ziverbey Köşkü işkenceleri, özellikle İlhan Selçuk ve diğer aydınlara yaşatılanlar.. Soner Yalçın’ın 6 Temmuz 2008 tarihli “Paşanın Ziver bey köşkündeki yaşadıkları” başlıklı yazısı bunu çok iyi anlatıyor.
O yazıdan kısa alıntılar: “Ergenekon Soruşturması’nın dünkü adı "Bomba Davası" idi. Aylarca süren soruşturmalar sonucunda, avukatlar, bürokratlar, öğrenciler, emekli askerler ve en sonunda paşalar gözaltına alındı; işkenceli sorgulamalardan geçirildi. "Bomba Davası"nın hedefinde hangi komutanlar vardı? İktidar klikleri arasındaki çatışmanın temelinde ne yatıyordu?
Emekli Tümgeneral Celil Gürkan, gözaltına alınışını ve sorguda yaşadıklarını bakın nasıl anlatıyor: Gece yarısından sonra eşimle birlikte arabamızla orduevine döndük. Orduevinin lobisine girdik. Eşim asansöre doğru yöneldi. Ben de, odamızın anahtarını almak üzere resepsiyona yaklaştım. Lobide kollarında kırmızı ’As. İz./Askeri İnzibat’ kolluğu takılı bir deniz, bir hava subayı ile bir de sivil kişi bulunuyordu. Görevli ere oda numaramızı söyledim. Er anahtarlığa döndü, kutudan çekip aldığı anahtarı verirken, ’Komutanım bu beyler sizinle görüşmek istiyor’ dedi.
Dönüp baktığımda, erin bana bu şekilde hitap etmesi üzerine yerlerinden kalkan ikisi subay, üç kişinin bana doğru yaklaştıklarını gördüm. İçlerinden deniz yarbayı olan, ’Komutanım, siz emekli Tümgeneral Celil Gürkan’sınız değil mi?’ diye sordu. Evet, dedim. Bu yanıtım üzerine yarbay, ’Komutanım, bir konu hakkında bilginize başvurmamız gerekiyor’ dedi. Benimle oracıkta oturup konuşacaklarını sanarak, ’Hay hay yarbayım’ dedim ve holdeki koltuklara doğru yöneldim.
Yarbay sıkılarak, ’Komutanım burada değil, Emniyet Müdürlüğü’ne kadar gideceğiz’ dedi... Emniyet Müdürlüğü’ne gittik. Yukarıda bir odaya girdik. Çalışma masasının başında orta yaşlı sivil bir kişi oturuyordu. Biz odaya girince ayağa kalktı. Nöbetçi Emniyet Müdürü imiş. Beraber geldiğimiz yarbay, nöbetçi müdüre, ’Bizim işimiz kalmadı Müdür Bey, gidiyoruz’ dedi ve bana veda ederek odadan ayrıldılar. Nöbetçi müdürle ben baş başa kaldık.
’Paşam yarın sabah İstanbul’a oldukça uzun ve yorucu bir yolculuk yapacaksınız. İstirahat etseniz iyi olur. İçeride bir yatağımız var. Orada yatabilirsiniz’ dedi. Vakit gece yarısını bir iki saat geçmişti… Peki, soruşturma neden birdenbire büyümüş ve başka kanallara doğru gitmişti?
Talat Turhan mahkemede şöyle diyordu: Yapılmak istenen Atatürkçülerin ve 27 Mayısçıların tasfiyesidir.
Huzurunuzdaki sanıkların çoğu ve ben, o tarihte kuvvet komutanı olan Orgeneral Gürler, Orgeneral Muhsin Batur ve Oramiral Kemal Kayacan’ı suçlanmaya zorlandık. Bunu yapanlar, bazı hallerde bu en değerli komutanların kendilerine ve ailelerine açıkça küfrediyorlardı. Çünkü bizi bir iktidar kavgasında kullanmak isteyen gayri meşru bir örgüt esir almıştı; tabir benim değil onlarındır. Bomba Davası büyük gürültülerle sürdü ama sessizce bitti.
Yargısal süreç, beraat ya da mahkumiyetle son bulmadı. 1974 yılında çıkarılan afla dava düştü. Sanıklar davanın düşmesine itiraz ettiler; suçsuzluklarının mahkeme tarafından kabul edilmesini istediler. Dosya Askeri Yargıtay’a gitti ama karar değişmedi. Peki, "Bomba Davası" siyasal amacı gerçekleştirdi mi? Evet, en önemlisi suçlanan Faruk Gürler cumhurbaşkanı seçilemedi. Bomba Davası üzerine araştırmalar yapan rahmetli Uğur Mumcu şöyle diyordu.
"Cumhurbaşkanı Cevdet Sunay, Genelkurmay Başkanı Orgeneral Memduh Tağmaç ve İstanbul Sıkıyönetim Komutanı Korgeneral Faik Türün üçlüsünde simgelenen emperyalistlerle bütünleşmiş işbirlikçi iç güçler, ulusalcı Faruk Gürler-Muhsin Batur-Kemal Kayacan üçlüsünü buna engel görüyorlar ve onları bertaraf etmek istiyorlardı."Bugünü anlamak için fazla söze gerek var mı?” Evet, S.Yalçın’ın dediği gibi Gökçeada darbeli günleri anlamak için fazla yazıya gerek yok..
Adamlar resmen, tekrar ediyorlar.. Bakalım 12’ler kadar ABD’yi yanlarına alabilecekler mi. Daha doğrusu; AB+ABD=ARBD Küresel saldırı formülünü uygulayabilecekler mi? Can Dündar’ın “Ergenekon savcısı 2,5 saat tespih çekti” yazısı bunlara kısmı yanıt niteliğinde.. http://forum.sayfa.net/showthread.php?t=68163 Ocak sonu kaleme aldığı "İkinci Öz" başlıklı yazısında Savcı Öz'ü hedef gösterdiği gerekçesiyle Beşiktaş'taki Cumhuriyet Savcılığı'na ifade vermeye gittiğini belirten Dündar, Öz'le yaptığı görüşmenin ayrıntılarını okurlarına aktardı.
Can Dündar, Ergenekon soruşturmasının ayrıntılarını anlatan savcının davanın bu kadar yoğun bir aşamasında kendisine 2.5 saat ayırmasına şaşırdığını, kendisinin az konuştuğunu ve gözünü Öz'ün sürekli çektiği tespihinden ayıramadığını yazdı.
1 ay sonra soruşturmadan aklandığını belirten Dündar’ın köşe yazısından küçük bir bölüm: “….O gün için 125 klasörü bulmuş bu davanın en hummalı safhasında bana 2.5 saatini ayırabilmesine şaşarak ve gözümü 2.5 saat boyunca sürekli çektiği tespihinden ayıramayarak anlattıklarını dinledim...... Savcılıktan çıkarken ki fikrim, girerkenki tahminimden hayli farklıydı…” 93 yaşındaki Mihri Belli ise ille de ABD diyor:
Belli’ye göre operasyon belli: “Operasyon tamamen ABD merkezli bir operasyondur. Amaç kesinlikle derin devleti çözmek değildir. Tutuklananlar arasında gerici unsurlar da vardır ama bu asıl AKP’nin muhalefeti tasfiye hareketidir” Gerici unsur diye tanımladığı Sinan Aygün ise, yanılıyor.. O’nun bunlarla organik ilişkisi belli.. Çıkar bana göre.. ABD batı trenine binmiş, doğuda inmeyi amaçlayan bunlar konusunda, Humeyni, Bin Ladin, Sadadm Hüseyin vb tercih yanılgılarını yaşayacağını zannetmiyorum.. Zamanla bir şekilde bunları süpürmenin planlarını yapabilir..
7. ayın 7’sinin sıcağında; Tufan Türenç’i okuyorum: Yazısında Ergenekon soruşturmasının yürüten Zekeriya Öz’ün Fetullahçı olduğunu yazıyor. “İlahi Türenç Atatürkçü olacak değil ya, adam tam 2,5 saat tespih çekmiş Dündar karşısında” diyerek içimden söylenerek gülümsemeye başladım.. İbrahim bey ve Elazığlı Mustafa Öztürk ile söyleşiyoruz.. Elazığ’daki hava kirliliğini şöyle özetliyor “Buranın kiremitlerine bakıyor ve Elazığ’daki kiremitleri gözümün önüne getirerek havanın nerede kirli olduğunu görüyorum..
Bir Hıristiyan söylencesine göre İsa’nın döneceği yer olarak betimlenir Gökçeada.. Acaba diyorum farklı kültürlerin insanları ve özellikle yaşlılar onun beklentisi içinde buraları terk etmiyorlar.. Alman Türk Parlamenterler dostluk grubu başkanı, Hıristiyan Birlik Partisi (cdu) üyesi olan ve aynı zamanda Almanya savunma bakanı müsteşarı Thomas Kossendey, Türkiye’de gizli İslamlaşma tehlikesi var demiş..
Adama sorarlar, üyesi olduğunu parti resmi Hıristiyanlaşma partisi mi? İyi de, Türkiye zaten bir İslam ülkesi, İslamlaşmaya gereksinimi yok.. Eğer “Türkiye’de bazı din bezirganları İslam Cumhuriyeti’ni kurma amacında” desen, inanırım. Ki böylesi bir gizemli duruş var.. O zaman şunu sorarlar adama, “Kardeşim neden bu siyasi erki besliyorsunuz, demokrasi savaşçısı ilan ederek..?!” Batı mı ne yaptığını bilmiyor, yoksa bunlar mı ne yaptıklarını çok iyi biliyor.. Benim bildiğim ülkemin iyi eller elinde olmadığıdır..
Bu ülke üçüncü sınıf insanları arar olacak.. Bunun suçlusu da, bu ülkenin üçüncü sınıf insanların eleni geçtiğini söyleyenler, çünkü bu üçüncü sınıfları besleyen onlardı.. İbrahim Dibek ile, Anneleri ve Kızları epey korkuttuk.. 2008’in 8. temmuz günü tam açık denizde 5 km yüzdük.. Delikanlı iken yapmadığımız, yaşlıkanlı iken yapmak elbet yakınlarımızı heyecanlandırdı.. Laz Kürt inadı gündeme gelmesin, geldi mi, tehlike olgusunu zihinlerde siler..Türkiye’nin en batı ucu Avlaka burnuna yüzüyoruz.. Ben suda burnumun doğrultusunda gidiyorum, İbrahim bey dinlenelim diyinceye kadar durmayacağım.. Dedi de..
Deniz ortasındaki yosun ve sünger ve de deniz yıldızlarıyla dolu, dahası mercan kayalıklardan oluşmuş Atol benzeri adacıklarda dinleniyoruz.. Kamp görünmez oldu.. Sonunda İbrahim bey çıkmaya karar verdi.. Ben ertesi günden hazırdım.. Çıktık Avlaka burnuna (İnce burun), ama bizim de içimiz dışımıza..Yürüye yürüye Kampa vardık.. Bizimkiler pürtelaş.. Kıyıya çıktığımızı görmüşler ve rahatlamışlar, çünkü cankurtaranlara haber verilmiş bizi motorla alacaklar.. Tüm kamp bizi izlemiş..
Alkışlamadılar dönüşümüzü, çünkü bu yaştaki deliliği pek onaylamıyorlardı.. Eğer siz Darbeciler, darbe yapar gerçeğini, darbelerinin aracına dönüştürür isen, senin yapmak istediğinin adı da Dardarbedir ve alıntı ile çalıntıya özdeştir.. Darbeleri önlüyoruz diye, sınırsız ve kuralsız demokrasi avcılarıyla çığlık atmanın bir önemi yok benim için.. Adını vermek istemiyorum, fakat dün darbe sonrası yayınladıkları kitaplarla köşe olanlar bugün farklı köşeleri ele geçirerek darbe karşıtı, demokrasi avcıları oldu..
Öyle abartmaya başladılar ki, süreci İtalya’daki Temiz eller öperasyonu ile özdeşleştirir oldular.. Van üniversitesine, ‘Atatürk’ün evrensel felsefesini savundukları için’ baskın yap rektörünü tutukla, Genel Sekreter Yardımcısı Enver Arpalı intihar etsin, Ergenekon’un kasası diye tutukladığını Kuddusi Okkir’ı ölmesi için tahliye et ve yoksulluk içinde oölsün ve sen buna temiz eller de.. Bana göre bu soruşturmaya yürüten kişi 2,5 saat tespih çekiyor ise, bunun adı ‘Tespih eller operasyönü’dur…
Bunlar delileri toplayıp suçlu yakalamıyor, birkaç gerçek suçluyu toplayıp deliler yaratarak suçsuzları, dahası karşıtlarını topluyorlar, gerçek toplumsal suçluları değil.. 2007’nin martında gündeme getirdikleri Darbelerin günlüğünü yazdığı savlanan, Deniz Kuvvetleri komutanı Oramiral Özden örnek-ki yadsıyor- yok, Genelkurmay Başkanı Hilmi Özkök yok.. Bunlara neden soruşturulmuyor? Özkök, böyle bir süreç yok demesi neden mi?.. İşleyen süreçte kendilerini sorgulamalılar (09/07/2008. S:02.10).. Çekinmeseler Mustafa Balbay’ın soyadı içinden Albay (B-Albay) adını bulup Ergenekon şifresini çözecekler.. Birileri düğmeye bastı..
İstanbul-İstinye’deki ABD konsolosluğu tarandı 3 polisimiz şehit.. Saldırganların üçü de öldürüldü..Erkan Kırgız ismindeki kişinin El-Kaide üyesi çıkması bir kurgunun önüne geçti, çünkü kesin polis ile halkın bir kesimini karşı-karşıya getireceklerdi.. Sınırsız ve kuralsız demokrasi avcısı, tetikçilerden A.Bayramoğlu darbenin iki büyük balığı olarak Mustafa Balbay ve Tercüman gazetesi genel yayın yönetmeni Ufuk Büyükçelebi’yi göstermemiş miydi..
Onlara göre bu olayları CHP organize ediyor ve bu kimlikler değişime direnenlerdir. Bunun iki büyük kolu varmış biri yasadışı kol, diğeri yasal kol, yanı emekli askerler ve onları teorize edenler.... Bence tek kol var o da kendileri.. A.Bayramoğlu bana göre Bay-Ramoğlu olmalı, çünkü düşünceleriyle birilerine ram olmuş. Türkçesi boyun eğmiş, dahası düşüncelerini eğmiş.. Tek doğrusu var, o da Dink’i Ergenekoncular öldürdü.. Doğru ama Mustafa Balbay öldürmedi.. Mustafa Balbay ve gibilerin burada işi ne.. Burada asıl suç duyurusunda bulunulacak kimlik B-Ramoğlu’dur, öylesi iftiralar atıyor ki çıldırmamak elde değil..
Düşünün gazeteciler darbecilerle toplantı yapıyormuş.. Ve bu iftiraları, dünün ulusalcı kimliği O.Çalışlar, hani canım oğlu Ftipinin yeni militani olan er kişi ve et yiyen mahçup kişi ile yapıyorlar.. Kim istemez, faili meşhur cinayetlerin ortaya çıkarılmasını ve de derin devletin derin kimliklerinin yakalanmasını. Fakat bunu dinden ve yoksuldan geçinen türban zekalıları; Atatürk ve arkadaşlarının oluşturduğu Cumhuriyet ve devrimlere saldırmak için araç olarak kullanırsa kimse inanmaz..
Şimdinin oralısı Oral diyor ki; “İki orgeneralin yakalanması tarihi dönüm noktasıdır, milattır.. Artık darbeler dönemi bitmiştir..” Cengiz Çandar ise; “Belki aylar, yıllar sonra geriye dönüp 01/07/2008’e baktığımızda, Türkiye7nin darbecilikten kurtuluş ve darbecilikle Katolik nikahı yapmış bir CHP’den kurtuluş sürecinin başladığının miladi olarak göreceğiz.. Bu tarihin değeri daha iyi anlaşılacak..” Çandar, çanını takmış birilerin canına okuyor.. Bilmiyor mu 12 Eylül ve 12 Mart’ta CHP’nin en büyük darbeyi aldığını ve bugün demokrasi platformu olarak gördüğü siyasal İslamcıları beslediğini.. Hani CHP Darbe ile Katolik Nikahı yapmıştı.. ABD ve diğer emperyalist güçlerle Katolik nikahı (Boşanmanın olası olmadığı evlilik) yapan kim??? Kime soruyorum..
En ilginç değerlendirmeyi ise; DTP Genel Başkan vekili Emine Ayna yaptı; “Bu operasyon darbeci çizgiye karşı bir demokrasi ve sivilleşme mücadelesi değil, aksine derin devlete çeki düzen vermedir..” İşin doğrusu; Ayna’nın bu açıklaması bir şeylere, pardon bazı gerçeklere ayna tutmuyor değil.. Öylesi bir derin devlet ki, sürekli sağcı iktidarları kurgulayan devlet.. İşte bu derin devletini yapısı şimdi dünün sol eskileri sınırsız ve kuralsız demokrasi avcıları neocancıklar tarafından besleniyor..
Sevgili kızımın doğum günü bugün; 10 Temmuz.. Nice nitel ve sağlıklı ve de başarılı uzun yıllar diliyoruz Ececanımıza… Saat, 09:00.. MEB Eğitim ve Dinlenme Tesislerinde dolmuşla Gökçeada merkeze gidiyorum..
Dolmuş sürücüsü Cahit Ayan.. Trabzonlu.. Burda doğmuş. Trabzon’dan göçmüşler, o büyük heyelan sonrası (1973).. Merkez de taksi durakları var. Ağabeyi Murat orada, kendisi burada.. Kampa yakın, Şirinköy’e uğradık.. 2000 yılında yerleşime açılan Şirinköy, Bulgaristan'dan gelen Türkler için kurulmuş. 150 hane bulunan köyde kışın sadece 90 hane kalıyormuş. 25 Km uzaklıktaki Gökçeada’ya 30 dakikada ulaştık..
Yol boyunca yabani keçilerin inada özdeş tırmanışlarını izledim.. Yamaçlardaki terk edilmiş eski Rum evlerini de.. Gökçeada’nın merkezi eski adı Panayia-Panaghıa olan 3 mahalleden oluşuyor. Çınarlı Mahallesi, Yeni Mahalle ve Fatih Mahallesi. Rum yerleşiminin izlerini görüyorsunuz. 3 mahallede de özgünlüğünü koruyan yerel mimari örneklerini izleyebiliyorsunuz.
Örneğin Çınarlı’da Aya Panayia Kilisesi, 1813 tarihli adanın ilk camisii olan Merkez Camii ve iki eski çamaşırhane, burada özgün mimarının yoğunlaştığın gösteriyor... Fatih Mahallesi Kaleköy yolunun iki yanında konuşlanmış. Metropolitanlık binası, Metropolitan Kilisesi ve Fatih Camii burada.. Yenimahalle, merkeze uzak.. Aya Varvara Kilisesi ve yanında eski bir çeşme bulunuyor. Merkez içeride, daha doğrusu denizi, 7 km sonrası kuzu Limanı’na ulaşarak görebilirsiniz..
Eski Rum yerleşim alanları; Bademli (Giliki), Dereköy (Shınudı-İskinit), Kaleköy (Kastro), Kaleköy Liman (KastroPıer), Tepeköy (Agridia), Zeytinleköy (Aya Teodorı) ve yeni yerleşim alanları, Eşelek, Şahinkaya, Şirinköy, Uğurlu ve Yeni Bademli.. Yetiştirdikleri tarımsal ürünlerin adı verilmiş köylere. Örneğin, Zeytinli ve Bademli. Veya tarihi bir kalıntının adı olan Kaleköy gibi..
Yunanistan’a bıraktığımız yüzlerce adalardan biri olan Semadirek adasını izleyen ve bir tepe üzerine konuşlanmış ve bir zamanlar süngerciliği, meyveciliği ve hayvancığıyla ünlü Bademli (Giliki) köyü ve adı üstünde antik kale kalıntılarının olduğu ve Bademli gibi bir tepeye konuşlanmış Kaleköy(Kastro) Gökçeada’nın cennetten izdüşümü güzelliğini kanıtlayan köyler.
Özellikle Kaleköy’ün hemen altındaki liman’ı ve etrafındaki balıkçı teknelere, önündeki alabildiğine bereketli topraklar ve dağlar bu varsıl görselliği tamamlayan doğa cömertliği.. Bademli ve Kaleköy adanın değil cennetin balkonu adeta.. Hele bir köy var ki, adını coğrafi konumu ve topografyasından alıyor, Tepeköy.. Adanın en yüksek coğrafyasına, yani tepesine konuşlanmış..
Eski adı; Yunanca küçük tarlalar anlamına gelen Agridia.. Bini aşkın nüfusu (1960’lara dek) 50’ye düşmüş.. Barba Yorgo köyüne dönünce canlanır olmuş.. Rum taverna’nın sahibi..Uyanık bir girişimci, çünkü eski Rum evlerini onararak kuru-kuruya kiraya veriyor (Buna İngilizce apart otel diyoruz)..
Bal ve ev şarabı yapımına ivme kazandırmış.. Önceleri; 2 zeytinyağı ve 2 sabun imalathanesi, 9 dokuma atölyesi, 3 kaşar peyniri imalathanesi, 4 marangoz atölyesi bulunan Tepeköy; şimdilerde meydanında devasa yemek kazanlarının kaynadığı, şarapların içildiği, dans edildiği ve iki gün süren ünlü Meyrem Ana Panayiri’nin kurulduğu (15 Ağustos) şenlik yeri. Şenliğe farklı inanç sahipleri (Gayrimüslim diyorlar), yanı Rumlar ve Yunanlılar değil, Türkler de katılıyor ve kardeşliğin evrensel özlerini yansıtıyorlar..
Boşuna demiyorum Gökçeada’ya “Gezegen kardeşliği adası” 1832 doğumlu Evengelismos Teotoku kilisesi burada.. Hemen her köyün asırlık bir çınar ağacı var.. Tepeköy’ün de.. Hem de 625 yaşında.. Bu, antik bir çeşmeden suyu akan ünlü Çınaraltı piknik alanına adını vermiş.. Hemen-hemen her köyde Rum mezarlığına da rastlamak olası..
Bademli ve koruma altında olan 4 köy, yukarıda tanımladığım gibi yazın şenleniyor gelenlerle, kışın şensizleşiyor gidenlerle.. Bu köylerde sürekli kalan kişi sayısı çok az.. Kaleköy’de hiç gelen yok, yani Rum aile yok, çünkü burası tamamen Türklerin olmuş.. Çoğunlukla da Trabzon kökenliler..Yani Temel diye simgeleştirilen Karadenizliler..
Bir şey hep dikkatimi çekmiştir; Temel adının özellikle Trabzon’da kullanılması, gerçek Lazlarda, yani Laz dilini konuşanlarda Temel adı çok az.. Ve bu Temel adının kökeni Rum.. Yani Rumca bir sözcük.. Kaleköy antik kalıntılarıyla varsıl bir yerleşim alanı olduğu için Tarihi Sit Alanı ilan edilmiş.. Balıkçı barınağıyla ünlü, fakat Kuzu limanının inşası buranının işlevini yok etmiş.. Diğer köyler, Türk köyleri ve sonradan inşa edilip yerleşime açılmış köyler.. Rum evleri eski ve eskiliği korunuyor.
Genelde 1700’lü yıllardan kalma yapılar.. Örneğini Çanakkale'nin Biga ilçesine bağlı Eşelek Köyü, baraj yapımı için sular altında kalınca Gökçeada’ya aynı adla taşınmış.. Gelirken, eski köydeki tarihi cami minaresini de getirmişler.. Eşelek köyü,Merkeze 8 km, Aydıncık plajina 2 km uzaklıkta . Hemen yakınındaki Güzelcekoy ve Kefalos’ta da denize girilebiliyor.. Gökçeada'nın Dereköy yakınındaki Şahinkaya köy’ü ilk iskana açılan köy.. 1960'lı yıllarda heyelan yaşayana Trabzon'daki Şahinkaya köyünün buraya taşınmasıyla kurulmuş.. Laz köyü diye anılır.. Hatta bir Laz koy’u da var..
Gökçeada’ya gelen Karadenizlilere Laz diyorlar, ama hiçbiri benim gibi Lazca konuşmuyor.. Yanlış bir adlandırma olsa gere, çünkü tüm Karadenizliler için Laz deniyor.. Biz Lazlar ne kadar etkin bir etnik kimlikmişiz meğer.. Merkeze en uzak köy (25 km), Muğla, Burdur ve Erzincan'dan gelen köylüler için inşa edilmiş adanın batı ucundaki Uğurlu köyü. Verimli tarım topraklarına sahip.. Üzüm başat ürün.. En varsıl doğal plajların olduğu yer.
Örneğin Gizli Liman Plajı.. Uğurlu limanı, Gökçeada-Limni (12 mil) feribotları için yapılmış, fakat nedense, ötelenmiş ve büyük balıkçı teknelerinin sığınağı olmuş..Denize girilebiliyor..Turist ve turizm hareketliliği burada da belirgin yoğunlukta.. “Çorak topraklarda bereket tanrısı” olarak betimlenen Imbrasos’un bolluk diyarı Gökçeada, Homerosun İlyada destanında deniz tanrısı Poseidon’un adası olarak söylencelerde yerini alır.. Adada yerleşik düzeni; eski adalıların yanında Rumlar, Trabzon Sürmene’den gelenler, Ispartalı, Samsunlu, Giresunlu, Elazığlılar ve Bulgaristan göçmenleri ve de eski mahkumlar oluşturuyor..
Bilindiği gibi ada 1960’larda açık cezaevini dönüştürülmüş ve 1990’da kapatılmıştı. Eski mahkumların bazıları burayı çok sevdikleri için ailelerini de getirmiş (Önceki Gökçeada yazımda detaylı anlatım var).. 1920’lerde ve 1973 Kıbrıs Barış Harekatında ayrılan Rumlar çoğunluğu kaybetmiş, şu anda değindiğimi gibi 250 kişiyi geçmeyen yaşlı insanlar var.. Çoğu evlerini terk etmiş, yeni-yeni dönüşler yapmaya başlamışlar, fakat kalıcı değiller.. Yeni Bademli, Eski Bademli'nin bitişiğine kurulmuş (1984).. Isparta, Samsun, Trabzon ve Giresun'dan gelen aileler yerleştirilmiş.. Yeni Bademli Turizmin en geliştiği ve hareketli olduğu köy..
Bitişiğindeki Yıldızköy müthiş bir yer.. Denize girme de koy’unda/koynunda yat, yeter ki rüzgarını iyi ayarla, lodosunu yakala, çarşafını ser.. Türkiye'nin ilk sualtı parkı'nın sınırları içinde yer alan Yıldızkoy çok rüzgar alıyor.. Ekmek fırını bir burada var, bir de Gökçeada merkez de..
En önemlisi; ilk sistemli arkeolojik kazısı olma unvanını taşıyan yer olması ve Yeni Bademli Höyük çalışmalarında yöre yerleşiminin M.Ö 5000’lere dayanan Erken ve Geç Tunç çağlarına ait bulguların ortaya çıkması..
Genelde Tarım ve hayvancılık egemen.. Doğa zenginliği de beraberinde Turizm’i getirmiş.. Kaymakam Kemalettin sakin, Gökçeada’da, organik tarımı yoğunlaştırıp, Organik Ada haline getirmeyi düşleyenlerden.. Güneşin Türkiye topraklarında en son battığı Gökçeada’da her şey organik olacakmış. Zaten 8 yıldır organik üretim yapılıyormuş, amaçlarının yaygınlaştırmak olduğunu savlıyor. Bunu için çiftçileri destekleme programlarının başlatılacakmış..
Arıcılığın, Zeytinciliğin, hayvancılığın organik üretim sürecine geçileceğini söylüyor.. Sözde Kırsal Kalkınma Projelerini uygulayacakmış.. İyi de organik olan Böğürtleni neden yabanıl bırakıp yaygınlaştırmıyorsun? Karadutu.. Akça armudu… Gökçeada Plajları ve harika koylarıyla dikkati çekmeye başladı.. Bakir bu alanlar, kıyı korsanlarınca ne zaman talan edilir bilmem.. Sözü fazla uzatmayayım; Gökçeada tümüyle SIT alanı ilan edilmeli..
Evet, evet, Dünyanın ilk SIT adası ilan edilecek bir doğa varsıllığına sahip.. Sadece Güneyi ile değil, rüzgar alan Kuzeyi ile birlikte mükemmel bir doğaya sahip.. Gökçeada’nın etrafı dağlarla çevrili, dağlar rüzgarı kestiği için ortası çukur alan yeşil.. Düşünün; Aydıncık (Kefaloz) Plajı, Yuvalı Plajı, Kuzeyde sualtı parkı içinde yer alan ve akvaryum gibi denizi olan Yıldızkoy ve onlarca Bakır koylar.. Örneğin Laz koy, bizim kaldığımız MEB eğitim ve dinlenme tesisleri yanında, Adalet ve Sağlıkçıların tesislerinin olduğu güneydeki Yuvalı koy, batıdaki Gizli liman (Uğurlu) ve kuzeydeki Marmaros koyu..
Çeşme -Alaçatı sonrası Sörf’ün en iyi yapıldığı yer olarak Gökçeada-Aydıncık Bölgesi gösteriliyor.. Ayrıca; Aydıncık’ı Uğurlu’ya bağlayan yolun sağındaki Kokina’da yer alan Kaya Mezarı, Kuzu Limanının hemen solunda yer alan Kaşkaval Burnundaki Peynir Kayalıkları, Aydıncık sahilinin hemen yanı başındaki Tuz Gölü. Tuz gölüne ilk gidenler Zulu kabilesiyle karşılaşıyor. Zuluların burada işi ne?
Tuz gölü yazın çekilince simsiyah jölemsi bir çamur bırakıyor. Gelenler tüm vücutlarını bu çamurlar kaplıyor ve zulu kabilesi gibi dolanıyorlar; yarım saat kuruttuktan sonra da yıkıyorlar; başta sedef hastalığı olmak üzere bazı deri ve romantizmal hastalıklara iyi geliyormuş. ile Dereköy sonrası gidilen Marmaros Koyunun 7. km’deki Marmaros Şelalesi Gökçeada doğasını varsıllaştıran görsellikler..
Ülkemin en batı noktası, en geç güneşin battığı, dünyada su rezervi bağlamında 4. sırada yer alan, en varsıl doğası ve deniz ürünlerine sahip ve de doğası en az bozulmuş Gökçeada için SIT adasına dönüştürme önerimin ne kadar haklı öneri olduğunu göstermiyor mu? Darbe kurguları kampa da yansır oldu.. Cumhuriyet gazetesi gelmemeye başladı.. Görevli, zıpırla takıştık..
ABD’nin ünlü gazetesi Wall Street Jornal; “..Türkiye laikliği; laik, liberal, demokrat İtalya gibi değil, daha çok otoriter yari laik Ürdün gibi olacak..” diyor.. Bence Ürdün kadar bile olamayacağı, bu susmalar ve kusmalar sürdüğü sürece..
Ürdün Kralının eşi ile, bizdeki kraldan kralcıların eşlerinin görüntülerini yan-yana koyun ve gerçeği görün.. Bugün Temmuz’un 10. günü; bir sonraki güne yüklü gün..Günlerden Cuma.. Yarın Ada’dan ayrılıyoruz.. Kuzu Limanı’ndan saat 09:30’da hareket ettik.. 1.Kaptan Niyazı Bektaş ile tanışıyoruz. Adanın bir özelliğinden söz ediyor. Ada coğrafi boylamların dışında (126.81 ve 125.40 doğu boylamları arasında) imiş..
Çanakkale boğaz ulaşımında Türkiye Denizcilik İşletmeleri (TDİ) ötelenmiş, dahası özel değil de yarı özerk sektör devreye sokulmuş. Şirketin adı Gestaş.A.Ş..TDİ’sinden kimse var mı bilmiyorum, fakat yönetiminde Çanakkale Sanayi odası başkanı, Belediye ve İl Özel İdare başkanlarının olması, Gestaş’ı bana göre yarı özerk kuruluş haline getirmiş. Özerkleştirmeye örnek; yani, özelleştirmeye seçenek olarak kamu-özel sektör ortaklığının kurumsallaştırdığı özerkleştirmeye....
Norveç’ten, 105 araç ve 400 yolcu alabilen “Gökçeada 1” gemisini satın alarak ulaşımı kolaylaştırmış.. Ücretler boğaz geçiş fiyatlarına endekslenmesi ve düşürülmesi ulaşım kolaylığının özdeksel boyutunun göstergesi.. Saat 11:50 Kabatepe’deyiz.. İbrahim Beyler’den Ecebat’ta ayrıldık. Biletimizi aldık ve beklemeye başladık..13:06’ da da Eceabat’tan Metro Turizm ile birlikte Arabalı vapurla Çanakkale’ye geçiyoruz..
Buradaki dinlencenin sonunu getirdik, iyi dostlar edindik..
Şu bilinsin ki; asla ülkemin sonunu kimse getiremeyecek.. Darbeli Gökçeada gez-gör-yaz etkinliği buraya kadar… Ayvalık’a doğru yolculuk başladı..10/07/2008
Anahtar kelimeler: Fethullah Gülen,Devleti ele geçirmek,Anneler,Darbe,Kriz-pandemi,Katolik nikahı,Korku imparatorluğu,Gez-gör-yaz,Gökçeada,15 Temmuz,Fetö tehditleri,Rüyam,Nurettin Veren,
ŞEVKET ÇORBACIOĞLU
GEZ-GÖR-YAZ
Yorumlar
Yorum Gönder