Adanın en güzel yerinde Reşat Nuri Güntekin evi; yakışmış da 7 TEPELİ MÜZELER VE ADALAR KENTİ İSTANBUL SİLUETİ YOK EDİLİYOR-2
İstanbul Siluetini bozan sermaye tapınaklarıdır; Eminönü’ndeyiz. Trabzon kökenli İstanbul doğumlu Erdal Keskinle tanışıyoruz; ada izmariti tutuyor. “Siz boğazın balığını değil, Norveç’ten ithal uskumru yiyorsunuz. 25 yıldır boğazın balığını yiyemiyoruz. Trol bütün balıkları bitirdi. Benim tutuğum ada izmariti daha leziz sizin yediğiniz ithal Norveç uskumrusundan…” diye bizi bilgilendiriyor.
Öyle, böyle Eminönü’nde Norveç uskumrusuyla balık ekmek ritüeli yaşadık. Türkçesi, geçmişin vazgeçilmez alışkanlığını…
26/08/2011; Sabahın ilk saatlerinde, İstanbul uyandırıcıları martıların sesleri, sesinize eşlik ederek sizi vapurlara yönlendiriyor, sonrasında vapurlara yön gösterirken dalgalarla dans ediyor ve sizinle birlikte karşıya kadar süzülüyor. Martinin denizle dansını izleyerek; Beşiktaş’a, Kabataş’a, Üsküdar’a, Ortaköy’e, Kadiköy’e, Eminönü’ye, Karaköy’e, Haydarpaşa’ya, Çayırbaşı’na, Kınalıada’ya, Büyükada’ya ulaşmak için boğazdaki seyrinizle, boğazın her iki yakasını izleyebiliyorsunuz. Yani; Eminönü ve Karaköy’ü, Barbaros Hayrettin Paşa ve Üsküdar’ı, Beşiktaş ve Kuzguncuk’u, Ortaköy ve Beylerbeyi-Çengelköy’ü, Bebek ve Kandilli-Anadoluhisarı’nı, Emirgan ve Kanlıcay’i, İstinye Çubuk’luyu, Yeniköy ve Paşabahçe-Beykoz’u, Sariyer-Rümelikavağı ve Anadolukavağı’nı, Büyükada-Kınalıada ve Harem-Haydarpaşa-Çayırbaşı-Kadiköy’ü. Adeta cennet koridorunda ilerliyorsunuz ve cennetin balkonlarının doyumsuz görselliği müthiş tahrik ediyor sizi.
Martıların tek sıkıntısı, Karabataklar. Martılar genelde su üstünde balık avlayabiliyor, suya uzun süreli dalamıyor; fakat İstanbul denizinin üstü de altı da karabatakların, çünkü suyun altında uzun süre kalabildikleri için (Benim yaşadığım, Kronik subdural hematom olma olasılıkları zayif. Yani su altında fazla kalındığında basınçla, kafatası ve beyin zarı arasında su toplanmaz) müthiş avlanıyorlar, tıpkı İstanbul’un altını ve üstünü getiren birileri gibi… Nedense kendi kendime ‘neden deniz taşımacılığı yaygınlaştırılmıyor?’ sorusu aklıma takıldı.
Nedenini hepiniz biliyorsunuz, fakat ben bir kez daha tekrar edeceğim: Ülkemiz bütçesinin büyük bölümü akaryakıttan alınan vergilerden oluşuyor. Yani dışarıdan bir kuruşa alıp halkımıza 100 kuruşa sattığımız akaryakıttan, petrolden. Bu yıllardır ülkemizde böyle. Bu nedenle fazla akaryakıt yakmamız gerekiyor, çünkü ondan para akar ve birileri yakıtlanır (doğru, deniz araçları deniz suyu yakmıyor, fakat unutmayın ki, siz bir sıradan deniz motoruyla, en az 10 aracı trafikten kaldırırsın, yani 10 aracı tasarruf edersiniz. Veya 5 km daha az karayolu inşa edersiniz). Birilerinin yakıtlanması (kâr demek istedim) için de çok, ama çok karayolu inşa etmemiz gerekir. Ülkemde o denli karayolu inşa edildi ki neredeyse dünyanın kıyısından aşağı düşeceğiz.
Deniz, hava ulaşımı ve raylı sistem nedense ulaşım politikalarımızda az yer almaktadır. Düşünün İstanbul denizle çevrili ve biz hala boğaz köprüleri inşa ediyoruz. Göstermelik de olsa tüp geçişimiz inşa edildi, fakat ikinci ve üçüncü tüp geçiş değil de, neden ikinci ve üçüncü boğaz köprüsü??? Bunlar bana bile bir şeyler anlattığına göre, size de anlatmıştır. Diyorsun ki; “Türkiye coğrafi konumundan ötürü bir ‘Deniz Ülkesi’dir ve denizin avantajlarından faydalanarak, toplumsal düzeni kolaylaştırmak zorundadır.
Ayrıca deniz taşımacılığı; karayolu taşımacılığından 7, demiryolu taşımacılığından 4-5 kez daha az maliyetlidir… ”Yani demen o ki; “Deniz taşımacılığının gelişmesi daha az yakıt tüketilmesi, daha az altyapı ve bakım/onarım masrafı ile ülke ekonomisine olumlu yönde katkı sağlayacak. Bilindiği gibi Karayolu taşımacılığı pahalı olmanın yanında, çevre kirliliği de yaratıyor… İDO (İstanbul Deniz Otobüsleri) lux ve pahalı…”
İyi de o zaman neden böylesi bir ulaşım politikasını uygulamaya koymuyorsun? İstanbul’a, deniz Otobüsleri üreten, Danimarka, Hollanda ve Norveç ‘deniz ülkeleri olmalarına karşın’ neden ürettikleri deniz otobüslerini kullanmazlar? Onlar kullanmazken, neden biz akaryakıt sarfiyatı çok ve pahalı olan bu aracı kullanıyoruz? Birileri, dahası Petrolun efendileri mi izin vermiyor? Saat 11.07. Üsküdar’dan Kabataş’a geçiyoruz. Ve yıllar sonra Kabataş’taki Sebil Çay Bahçesi’ndeyim. Sevgili dayım Ziver Çorbacıoğlu’nun can arkadaşı Nürettin Özkara’nın, şimdilerde kardeşi Fevzi Özkara’nın işlettiği yer.
Ankara’da Ulus’taki Lale kıraathanesi ne ise, Arhaviler için İstanbul’da Sebil Çay bahçesi o... Bu iki yer Arhavililerin vazgeçilmez istasyonları idi. Arhavi’den gelenlerin, Ankara’daki durağı Lale Kıraathanesi, İstanbul’da Sebil Çay bahçesi. 1971’lerden, 12 Eylül 1980’lere dek az istasyon yapmadık burada. Lale kıraathanesi eski ilgisini kaybetti, fakat burası (Sebil çay bahçesi) o eski coşkuyu olmasa da Lale kadar performansını düşürmedi. Değişmiş. Sebil’in bahçesini her iki yönde daraltmışlar.
Değişmeyen Mehmet Ataekin. 33 senedir Sebil’de. Sevecen, güleç yüzlü bir Diyarbakırlı. Kürt mu, Türk mu olduğunu bilmiyorum, ama insan gibi insan olduğunu duruşundan okuyabiliyoruz., her Diyarbakırlının sevgili davranışlara olan sevgili yaklaşımını da. Diyarbakır’da KHGM Bölge Müdürlüğü yaptığımı söyleyince bir akrabasını görmüş gibi sevecenliği fazlasıyla ışıdı yüzüne.… Kadriye ve Ececan pek çay beğenmezler, fakat Mehmet’in getirdiği çaydan 3’er bardak içtiler… Para almayı ısrarla reddetmesi, sanki yöresinden biriyiymiş yakınlığını duyumsadığını gösteriyordu.
Doğrudur yöresinden biriydik biz…, çünkü ikimiz de doğuluyduk. İnsanların bazılarının hiç uğramadığı, uğratmadığı sevgi yöresinden… Saat 12.41. Dolmabahçe saray kuyruğundayız. Büyük yığılmalar olduğu için, içeriden çıkan kadar kişi içeri alınıyor ve bu nedenle kuyruk oluşuyor. Bir saat 30 dakika, yani 1.5 saat sonra sıra bize geldi. Dolmabahçe Sarayı'nın bugünkü alanı M.S. 1600’ler öncesine kadar Osmanlı gemilerinin demirlediği, Boğaziçi'nin büyük bir koyu idi. Geleneksel denizcilik törenlerinin yapıldığı ve süreç içinde bir bataklık hâline gelen bu koy 400 yıl önce (17. yüzyıl-M.S. 1600’lerde) doldurulmaya başlandı ve de padişahların dinlenme ve eğlenceleri için düzenlenen bir "hasbahçe"ye dönüştürüldü.
Dolmabahçe adı da buradan gelmektedir. İşte bu doldurulmuş ‘Dolma’ bahçelerde yapılan köşkler ve kasırlar topluluğu, uzun süre Beşiktaş Sahil Sarayı adıyla anıldı… Avrupa saraylarının anıtsal boyutlarına özenilerek yapılan Dolmabahçe'nin yapım emrini veren ve bitirten ise ‘19. yüzyılın sonlarına doğru’ Sultan Abdülmecit’tir. Avrupa mimari üsluplarının bir karışımı olarak, Ermeni Garabet Amira Balyan ve oğlu Nigoğos tarafından 1843-1855 yılları arasında inşa edilmiştir (Tüm bunları, sevgili bacanağım Cevdet Kahraman’ın kitaplığıma armağanı ‘Yurt Ansiklopedisinden’ yazıyorum, internetten değil, çünkü emeğe saygısızlık olan kopyala, kes yapıştırı sevmem)
Türk mimarisinde Batı tesirleri görülmeye başlandığı süreç 18. yy sonlarıdır. III. Selim (1761-1808) dönemi- Boğaziçi'nde Batı tarzında ilk binaları inşa ettiren padişahtır. Ayrıca; II. Mahmut (1784-1839), Topkapı Sahil sarayından başka, Beylerbeyi ve Çırağan bahçelerinde Batı tarzında iki büyük saray yaptırmıştır. Bu süreçte; Barok tarzı mimarı ve "Türk Rokokosu" denilen süsleme ile köşk, kasır ve sebiller inşa edilmeye başlanmıştır.
Saray, Abdülaziz'in son dönemlerinde, yüksek dereceli memurların usulsüz atanmalarına, görevden almalara, entrikalara ve rüşvetlere sahne olmuştur. Örneğin; padişahın, İmparatorluk borçları konusunda çıkar beklediğini açıkça ifade etmesi ile ordu ödeneğinden seksen bin altın talep etmesi tahttan indirilmesine sebep olmuştur. Dolmabahçe Sarayı'nda Muayede (bayramlaşma) Salonundan sonra geçilen ve bu gün (Hususi Daire) adıyla tanınan bölümün denize bakan yönündeki dördüncü oda, Atatürk'ün hayata gözlerin kapadığı ‘küçük ve gösterişssiz’ tarihi bir oda olarak, bütün eşyasıyla bir müze halindedir. Bu oda, Abdülmecid ve daha sonraki Osmanlı padişahlarının kışlık yatak odasıydı.
Hususi Dairenin iki büyük salonunu birbirine bağlayan koridor üzerindeki bu oda, iki kapılı ve dört pencerelidir. Oda'da Atatürk'ün yattığı bronz işleme bir ceviz karyola, gardırop ve komodin vardır. Oda, halılar, kanepe ve koltuklarla döşenmiştir. Duvarları, açık yeşil üzerine yıldızlar ve çiçeklerle süslü bir kağıtla kaplıdır. Ceviz karyola üzerende keten işlememe beyaz bir örtü, mavi bir yorgan vardır. Pencereleri atlas perdelidir. Atatürk, Savorana yatında geçen rahatsızlık günlerinden sonra, 25/26 Temmuz 1938 günü saat dokuzu beş geçe, bu odada gözlerini yummuştu. Atatürk'ün ölümünden sonra, Dolmabahçe Sarayı'nın bu tarihi odası, Atatürk'ün yatak Odası olarak, olduğu gibi korundu.
Hilafetin kaldırılmasıyla Abdülmecit Efendi beraberindekilerle (Ar. Maiyetiyle) Dolmabahçe Sarayı'nı terk etmiştir (1924). Boşalan saraya Atatürk üç yıl hiç uğramamış. Onun döneminde saray iki yönden önem kazanmıştır; yabancı konukların bu mekânda ağırlanmaları, kültür ve sanat bakımından saray kapılarının dışarıya açılması…. 27 Eylül 1932'de Bayramlaşma (Ar.Muayede) Salonu'nda Birinci Türk Tarih Kongresi açılmış, 1934'te de Birinci ve İkinci Türk Dil Kurultayları burada toplanmıştır. Turing kurumlarının dünya kuruluşu Alliance Internationale de Tourisme'nin Avrupa toplantısı Dolmabahçe Sarayı'nda düzenlenerek, sarayın turizme ilk açılışı sağlanmıştır (1930). Cumhuriyet döneminde, Atatürk'ün İstanbul ziyaretlerinde ikametgâh olarak kullandığı sarayda, bana göre yaşanan en önemli olay; buncu gösterişli ve görkemli geniş kullanım alanlarına sahip olmasına karşın, Atatürk’ün gösterişsiz küçük bir odada kalması ve orada yaşamını yitirmesi.
Özellikle Dolmabahçe Sarayı’na görkemli görsellik kazandıran, Barok ve Rokoko nedir, o’na bir bakalım: Barok; sözcük, Portekizce düzensiz inci anlamına gelen barroco’dan türemiştir. 1600'lerde Roma'da kilise etkisinde doğarak tüm Avrupa'ya yayılmış; Mimarlık, müzik, resim ve heykelin etkileyici temalar altında birleştirilmesi amacını güden bir sanat akımıdır. Rokoko ise; Barok stilinden sonra ’17.yy ortalarında’ ortaya çıkan sanat akımlarına verilen addır. Barok stilinde kullanılan doğru çizgilerden meydana getirilen süslemeye karşı tepki olarak doğmuş olmasına karşın, barok stilin hatları gibi eğri büğrü çizgili motiflerden ibaret olup; Baroktan daha ince ve şekillerin kıvrımları daha zarif bir stildir.
Her iki bilgiye yer vermemdeki amaç, şu soruyu sormam içindi: “Benim o güzelim; İslam harfleri ile yapılan öğrenmesi oldukça zor olan, sıklıkla süsleme amacıyla kullanılan, tüm kuralları belli olan dünyadaki tek görsel sanat olan, “Hat sanatı”mı neden kendimize özgü bir sanata dönüştürmedik? Ve uygar dünyayla bütünleşen varsıl ve de evrensel bir sanat çizgisine taşıyıp, Dolmabahçe sarayını, bu sanatımızla süslemedik (Fr. Dekore etmedik )?” O güzelim ‘Hat Sanatına’ Arapça yazı ve çizgilerle hat çekmeseydik, yanı sınırlamasaydık bunu yapabilirdik. Hatta, ‘hat Sanatı’ yanında, İslam’ın ortaçağ’daki bilimle olan bütünselliği içinde ‘çadır kültüründen soyut’ Osmanlı Mühendislik-Mimari sanatını, Cami ve sebillerle sınırlamaz Barok sanatının önüne taşıyabilirdik.
Acaba, batı kökenli Kösem sultanlar, Hürrem sultanlar mı izin vermedi? Onlar acaba, Osmanlı’nın karanlığını, artıran ve besleyenler miydi? Dolmabahçe Saray’ını eğer görmez iseniz, benim gibi yıllar sonrasının görme şansını yakalayamazsınız. Bu nedenle burayı görmeden hiç ama, hiş bir yere gitmeyin (Öteki taraf dahil). Saat 16.15 Dolmabahçe Sarayı’ndan çıkıp Beşiktaş’a doğru yürümeye başladık. Saray Koleksiyonları Müzesindeyiz. Saat 16.45 Beşiktaş’taki Denizcilik Müzesindeyiz… Her iki müzede tek kelimeyle harika. İlle de yazmanız gerekmez, lütfen gezin ve görün.
Ben tekrar Dolmabahçe’ye girmek istiyorum: Yaklaşık olarak 250.000 m²'lik bir alanda yer alan Dolmabahçe sarayı kendine has, belirli ekollere giren bir mimari biçemi olmamasına karşın Fransız Baroku, Alman Rokokosu, İngiliz Neo Klasizmi, İtalyan Rönesansı karışık bir şekilde uygulanmıştır. Madem batı anlayışıyla çağdaşlaşma adına, toplumun ve tekniğin gelişmesi anlatılmaya çalışıldı, neden Hat sanatı ve Osmanlı mühendislik-mimarlık, dahası yapı sanatı geliştirilmedi?
Ben İstanbul’u gezdim ve İstanbul’un salt Eminönü-Karaköy ve Taksim olmadığını kendime gösterdim, siz de kendinize kentiniz İstanbul’u ve İstanbulları gösterin. Bugün 28 Temmuz 2011. Üsküdar ve Sultanahmet arası bir yolculuk, ardından da Çatalca. Dün Büyükada’da idik. Bugün Ayasofya ve Sultanahmet’e ikinci kez gideceğiz Tepeler kenti İstanbul, Üsküdar’da merdiven kente dönüşüyor adeta, çünkü Üsküdar’da özellik Cumhuriyet caddelerine dik inen sokakların çoğu merdivenli iniş yapıyor. Ayasofya’nın önündeki zamansız çevre düzenlemesi Ağustos’un sıcağında çekilir gibi değil. Buna bir de; Güneydoğu kökenli gençlerin ısrarlı takipçiliği ve turist taşıyan otobüslerin pervasızlığı eklenince; insan çıldırıyor.
Bu nedenle Ayasofya müzesini öteledik, yani o bölgeyi terk ettik, çünkü batık bir alan olmuş bu çevre. Hemen Ayasofya’nın batısındaki Yerebatan Sarnıcına indik. Harika ötesi bir yer. Gizem ötesine taşıyacak gizemli bir kanal gibi. İçinde yüzen balıklar insanların dikkatini çekiyor. Tıpkı Urfa’daki balıklı göl benzeri batık bir göl içinde yüzen devasa balıklar. Sarnıç biliyorsunuz, yağmur sularını biriktirmeye yarayan su deposu. Yerebatan Sarnıcı’na gizemlilik katan, adeta kanal duvarı oluşturan sıklıktaki sütunlar.
Tavan tuğla örülü. İçi boş bir silindirin üst yarısına benzer kubbemsi çatı sistemiyle oluşturulmuş. Biz buna mühendislikte tonoz deriz. Taşıma prensibi kubbe’ye benzer, farkı yükün sadece 2 duvar üzerine aktarılmasıdır. Tepesine yük binen tonoz açılıp genişlememesi için iki duvar arasına çelik gergi elemanı konur(beşik tonoz), buradaki ise; birbirini dik kesen 2 tonozun kesiştiği noktada oluşan çapraz tonozlardan(Haç şeklinde tonoz) meydana gelmiş bir çatı sistemiyle üzerine gelen yükleri karşılıyor. Yerebatan Sarnıcı saraylara su sağlamak için I.Justinyen I. (527-565) devrinde yapılmış.
143 metre uzunluk ve 65 metre genişliğiyle toplam 9.800 metrekarelik bir alanı kapsıyor. Toplamı 336 adet 28 x 12 sıralı sütunlardan oluşuyor. Adını etraftaki bazilikalardan (Yan nefleri-yan geçit bulunan, galerili veya galerisiz kilise) aldığı söyleniyor. Yormayın beni, gidin görün, çünkü görmeye değer bir antik yapı (Özellikle hala Ankara’da metro inşa edemeyenlerin gidip görmesini isterim).
İstanbul tarihi ve doğasıyla varsıl, fakat doğanıyla karman çorman. İstanbul silueti, yani Osmanlı döneminin o güzelim minarelerin ve Bizans dönemi tarihi yapıların kenar çizgileriyle tek renk olarak oluşturdukları büyülü görüntülerini boğazdan izleyemiyorsunuz. Çünkü İstanbul o İstanbul olmaktan çıkıp Betonistan’a dönüşmek üzere. Sermaye tapınakları İstanbul Silüeti’nin yüreğine hançer gibi indirilmiş, bir değil, 100’lerce hançer darbesiyle İstanbul Silüeti düşmek üzere.
Yalı, yalı apartmanları, Göl Kuleler, Yeditepe kuleleri, yetmiyormuşçasına, devasa rezidanslarla ve dubleks villalarla çevrilmiş ‘Maltepe Sureyyapaşa, Sancaktep, Samandıra, İkitelli Başakevler, Ortaköy, Bebek , Beylikdüzü, Atakent, Avcılar, Esenyurt, Büyükçekmece, Küçükçekmece, Kandilli, Üsküdar, Çengelköy, Kanlıca, kısacası tüm İstanbul; Adapark, Batışehir, Bosphorus City, Bizim Evler,Brandium Residance, Crown, Deluxe, Elite City, Evera, Evviva Gümüş City, Exen İstanbul, Fuaye Sureyya Paşa, Kristal Şehir, Star Towers ve benzer projelerle İstanbul’un insanı ürperten büyülü ve etkileyici Silueti’ni bozdu.
Durum bu iken birileri hiç çekinmeden; “Bizimle fena uğraşıyor olmalarına karşın, Başbakanımızın ifadesiyle Türkiye alan değil, veren el olmuş bir Türkiye’dir. Bu büyüklüğün en önemli altyapısını İnşaat-konut üretimini oluşturuyor. Önceki gün yine Başbakanımız 500 bin yeni konut hedefini tekrarladı…”
diyerek İstanbul’u parsel-parsel yok ederken, Libya İsyancılarına el altında verildiği 200 milyon doları işaret edebiliyor ve bu paranın ne kadarının dağıtıldığını aklına getirmiyor. Asıl aklına getirmesi gereken olgu, bu konutların kimler tarafından alınabildiğidir. Bunlar yeni İslam burjuvazisi olmasın.
En önemlisi barınma sorunu olan insanlar mı, yoksa oy veren yandaşlara mı TOKİ aracılığıyla ev yapılıyor? Sorusu ise ayrı bir olgu. İşte siyasi erk ve yağdanlıkları, İşte İstanbul… İstanbul’un siluetini yok eden bir mantığın yeni bir çılgın projeye gereksinimi var mıdır? Siz söyleyin. Ececanımız; İstanbul’un kamburu çıkmış diyor. Haklı… Dediğim gibi İstanbul’un sermaye tapınağı devasa yapılar adeta İstanbul’un 7 tepesine konuşlandırılmış kambur gibi… İstanbul evlerinin 80’i geleneksel yapı teknolojisi ile inşa edilmiş (Teskere ve Betoniyor).
Özellikle beton dökücüler çeyrek metreküplük teskere ve betoniyerle 300 dozlu beton karılması gerekir, yani metreküpünde 50 kglık 6 torba çimento. Çeyrek metreküpte ise 1, 5 torba. Betoncular 1, 5 torbayı dökmekten işçilik kaybı nedeniyle kaçınırlar. Çünkü bir torbanın yarısın dökecek, diğer yarısını aldığı yere koyacak, bu onun zamanın alır. Bunun için 1 torba veya zorlarsan 2 torba atar. Bu da beton dayanıklığının kimyasın bozar. Anlayacağınız İstanbul binalarının %80’i dayanıksız.
Bu nedenle o seni yıkmazdan, sen o’nu yıkmalısın. Güçlendirme projeleri hikaye. İstanbul’un tüm dokularını iyileştirmemiz gerekirken, ekonomik ve siyasi rantçıların İstanbul’u bozan dokusuna dokunuşu bana ve sana dokunuyor.
Yıllar sonra İstanbul’u böyle gezdim, böyle buldum; yıllar sonra gezecek olanlar ‘İstanbul çılgınlıkları sürdükçe’ acaba benim bulduğum İstanbul’u dahi bulabilecekler mi? (6 Temmuz 2011-Ankara)
ŞEVKET ÇORBACIOĞLUGEZ-GÖR-YAZ
evesbere@gmail.com
GSM: 0506 609 00 32
Yorumlar
Yorum Gönder