İstanbul değil silüetini Martılarını da kaybedecek 7 TEPELİ MÜZELER VE ADALAR KENTİ İSTANBUL SİLÜETİ YOK EDİLİYOR-1
Tüm Anadolu insanına önerim, İstanbul’a geldiğinizde Kabataş iskelesinin karşısındaki ‘Sebil Çay Bahçesi’nde soluklanın ve o güzelim çaydan için, gezinizi ivmelendirmek istiyorsanız.
Yıllar sonra ‘Sebil Çay Bahçesi’nde soluklanmak ve yıllardır Sebil çalışanı olarak Arhavililere o nefis çayını ikram eden Diyarbakırlı Mehmet Ataekin’in adam gibi adamlığı ise bir başka güzellikti.. İstanbul’a 1971’den beri giderim. Dahası, 40 yıldır İstanbul-Ankara arasında mekik dokumaktayım. Çünkü; 1974’te de Ailece ‘tümden’ Çatalca’ya göçtük. Ve 40 yıllık İstanbulluluğum böylelikle kayıt altına alınmış olundu.
Ender insanlardanım, çünkü 40 yıllık İstanbulluğun yanında 40 yıllık da Ankaralıyım; öncesi Samsun’a ait, yani çocukluğum ve gençliğim… İşte bu İstanbul’a, 22/08/2011’in 15,30 saatinde, ‘Önceki gelişlerden farklı olarak’ ilk kez Ankara’dan özel olarak geldik 40 yıllık İstanbullu olmama karşın, dünyanın en, ama en varsıl doğasına ve tarihine 40 dakika bile ayırmamışım.
Bu bir eksiklik değil, aymazlığın tarihe vurulan sorumsuzluk ve duyarsızlık damgasıdır. Anladığınız gibi bu gelişimizle bu duyarsızlığıma ve aymazlığıma son vereceğim. Aslında bizi bu konuda tetikleyen Ececanımızdır. Çünkü; sevgili kızımız Ececanımızın ‘Muhteşem Yüzyıl’ dizisi ve okuduğu; ‘Bir Hürrem Masalı, Moskof Cariye Hürrem, Hürrem, Cariye’nin Kızı Mihrimah, Padişah Anaları, Cariye’nin Gelini Nurbanu’ kitaplarından etkilendiği için, ille de İstanbul’daki müzeleri ısrarla gezmek istedi.
İkincisi, bu yıl Amcaları ve kuzenleriyle beraber olmak istemesi idi. İstanbul’un buram-buram/yoğun Tarih koktuğunu bilirdim de, Üsküdar’ın bu denli tarih koktuğundan habersizdim. Bu tarihin en büyük düzlemi Üsküdar’mış. 46 yıllık iktidarında İstanbul’un tümüyle, Mimar Sinan’ın (Benim için dünyanın 9. harikasıdır) yeni bir mimari ve mühendislik anlayışıyla yenileyen Kanuni Sultan Süleyman’ın yapıtları karşılıyor, Üsküdar İskelesine inen inmez sizi.
‘Üsküdar İskelesi’nden Mihrimah Camii avlusunu geçerek Cumhuriyet caddesine, oradan da Selvilik caddesindeki yeğen sevgili Özlem Kahraman’ın evine ulaştık. Mihrimah Sultan Camii ve Çeşmesi, iskelenin hemen ayaklarının dibinde. Mimar Sinan'ın Kanuni Sultan Süleyman'ın Hürrem Sultan'dan kızı Mihrimah (Güneş) Sultan (1522-78) için yaptığı camidir (1547-48).
Sinan'ın; külliyesi, yani caminin çevresinde kurulmuş medrese, kitaplık gibi yapıların tümü (bir çeşit fakülte) ile inşa edilen, bir adı da İskele Camii olan Mihrimah Sultan Camii Mimar Sinan’ın erken dönem eserlerindendir (Pardon, Mimar Sinan’ın Alibeyköy’deki 1554-62 yılları arasında inşa ettiği; ‘dünya su mimarisinin baş yapıtı olan 36 metre yüksekliğinde ve 257 metre uzunulğundaki, bir adı da Muallak Kemeri olan, Maglora Kemeri’ni de görün. Biz görmeye çalışacağız, ama zor).
Kubbesi üç yanından yarım kubbelerle desteklenmiştir, ama ön cephede yarım kubbe yoktur. Üsküdar’da Mimar Sinan’ın bu ilk eseridir. Bundan sonraki 33 yapıtıyla İstanbul’da en çok Üsküdar’a yapıt kazandıran Mimar Sinan Güneş (Mihrimah) Sultana aşıktır, fakat Kanuni, Mimar Sinan yaşlı olduğu için bu olaya evet demez. Cami kıyıya sıfırken şu an 200 mt içeride kalmıştır, yapılan dolguyla. Bu da boğazı nasıl boğazladığımızın göstergesidir. Tayyip’ın da eseri var İstanbul’da.
Örneğin takdir ettiğim Tüp Geçiş; Gama-Nurol konsorsiyumunun iskelenin yanında hemen inşa ettikleri Tüp geçiş iskelesi. Takdir etmediğim; yine iskelenin hemen yanı başındaki Üsküdar İftar Sofrası’ projesi. Bu Çadır iftar kültürü projesi Tayyip döneminde yoğunlaştı. Yüzlerce metre kuyruk ve yüzlerce çeşit insan. Çoğu kent yorgunu.
Yoksul olanı, olmayanına dek; Ataesitine, oruçlu-oruçsuz inananına, sokak dilencisine ve evinde yemek yapmaktan üşenenlere ve de bedavaya gereksinimi olmayanların oluşturduğu böylesi kuyruk, senin benim paramla açılan iftar sofrası kuyruğudur. Dahası evine zor ekmek götüren çalışanların parasıyla…
İşin doğrusu senin paran ve oyunla oynanan oyuna kanıyorsun ve siyasi rantla besledikçe besliyorsun (Bırakın, oy vermiyorum ve de sponsor ayaklarını, sponsor paralarının ve oyunun nereye gittiğini herkes biliyor). Eğer gerçekten yoksulu doyurmak istiyorsak kalıcı projeler geliştirmeliyiz. Samim insan kutsal ayda, duygu sömürüsü yaparak yoksulu aklına getirmez… Bir yandan her yıl böylesi sözde yoksul sofraları, öte yandan lüks otellerde verilen israf yüklü insaf yoksulu varsıl iftar sofraları…
Bir Hükümet yetkilisi çıkıp, israf diyor, bir diğer hükümet yetkilisi süreci alabildiğine tetikliyor. İki yüzlülük ötesi bir şey; tıpkı Anadolu ajansında ve TRT’de yaptıkları ‘binbir surat’ duruşları gibi… Gelelim İstanbul’un gizem yüklü akşamın çizgisel görüntüsüne. Yani; kenar çizgileriyle tek renk olarak beliren gizemli görüntüsüne (Fr. Siluet). Bu görüntü sizi adeta büyülüyor(du). Üsküdar Salacak açıklarındaki ‘Kız Kulesi’ karşısındayız. Akşamın karanlığı İstanbul’un gün ışığındaki karmaşasını ötelemiş, o sizi büyüleyen gizemli derin Silueti ile karşı karşıya bırakıyor.
İstanbul akşamları bu gizemli görselliği sunmakta zorlanıyor. Çünkü; devasa sermaye tapınaklarının yarattığı görüntü kirliliği, o kutsal cami ve minarelerimizin, tarihi yapıların yarattığı gizem ötesi görselliğin derin ufkunu daraltmak üzere. Şimdi diyor ki kent beyi;”İstanbul’un siluetini bozan, bu görüntü kirliliğini yıkacağız”. Yıkacağız dediği, sermaye tapınaklarının katları.
Sermaye imparatoru sana tapınağının katını yıktırır mı?! Böylesi görüntü kirliliğinin önüne geçmek için, 1/100.000 ölçekli planlarla karar alınmadı mı? Neden o ölçekli planları uygulamadınız? Yani bu ölçekli planlara, İstanbul görüntüsünün değişmemesinin notunu koymadınız mı? Kim inanın şimdi size, İstanbul için düşündüğünüz ‘Siluet ana plan’ınıza?! Yani siz şimdi, imar planında verilen yapılaşma hakları olan ‘yükseklik, binanın oturacağı en büyük alanında (TAKS) ve inşaat alanlarının toplamında (KAKS) kısıtlamalar getireceksin ha! Samim değilsin, çünkü bunu zamanında getirmediğin gibi getiren plan notlarına da uymadın ve İstanbul’a uydurdun…
Dünyanın önde gelen gayrimenkul geliştirme ve işletme şirketlerinden Trump International’ın, Doğan Grubu’yla birlikte Şişli’de hayata geçirdiği, sadece varsılların konuşlanabildiği yapı (İn. Rezidans) ve Trump Towers Mall, yanı ofis ve alışveriş merkezinden oluşan devasa yapı merkezinin açılışında Başbakan: “İstanbul finans merkezi olma yolunda ilerliyor. 39 katlı rezidans ve 37 katlı iş kuleleri İstanbul’a farklı bir hava kazandırdı. Gerek alışveriş noktasında gerek yaşam alanı olarak hem bulunduğumuz semt hem de İstanbul için tasarımıyla yeni bir dönemi başlatacak. 20 Nisan 2012” demesi, benim için düşündürücü.
Böylesi yapılar gerçekten İstanbul’a ayrı bir tasarımla, farklı bir hava kazandıracak. Bu tasarım; Birincisi, İstanbul dünya finans merkezi yapmayacak, küresel efendilerin, küresel sömürü düzlemlerine sıçrama noktası yapacak.
İkincisi, İstanbul, tarihsel siluetini yok edip gizemli kent olmaktan çıkaracak ve 3. Boğaz köprüsü ile oluşacak devasa sermaye tapınaklarıyla, hiçbir güzel duyguyu yaşatmayacak görüntü kirliliği i yaratarak, İstanbul’u 7 tepeli bilim kurgu kenti haline getirecek. Kız Kulesi’ni izliyoruz ‘Kız Kulesine giden motorların olduğu yerden. Böylesi etkileyici görüntüyü benim diyen yazar zor betimler. Tek kelimeyle muhteşem.
İşte bu muhteşemliği sahildeki büfeler resmen kirletiyor. Özellikle basamaklı merdivenli alanın ilk büfesi adeta hurdacıların kulübesine dönüştürülmüş haliyle öylesine bir görüntü kirliliği yaratıyor ki… Bu büfelere akşamın serinliğinde giderseniz iftar vaktine dek asla çay içemezsiniz. Öteki cennet adına buradaki cenneti yaşatmıyorlar size. 28/08/2011, saat 13.00’te Üsküdar’ın Eski Mahkeme sokağındayız. 13 numaralı evin demirli penceresi dikkatimizi çekti.
CHP ve Atatürk resimleriyle süslü pencere camları ve açık olan pencere önünde yaşlı bir teyze. Selamlaştık. Hoş sohbet ve kırgınlıkla harmanlanmış inadına umutlu bir öfke yansımasıydı bu. Bu bakışların sahibinin adı; Elmas Sandıkçı. Kastamonu-Çatalzeytin’li. Eski mahkeme sokağında adeta mahkeme kurmuş, yaşatılanları ve yaşatanları yargılıyor.
40 yıldır zaman-zaman yaşadığım İstanbul’da ilk kez Kız Kulesi’ne geçeceğim. Motordayız, saat 13. 56. Kız kulesindeyiz, saat 13.58… Kız yok, kulesi var. Evliya Çelebi Kız Kulesi’ni şöyle anlatmış: “Deniz içinde karadan bir ok atımı uzak, dört köşe, sanatkârane yapılmış bir yüksek kuledir. Yüksekliği tam 80 arşındır (Bina ve Mimar arşini; 75.774 cm’dir). Sathı (yüzey) mesehası (uzunluğu) iki yüz adımdır. İki taraftan yerde kapısı vardır.”
Efsanelere konu ‘Kız Kulesi’, İstanbul Boğazı'nın Marmara Denizi'ne yakın kısmında, Salacak açıklarında, daha doğrusu Karadeniz’in Marmara ile birleştiği yerde küçük bir ada üzerinde inşa edilmiş (antik çağda yarım ada olduğu savlanır), Üsküdar’da Bizanslılardan kalan tek yapı olan Kız Kulesi M.Ö 2475 yıllarına kadar uzanan tarihi bir geçmişe sahiptir. Bazı Avrupalı tarihçiler buraya Leander (esas oğlan) Kulesi derlermiş.
Bugün görülen kulenin temelleri ve alt katın önemli kısımları Fatih devri yapısıdır. İlk olarak Yunan döneminde bir mezara ev sahipliği yapan bu ada, Bizans döneminde inşa edilen ek bina ile gümrük istasyonu olarak kullanılmış. Çok eski tarihi geçmişi olan Kız Kulesi, bir zamanlar, Boğazdan geçen gemilerden vergi alınmak maksadı için de kullanılmış. Osmanlı döneminde ise gösteri platformundan, savunma kalesine, sürgün istasyonundan, karantina odasına kadar birçok işlev yüklenmiş.
Asli görevi olan ve yüzyıllardan beri varlığı ile insanlara, geceleri ise geçen gemilere göz kırpan feneri ile yol gösterme işlevini hiç kaybetmemiştir. Geçmişten geleceğe en çok da düşlere yol göstermektedir Kız Kulesi. 2000 yılında restore edilerek, ekonomik getirim kulesine dönüştürülmüştür. Kule’nin tavan süslemeleri boğazı betimliyor. Üçüncü Kat’ın kıyıya bakan yönünde mum yakılan, yani aydınlatma oyuğunun içine dikkatli bakınca karşınıza bir güzel kız yüzü ile karşılaşıyorsunuz.
Bu benim dikkatimi çekti. Herkes hayretler içinde kaldı ve o katta büyük bir kalabalık oluştu. Saat 15.07 Kız Kulesi’nden ayrılıyoruz. Martı’nın kanadında İstanbul’u gezer gibiyiz.
Doğrusu; GEZ-GÖR-YAZ etkinliğini martı kanadına yükledik ve geziyoruz, görüyoruz ve yazıyoruz. İstanbul’un kendine özgü bir sesi vardı 1990’ların ortasına dek. Bu ses; İstanbullunun sessiz feryadının eşliğinde martı sesleriyle, boğaz geçiş motor ve arabalı-arabasız şehir hatları vapurlarının düdük sesiyle harmanlanarak boğazın kendine özgü sesini yaratırdı. Teknolojinin gelişimi geçiş motorlarının ve vapurların seslerine son vermiş.
Martı sesleri özgür artık. Sabahları artık onun sesiyle uyanıyorsunuz ve bilinen rotanızla İstanbul’u değil, İstanbul’un karmaşasını yaşıyorsunuz. İstanbul’un sessel simgesidir artık martı sesleri. 7 tepesi ve müzelerinde, Kız Kulesi, Minareler, tarihi yapılar ve tepelerinde uçuşan Martılar olsun İstanbul’un simgesi. Martılar adeta boğaz vapurlarının, hata gemilerinin yön belirleyicileri. İlle de sabahları insanları işlerine taşıyan vapurların ve insanların.
Özellikle sabah evlerinden alıp, akşamları evlerine martı sesleri taşır insanları. İstanbul adeta Martı’nın kanatları altında. Bütünleşmişler; Martı ve İnsan (Mar-İn). Mar-İn’ler İstanbul’un vazgeçilmez bir bütünün, olmazsa olmaz parçaları gibi. Ramazan’dan dolayımıdır bilmiyorum, başlarında türban, gözlerinde Ray-ban gözlüklülerin sayısı bana çok geldi Üsküdür’da. Sanki İslam burjuvazisinin yansımaları.
Başörtülü sevgili insanlarımdan öyle ayrıcalıklı bir duruşları var ki, adeta onları ‘başörtülerini modernize etmedikleri için’ ötekileştiren bir duruş izlenimi veriyorlar. Nedense modernize edilerek türbanlaştırılmış başörtüler bana daha karanlık geliyor, her ne kadar kendilerini pahalı giysilerle ve Ray-banlarla aydınlatmaya çalışsalar da.
Üsküdar’ın sokaklarındaki insan profilim salt bu değil, cübbeli ve sarıklı erkekler bu ‘sözde özgürlük aldatmacasıyla beslenen’ aydınlık Türkiye ile bağdaşmayan profili daha da zenginleştiriyor. Böylesi görüntüler Üsküdar’ın daha muhafazakâr olduğunu gösterir mi? Sokaklara baktığınızda kendi kendinize ‘Osmanlı yapılarının çokluğu insanları etkilemiş olabilir mi? Sorusunu sormazdan edemiyorsunuz.
İlgisi yok, çünkü daha kapalı Sultanbeyli’de böylesi bir tarihi yapı olmamasına karşın benzer durumla karşılaşıyorsunuz. Fatih-Çarşamba ve Sultanbeyli profilinin indiği modern alan Üsküdar demek daha mı doğru olur? Osmanlılaşmanın indiği modern yerleşim alanı olarak da görebiliriz Üsküdar’ı. Fakat türbansı abartılarla Osmanlılık değil de değerlerimizin dinselliği araç edinmiş bir rantlaşmış yozlaşışıdır yaşanan görüntüler. İşin özü, geçmiş dönemlerdeki yaşanmaları öylesine kullanıyorlar ki, adeta geçmişin hataları rehberleri olmuş. Uyanıklar da, tüm insanların ellerinde Sabah, Star.
Zannediyorsunuz ki orta aydın sınıf bu gazeteleri okuyor, çünkü Sabah ve Star gazeteleri bir zamanlar orta aydın sınıfın gazeteleri idi. Ne yaptılar; TMSF aracılığıyla bu gazetelere el koydular ve yandaşlarına sattırarak yandaş medya yarattılar. Gazetenin başına da ikinci cumhuriyetçi sınırsız ve kuralsız demokrasi avcısı güçlüden yana düşünce satıcılarını ve dinci kimlikleri getirdiler. Benim bazı 20. yüzyıl çaylağım da hala eski Sabah ve Star olarak okuyor bunları ve bunların benzerlerini. Bu da, ilginç ve de aldatıcı sokaktaki insan profilini ortaya çıkarıyor…
Saat 15.07 Kız Kulesi’nden ayrılıyoruz. Saat 15.55 Beşiktaş’a geçiyoruz. Beşiktaş’ı ben 40 yıl önce tanıdım. Barbaros meydanını turluyoruz o devasa toplar ve de kaykaycı gençler eşliğinde. Bazen takıldığım ve şimdi Cafe olmuş Teraslı Barbaros Kıraathanesine gösteriyorum uzaktan. Bahçeşehir Üniversitesi ve Şemsi Yastıman saz evini geçerek SGK konuk evine selam vererek Asariye caddesine giriyoruz. Sevgili Amcam Enver Çorbacıoğlu’nun oturduğu evi gösterebiliyorum, çünkü yıkılmamış daha. Fakat Asariye caddesinin hemen girişin solunda bulunan sevgili hala oğlu Celal Toraman’ın eniştesinin işlettiği bakkal dükkânı yok.
Bir Güneydoğulu kardeşimiz işletiyordu dükkânı. 1971’denbu yana, ilk kez Yıldız parkına çıkacağım, tıpkı 1973’ten beri yaşadığım Ankara’da geçen yıl ancak tırmanabildiğim Ankara kalesi gibi. Yıldız Parkı, nasıl ki Ankara’nın nefes alma odağı Papazın Bağı, Yıldız Parkı da, Beşiktaş ve Ortaköy’ün nefes alma odağı. İstanbul’un demiyorum, çünkü İstanbul’un nefes alma (Oksijen) odağı çok, ama bu nefes alma noktalarının nefesini kesmeye çalışıyor birileri.
Beşiktaş ilçesinde yer alan Yıldız parkını ve içindekileri nasıl anlatayım ki? Yıldız Parkı, Yıldız Sarayı ve Çırağan Caddesi arasında yer alır. Çırağan Sarayı'nın karşısındadır. İçinde Malta köşkü, Şale köşkü ve Çadır Köşkü adı altında 3 tane köşk vardır.
Lale Devri (1718-30) döneminde süsleme zevkine dayalı düzenlenen Çırağan alemleri sırasında çeşitli eğlencelere mekân olmuştur. 1925’te bir İtalyan işletmeciye verilen ve bir casino olarak kullanılan Şale (Fr. Chalet-Dağ evi) Köşkü, Atatürk’ün müdahalesiyle bu işletmeciden alınmıştır… Siz en iyisi gidin görün. Anlatılmaz yaşanılır Yıldız Parkı. Ben geç yaşadım siz benim gibi geç kalmayın.
İsmail Ünal iyi işler yapmaya çalışıyor Beşiktaş’ta. Barbaros Kıraathanesinin karşısındaki Atatürk anıtını sevdim. Çırağan caddesinde o devasa çınar ağaçları ve İsmail Ünal tarafından Atatürk anı tablolarıyla süslenmiş tarihi devasa duvarın eşliğinde Ortaköy’e yürüyoruz. Çırağan Sarayi’nin gezemiyorsunuz, el koymuş kent soyguncusu, ötele dönüştürmüş, ancak kalırsanız gezebiliyorsunuz. Zaman-zaman istasyon yaptığımız Beşiktaş Kız Lisesi yok. Kabataş Lisesi’ni gezmek istedik ancak öğrencisi iseniz gezebiliyorsunuz.
Anlayacağınız kıyıya sıfır tarih yapılar insanlardan koparılmış-soyutlanmış. Kabataş Lisesi bir eğitim kurumu, o’nun özenle korunması gerekir, sözüm yok, fakat Çırağan sarayı vb. bir sınıfa açılması ve halktan sınıflara kapatılmasını hiç de doğru bulmuyorum. Ağzında sigara türbanlı BMW’’li çok güzel bir hanım bizi hayli düşündürdü… Yeni bir sınıf mı yarattık ne… Ortaköy’deyiz. Yıllar sonra geliyorum. Gerçekten dinlence ve eğlence merkezi. Ortaköy kıyısı, Çiçek Pasaji’nin deniz görmüşü. Ortaköy Cami ve Ortaköy Muhteşemliğinde , boğaz köprüsü altındaki kafelerde dinlenmek gerçekten harika.
Buradan boğazı izlemek istiyorsanız, benim gibi ötelemeyin gelin buraya, kahvenizi, biranızı veya rakınızı yudumlarken yudum-yudum yaşayın İstanbul’u veya bir fırt alın İstanbul’dan. 24/08/2011, saat 11.48 Eminönü’ye geçiyoruz, Boğazı ürküntü ile seyreyleyerek, çünkü boğazın güzelliğini boğazlayan o sermaye tapınakları üstümüze devrilecek gibi bet-bet duruyorlar. İronik bir korkuyla boğazın o eski görüntüsel varsıllığını arıyorsunuz….
Haliç üzerindeki; Galata köprüsünün, Eminönü ve Karaköyü birleştiren gururlu duruşu insanı etkiliyor; özellikle gün batımı ve sonrası insanı adeta büyülüyor. Altın gibi parıldayan Haliç’in gerdanlığı adeta. Bu tümcemi; sakın Özal’ın dediği ‘Boğaz köprüleri boğazın incisidir’ tümcesiyle örtüştürmeyin, çünkü ben yıllardır söylediğim gibi; ‘Boğaz köprüleri boğazın incisi değil, sancısıdır’. Bu nedenle boğaz köprülerini, 16 km’lik Haliç üzerindeki Galata köprüsüyle karıştırmayalım. Gülhane parkındayız, Ececan’ın yaşındayız.
Nazım Hikmet Ran’ın ‘Ceviz Ağacı’ şiirinin; “Başım köpük-köpük bulut, içim dışım deniz-ben bir ceviz ağacıyım Gülhane Parkı'nda-budak budak, şerham-şerham ihtiyar bir ceviz-Ne sen bunun farkındasın, ne polis farkında….” dizelerini beynimde dinleyerek Gülhane parkında gençler gibi geziniyor ve zaman kaybetmeksizin Topkapı Sarayı’na yöneliyoruz. Ben İstanbul’u ne yaşamışım, ne de İstanbul’u biliyorum, çünkü; değil Osmanlı-Türkiye tarihinin, gezegenimizin tarihsel hafızası Topkapı Sarayı ve Müzesi’ne ilk kez gidiyorum.
Siz, siz olun sakın buraları, dahası İstanbul’un tarihini görmeden İstanbul’u biliyorum demeyin. Topkapı Saray’ı ve Müzesi de yazılmaz, görülür ve yaşanır; gidin görün ve yaşayın. Topkapı Sarayı’nın içi dışı tarih… Dahası Sultanahmet Anadolu tarihinin gizemli düzlemi gibi… Topkapı Saray ve Müzesi Osmanlı’nın tarihsel dokümanı olmanın ötesinde dünya tarihinin DNA’sı burada gizli bence. Bu nedenle ‘Osmanlı Dil Enstitüsü kurulmalı’ başlıkla bir yazı yazdığım aklıma geldi… Daha önce Kültür Bakanlığından çıkardığımız müze kartlarıyla çok ucuza, çok ama çok varsıl bir etkinlik yaşadık.
Sadece Harem Dairesi ek paralı. 15 TL. Bunun nedeni de, ziyaretçi sayısını azaltarak tarihi objelerin deforme olmasını önlemekmiş, çünkü bu objeleri korumaya almak çok zormuş. Bir diğer eksik Topkapı Saray’ında bazı şeyler çok pahalı. Örneğin Magnet (Mıknatıs) burada 6 TL, dışarıda1 TL. Yarın Tekrar geleceğiz, çünkü Sultanahmet’te gezilecek yer çok. Sultanahmet Köftecisi eski damak tadını yitirmiş. İkincisi Ramazan nedeniyle kapalı olması ayrı bir açmaz. 25/08/2011 Saat 11.15. İkinci kez Sultanahmet'teyiz.
Yerebatan Saray'ı ve İslam Teknoloji Müzesini gezeceğiz. Saat 12.57. Gülhane parkındayız. ‘İslam Bilim ve Teknoloji Tarihi Müzesi’ bence Topkapı Müzesi kadar değerli. Müthiş bir yer. Hangisini anlatayım ki? Girişteki ‘Yerküresi’ne kısaca değinen yazı şöyle: “Bu yer küresi Abbasi Halifesi Al-Ma’mün’un 9. yüzyılın ilk çeyreğinde büyük bir grup bilgine yaptırdığı haritayı taşıyor. Onlar Yunan öncelerinden tanıdıkları yeryüzü tasarımını geniş çapta doğrulttular genişlettiler ve büyük bir kısmını Matematik-Astronomik yolla kazanılmış enlem ve boylam derecelerinin sağladığı ağa oturttular. Harita kayıptı. 1984 yılında Topkapı sarayındaki bir yazımda bulundu. Bu, yeryüzü harita tasarımı gelişimini gerek İslam dünyasında, gerek Avrupa’da doğrudan doğruya ve dolayısıyla doğrudan etkiledi”
Öğrendik ki; müze İslam Kültür dünyasının 9-16. Yüzyıldaki altın çağında geliştirdiği ve bulguladığı (Arapça İcat) 500’den fazla alet ve cihazların modellerini içermekte…. Müzedeki model ve paneller İslam kültürünün tarihte bilim ve teknolojinin ulaştığı yüksek düzeye tanıklık etmektedir. Tüm bunlar bende ister istemez; 19 yüzyıldan sonra İslamiyet’in ‘Bilim ve Teknoloji’ yerine karanlık bir düzeye ulaştığını çağrıştırdı.
Özellikle günümüz Türkiye’mde TÜBİTAK (Türkiye bilim Tetkik ve Araştırma Kurumu) ve TÜBA (Türki Bilimler Akademisi)’nde yaşananlar/yaşatılanlar. Ve ille de, TÜBİTAK’a özel sektörden bir yandaşı atamaları. TÜBA olayında da iktidar tavrını belirlemiş. 651 sayılı kanun hükmünde kararname ile TÜBA üyelerini üçte birini hükümet, üçte birini YÖK atayacak. Peki hükümet kimde?O partide. Peki YÖK kimde? O partide (hade be oradan! Yök özerkmiş…).
O halde TÜBA’ya atamaları dinden geçinenler yapacak. Dahası Siyasal İslam yapacak. 19. yüzyıldan sonra İslamiyet’in altın çağını bırakıp, neden karanlık çağa girdiği anlaşılmıyor mu?!
Müze defterine bunları değil, şunları yazdım: “Jacobus Golner (1596-1667) El Fergani’nin Astronomi kitabını ilk olarak 1669’da yayınladığı yazılı bilgi panolarında. Bence ‘yayınladı’ değil de ‘yayınlandı’ olması gerekir veya ölüm tarihinde bir hata var…. Böylesi bir müze bizlere İslamiyet’in gerçek anlamda kutsallığını ve ne denli gerekli olduğunu göstermektedir.
İslamiyet’in bilime olan katkısı ve bilimle örtüşen yüzünü de… Dahası İslamiyet’in aydınlık yüzünü gösteriyor. Ertuğrul Günay’ı kutluyorum. O’na fırsat veren AKP’yi de. Fakat TÜBİTAK ve TÜBA’da yaşanalar İslamiyet’in bilimle değil de, dinden geçinenlerin yüzünden siyasal İslamla örtüştürüldüğünü da yadsımamalıyız. Benzer maddi hatalar çok fazla. Salt Kültür bakanlığında değil, tüm bakanlıklarda. Çünkü; ehliyetli kişiler yerine yandaş yetersizlere bırakılmış tüm kurumlar.
Hata üstüne hata yapıyorlar (Bizleri yetersiz göstermek için içerdeki eski memurlar bunu bize yapıyor sesleri kulağıma gelmeye başladı). Son olarak yaşananlar; beni doğrular zannedersem; “Evliya Çelebi’nin doğumunun 400'üncü yıl dönümü nedeniyle düzenlenen kutlamalar kapsamında, Kültür ve Turizm Bakanı Ertuğrul Günay Evliya Çelebi’nin doğum tarihinin '1611' yerine '1411' yazıldığını görünce yanındakileri uyardı (7 Eylül 2011)…” Ertuğrul Günay, yaratıcı bir beyin. Doğaya, doğana ve tarihe duyarlı. Bu alanlarda iyi şeyler yapma konusunda da ısrarlı.
Örneğin Ankara Hipodrom’unun olduğu alanı ‘Büyük Türkiye Müzesi-Türkiye Uygarlıklar Müzesi’ne dönüştürme projesini beğendim. İstanbul duyarlılığı daha ayrı. Öyle ki; Roma dünyanın tarihsel varsılı bir kent. Haklı olarak diyor ki sayın Günay; “İstanbul Roma’dan da varsıl, bu nedenle Adliye Sultanahmet’ten kalkacak, çünkü adliyenin altını kazsak oradan bir Roma çıkar…. Dünyanın en uzun süreli İmparatorluğu İstanbul, ama biz İstanbul’u sanayi kenti haline getirmişiz. Adamlarda korumacılık duygusu birkaç yüzyıl öncesi başlamış, biz daha yeni-yeni bu duyguyu kazandık. Taksim kışlası’nı yıkmış adam, padişah sarayının arkasına stadyum yapmış…”
Johann Wolfgang Goethe (1749-1832), Jacobus Golıus (1596-1667), Eılhard Wıedemam (1852-1928), Joseph Von Hammer-Purgstall (1774-1856), Helmut Rıtter (1892-1971), İbni Rüşd’ü (Ö.1188 M) dünyaya tanıtan Joseph Ernest Renan (1823-91), Johann Jacob Reıske (1716-74), Eduard Sachau (1845-1930) gibi dünyanın en büyük Orientalistlerin (Müslüman doğu ile ilgili batı bilim dalı) yapıtlarında; İslam’da bilimin yüceltilmesi ve teşvik edilmesi, yabancı bilgiyi alıp benimsemenin aydınlık duruşu olduğunu anlatmalarını lütfen siz de bir düşünün.
Bu bilim adamları acaba günümüz Müslümanlarının bilim duruşunu nasıl anlatırlardı? Astronomi salonu, İslam rasathaneleri ve İslam dünyasının Ortaçağda bilimsel çalışmalarıyla bulguladığı aletlerle dolu. Örneğin, gök cisimlerinin yüksekliklerini ölçen aletler (Usturlap), Meridyen dairesindeki yükseklikleri ölçen çift bacaklı alet, İbni Sina tarafından bulunan evreni gözleme aleti, Astronomik yükseklik ve azimutları (Yön tarifinin yatay bileşeni. Ufuk açısı) ölçen aletler, Herhangi bir azimutla güneş ve ayın görünüşteki çaplarını ölçme aleti, yıldızlar arasındaki uzaklıkları ölçen alet ve de mühendislik-mimarlık, matematik-geometri, şehircilik bulguları, saat teknolojisi, Bomba ve kimyasal silah bulguları (Ez zerdkaşa 1374), Roket bulgusu (Osmanlı mühendisi Lageri Hasan Çelebi-1640), Torpido, Alev fışkırtıcı, Tank (14.yy) zırhlı araç bulgusu… TIP bulguları gerçekten İslam’ın bilimle nasıl bütünleştiğini, ondan korkmaksızın neler bulguladığını göstermektedir.
Soruyorum; 19.yüzyıl öncesi batının bilimde örnek aldığı Müslümanların, 19. yüzyıl sonrası bilim alanda bir bulgusu var mı? Ülkemde var; dinden ve yoksuldan geçinerek yoksul halkın oyunu bulguladılar… Ve Arkeoloji müzelerindeyiz. Müzeleri, çünkü
- 1- Arkeoloji Müzesi(Ana bina).
- 2- Eski Şark eserleri müzesi.
- 3-Çinili köşk müzesi olmak üzere üç ana birimden oluşuyor.
Müzenin koleksiyonunda, Balkanlar'dan Afrika'ya, Anadolu ve Mezopotamya'dan Arap Yarımadası'na ve Afganistan'a kadar, Osmanlı sınırları içinde yer alan medeniyetlere ait 1 milyonu aşkın antik eserler bulunmaktadır. Afroditinden, İskender Lahtine, Zeusundan, meusuna kadar her şey var bu dünyanın antik tarihsel DNA müzesinde..
Arkeoloji müzesi; Türkiye'nin müze olarak inşa edilen en eski binasıdır. 19.yüzyılın sonlarında ressam ve müzeci Osman Hamdi Bey tarafından İmparatorluk Müzesi olarak kurulmuş ve 13 Haziran 1891 tarihinde ziyarete açılmış. Bu nedenle dünyanın en varsıl müzelerinden biridir. Herkes; Yeni Asur dönemi kral 3. Salmanassar (M.Ö: 858-824) ile resim çektiriyor gizliden gizliye…
Yetmedi, Eski Babil dönemi (M.Ö:1894-1594) Mari kenti valisi Ruzur İştar ile resim çekindiler. Çinili Köşk Müzesi ve Eski şark eserleri müzesini gezdik. Yerebatan sarayını gezdik, gezdik de gezdik. Yerebatan sarayında Muhteşem Yüzyıl özentili tarihi resimler çekindik. Bilmem daha nasıl anlatayım? Anlatmayacağım, yazmayacağım bu harika yerleri lütfen görün ve dönüşte de Eminönü’nde Balık ekmek yiyin.
ŞEVKET ÇORBACIOĞLUGEZ-GÖR-YAZ
evesbere@gmail.com
evesbere@mynet.com
GSM: 0506 609 00 32
Yorumlar
Yorum Gönder