DEVRİM ARABALARI VE ÇAKMA SANAYİ İMPARATORLARIN ÖYKÜSÜ
Son 1 yıldır, kendi otomobilimizi yapacağımızdan söz edilir oldu. Bir çeşit, sanayimizi gelişmiş ülkeler çizgisine taşımanın söylemleri idi bunlar. Ve sonunda İtalya'dan olma, ondan doğma bir yerli otomobil piyasaya sürüldü..
Doğrusu; hiçbir çalışma yapmaksızın 100 mt yarışında dünya şampiyonlarıyla yarışmak olan bu söylemlere bir göz atalım ve ondan sonra Temmuz 1997/201 sayılı Mülkiyeliler Birliği Dergisi’nde çıkan; “Tüketim Provokatörü mü? Sanayici mi?...Servet Düşmanı mı?” başlıklı yazımı bu doğrultuda güncelleyelim.
2-2.5 milyar euroya yerli otomobili yaparız, 20-25 bin liraya satarız… Otomotivcilerin raporunu değerlendiren Bakan Nihat Ergün, B ve C segmentinde (Araçları karoser boyutuna göre sınıflandırmak. B: küçük sınıf, C: az hacimli, derli toplu sınıf. Ses yatlımı iyi olan araçlardır) yerli oto üretilebileceğini, bunun için 2-2.5 milyar euroluk yatırım yapılması gerektiğini söyledi… 4 yıl içinde 200 bin adet üretim planlandığını kaydeden Ergün, yerli otomobilin vergi ve teşvik öncesi fiyatının ise 20 bin-25 bin TL olarak öngörüldüğünü açıkladı.
Otomotiv Sanayicileri Derneği’nin (OSD) “Yerli Marka Çalışma Raporu”nu değerlendiren Bilim, Sanayi ve Teknoloji Bakanı Nihat Ergün, üretilmesi hedeflenen yerli otomobilin, B ve C segmentinde olacağını belirterek, “Çünkü en büyük pazar payı iç pazarda B ve C segmenti otomobillerde var. Buradan başlayacak. Burada da hem tasarımı, hem dizaynı, hem kalitesi o segmentteki diğer arabalara eş değer olacak, rekabet edecek, fiyatta rekabet avantajlarına sahip olabilecek bir otomobil nasıl çıkacak onun çabasındayız” dedi.
Söylemler bunlar. Peki istemler nedir? Onlar bir bakalım: Devlet sermaye koyarsa mantıklı olabilir… Anadolu Holding Yönetim Kurulu Başkanı Tuncay Özilhan, yerli oto için büyük kaynak gerektiğini, arazi veya Ar-Ge teşviklerinin yeterli olmayacağını belirterek, “Devlet ya ciddi sermaye koyacak, ya da 30-40 yıl vadeli faizsiz kredi verecek. Bunlar olmazsa üretim ancak ithal araçların yasaklanmasıyla mantıklı olur” dedi.
Türkiye’de bir taraftan hükümetin lüks otomobillere getirdiği yüzde 130’luk vergi tartışılırken, diğer taraftan Türk malı oto üretimi gündemdeki yerini koruyor. Anadolu Holding Yönetim Kurulu Başkanı Tuncay Özilhan, otoda yerli marka yaratmanın çok zor olduğunu belirtti.
Bir dönem Türkiye’de Honda ile otomobil üreten şimdilerde bir taraftan Isuzu ile ticari araç üretimi diğer taraftan Kia, Lada ve Geely dağıtıcılıklarıyla (Fr.distribütör) otomotiv sektöründeki faaliyetlerine devam eden Anadolu Holding Yönetim Kurulu Başkanı Özilhan, “Markaya herkesten çok inanırım. Otomobil üretmek zor değil, ama marka olmak kolay değil. (17 Ekim 2011).”
Başbakan; “Yerli otomobil üretecek bir babayiğit arıyorum.”
Koç gurubu; “varım.”
Diğerleri; “Marka olmak kolay mı? Arazi ve ar-ge teşvikleri yeterli değil. Devlet sermaye koysun. Ya da 40 yıllık vadeli faizsiz kredi versin. Yokuz”
Bu; nasıl mantık? demeyin.
Bu, ben yaratmam, yaratılanı montajlarım mantığı.
Bu, Türkiye’de kolay kazanım ‘köşe dönücü iş bitirici’ mantığı.
Bu, kolay kazanmadığım şeye yatırım yapmam mantığı.
Bu ‘Rabbena hep bana, al sana’ mantığı.
Bu, halka değil, sadece bana kazandıran devlete devlet derim mantığı.
Bu, devletin kuruluşlarını karlı konuma getirdiğinde bana devretsin. Yani özelleştirsin mantığı.
Anlaşılıyor değil mi, ülkemde özel sektör anlayışını; yaratmadan, bulgulamadan, yaratılanı ve bulgulananı monte eden bir anlayış. Salt kazanmaya odaklı, kazandırmaya, yani kalıcı ve bulgulayıcı yatırımlara odaklı değil. Devlet karışmasın, biz kazanalım, fakat şunu üret dediğinizde devlet karışsın, yardım etsin ‘halktan soyut, çıkara özdeş’ mantığı.
Budur sanayimizin gelişmemesinin nedeni. İşçi sınıfı yokluğunun, etkisizliğinin nedeni. Siz sanayinizi geliştirdiğinizde, işçi sınıfını da geliştirirsiniz. Hayır, o kısıtlı işçi ve işçi haklarıyla, montaj sanayi ile örtüşen ‘montaj emekçi’ anlayışı…
Size kimse marka yarat demiyor, yerli otomobil yarat diyor. Sizin amacınız; ülkeme onur kazandırmak değil, kendinize para kazandırmak. Kayıplarını kazandıklarına say. Biraz özverili ol.
Bu noktada ‘hala Türkiye’min niçin sanayileşemediğini vurgulamak için’ bir antrparantez açmak istiyorum:
28 Şubat 2008’de “Yatıran F-onlar” başlıklı yazımın ilk bölümcesine şöyle başlamışım; “.......Türkiye’ye gelişlerinin nedeni, kalıcı yatırım değil, paralarına para kazandırmaktır. Çin, bu sürece izin vermediği için, dahası, yabancı yatırımın birinci şıkkını kabul ettiği için, dahası Çin cin olduğu için bugünkü Çin oldu, fakat biz Çin olmadan cin olup çarpmaya kalktığımız için, ikincisini tercih ediyoruz….Yabancılar yerli egemenlerimizin bu Çinliğini seviyor, Çünkü; bizim Çinlerimiz ülkemizde reel faiz (enflasyondan arındırılmış faiz) oranını yüksek tutuyor ve, özellikle son 5 yıldır döviz fiyatını sürekli düşürüyor. Bu nedenle gerçek gavurlar dövizi bozdurarak, eline geçen Türk lirasıyla bono satın alıp yüksek faiz elde ediyorlar. Sonrasında yüksek faizi dolara çevirerek çok yüksek kazanç sağlıyorlar ve fırsatını bulduklarında kaçıyorlar.
http://blog.milliyet.com.tr/Yatiran_F-onlar/Blog/?BlogNo=93968
Şimdi, Mülkililer Birliği Dergisi’ndeki o yazımı daha rahat güncelleyebiliriz: Vehbi Koç ve benzer sanayiciler Tüketim Provokatörü mü? Sanayici mi? Servet Düşmanı mı?
Özellikle Vehbi Koç, birileri için "sanayi imparatorundan" öte bir "İmparator" olmalı ki ölümünden sonra, hiç düşünülmeksizin "Türkiye’nin İmparatoru" diye anons edilebildi.
O, benim için değil klasik anlamda bir imparator; Sanayi imparatoru bile değildi. O benim için, Cumhuriyet Türkiye’sinin özgün koşullarında, batı ölçütlerinden yoksun bir burjuvazinin, yani yerli burjuvazinin ortaya çıkmasında önder olmuş, ülkemizden çok, salt Tüketim toplumunu ve kendisini büyüten, kereste gibi yerde çürümemenin ve ayakta olabilmenin erdemini yakalamış, Cumhuriyet sonrasının kararlı ve sevimli bir simgesi idi. Ama "İmparator" değildi, şovmen ise hiç değildi...
Onun Sanayi İmparatorluğunu yetersiz bulup, "Türkiye İmparatoru" ilan edenlerin çoğu, Osmanlı İmparatorluğunu" ve son İmparatorunu yıkan "ATATÜRK'"e, imparator demeye aklına getirmemişlerdir-ki Atatürk imparator denmesine asla izin vermezdi.
İşte bunlar için Koç imparatordu ve ülke dostu idi. Fakat yıkılan İmparatorluğun son imparatoru (Padişahlık unvanı Osmanlı imparatorluğunun bir döneminden sonra, en büyük Hükümdar anlamına gelen "İmparator" olarak kullanılmaya başlandı) Abdülhamit, hem vatan haini, hem "İmparator" idi onlar için.
Her nedense, İmparatorlukları/İmparatorları bazı tarihsel süreçlerinde ve ortamlarında sözcük olarak bile sevmezken, yaşadığımız süreçte kendimize "Baba" ve "Babalıklar" gibi, İmparator ve imparatorluklar yaratmaktan da çekinmemişiz. Doğrudur,"İmparator" sözcüğü karmaşıklığı yüzünden tanımlanması zor bir kavram. Oldukça zor bir kavram olmasın karşın, ansiklopedilerde; Çeşitli milletlerden meydana gelen, büyük bir devleti yöneten kimse olarak tanımlandığı gibi Latince kökenli "İmperium (Komutan)’ dan türeyen başkomutan olarak ta da tanımlanmaktadır.
Sayın Koç neyin Başkomutanı idi? Yerli Burjuvazinin mi?(olabilir), Yoksa Osmanlı döneminde Ticaret tekelini elinde bulunduran azınlıklar ve batılı ortaklar eşliğinde yaratılan büyük tüketim toplumunu, istediği şekilde yöneten bir komutan mıydı?
Sanayi imparatoru kabul ediliyor. Bir olgunun İmparatoru olabilmek için, o olgunun varlığı gerekmektedir. Ülkemizde bu olgu, yani gerçek anlamda sanayi var mı? Bunu algılayabilmek için önce "Sanayinin" ne olduğuna bakalım. Ve sonra da Dünya ölçeğinde gerçekleşen sanayi devrim süreçlerinde, Türk sanayisinin yerini belirleyelim.
Hemen-hemen tüm kaynaklarda sanayi: "Hammaddelerin değişikliğe uğratılması ve kullanılması yoluyla maddi servetler üretilmesine yarayan iktisadi etkinliklerin (Endüstri) tümü..." şeklinde tarif edilmektedir. Hammadde ise; sanayi ürünleri yapımında kullanılan doğal ürün olarak ‘emtia’ da; Herhangi bir değişikliğe uğratılmadan, olduğu gibi alınıp satılan maddeler olarak tanımlanmaktadır. Sanayi tanımlamalarını anladık da; hammaddenin ve Emtia tanımının yazımızdaki yeri nedir? diye düşünebilirsiniz.
Amacım; ülkemiz sanayisinde Hammaddenin ve Emtianın yerini ve etkinliğini belirlemek. Bu nedenle bu iki işleyim (Endüstri) sözcüğüne yer verdim. Bir işletme için işlenmiş madde olan bir şey, bir başka işletme için hammadde olabilir. İşte ülkemiz işletmeleri genelde ikinci tur Hammaddeyi sanayilerinde kullanmışlardır.
Yani bizim sanayimiz Doğal ürünleri işlememiş, dahası işleyememiş, işlenmiş doğal ürün olan hammaddeyi değerlendirmiştir. Buna bir bağlamda emtia satışı yapmışlardır diyebiliriz. Bugüne dek "Montaj Sanayisi" diye yetersizliği vurgulanmaya çalışılan sanayimizi, biraz olsun zenginleştirmek için Montaj sanayi sözcüğüne emtia sözcüğü ekleyerek "Emtialı Montaj Sanayisi" şeklinde ifade etsek, acaba bilgiçlik yapmış olur muyuz?
Ülkemiz sanayisini, ille de Koç sanayisini, abartılı bir şekilde batılı anlamda yaratıcı, yani bilimsel katkılarla yeni ürün buluşlarını hayata geçirebilen bir sanayi olarak göstermek isteyenler, neden, Koç grubunun ancak 'Jant üretme makinesi projesini’ üretebildiğini ve bunu dünyanın önde gelen Jant üreticisi İtalyanlara sattığını göz ardı ederler ki?
Yine Koç grubu; bugüne dek, bildiğimiz o jant parçası makine projesinin dışında, üstün teknoloji projelerinin yarıştığı günümüz dünyasında, en zengin (Dünyada) 500 firması arasına girmiş olmasına karşın, başka bir ürün veya projesi sunamadıkların hiç ama hiç akıllarına getirip yazmazlar.
Ülkemiz birinci sanayi Devrimini (1760-1830) yaşamazken; birincisi ile örtüşen fakat özellikle makine ve bilgisayarla yoğunlaşan, 20. yüzyılda belirmeye başlayan ikinci sanayi devrim süreci ile, 21. yüzyıldaki "yeni sanayi devrimi” sürecini elbette yaşaması olası değildi. Bu nedenlerdir ki, sosyal bağlamda hiç bir "izm''i yaşayamayan ülkemiz insanı, ekonomik bağlamdaki Endüstriyalizm'i (Sanayiciliği) de yaşayamadı.
Hani deniyor ki; Toplu iğnenin bile üretilemediği (Hazret Toplu iğnenin kolay bir sanayi ürünü olduğunu düşünmüş) bir ülkede, zamanla yüzde yüzü Koç İmparatorluğu tarafından yapılan buzdolabı üretilmeye başlandı ve dünyadaki pek çok ülkenin yanında İngiltere gibi sanayi devine de buzdolabı satar konumuna geldik.
Doğrudur; İtalya'ya Jant Makine Projesinden sonra, İngiltere'ye Buzdolabı... Bu oluşumlar, gerçek anlamda sanayi süreçlemesi olmadığı gibi; kolektif sanayi anlayışının bir ürünü olan Endüstrializmin (sanayicilik) süreçlemesi hiç değildir. Bu olsa olsa-ki öyledir- montajlı tekelizmin kurumsallık sürecinin başlangıcıdır.
Beyaz eşya üretimi ve benzer sanayi ürünlerinin, tamamının ülkemiz sanayicileri tarafından üretilip dışsatımının yapılabilmesi bence, ülkemizdeki ucuz emek boyutunda güç kazanan, daha doğrusu işçinin kendi bedelinden daha fazla değer üreten işgücünü (emek) çok ucuza işverene satması ile oluşan; Artı emek/ Artı değerin, diğer ürün girdisi Metalardan daha çekici olmasındandır.
Malın değerini belirleyen insan emeğinin (işgücü) pahalı oluşu, Batıda, artıdeğeri eksideğer konumuna getirmekte, bu da Mutlak Artıdeğeri, yani salt sermaye için değer yaratmaya yarayan iş saatinin kazançsız ederini (Maliyet fiyatı) yükseltmekte ve sermayeyi eksiye götürmektedir.
Bu nedenle batı, daha az insan gücü isteyen teknolojilerini ürettiğinde, eskimiş ve genelde insan gücü ağırlıklı teknolojilerini söküp, insan gücünün ucuz olduğu ülkelere monte etmektedir. İşte ülkemizde üretilen sanayi ürünlerinin özü, Artı emek/ Artıdeğerin çekiciliğidir. Doğrusu artıdeğerin ürünüdür. Üstün teknolojinin değil, eskimiş batı teknolojisinin ülkemizdeki doğurganlığıdır; sancısını çekmediği için de sahiplenmeyi, yani satın almayı çıkarı için daha uygun bulur.
Eğer bir ülke Teknoloji devrimini yaşamamışsa; Sanayi devrim sürecini yaşaması olası değildir. Çünkü teknoloji devriminin yan ürünü, sanayidir. Önce teknoloji, sonra sanayi. Batı hep bunu yaptı ve yapmaya da devam etmektedir. Ülkemizdeki Buzdolabı ve benzeri ürünlerdeki ihracat boyutuna kadar varan üretim fazlalığı, teknolojisi transferleri ve bu ithal teknolojinin ikamesi ile ucuz emeğin bütünleştirilmesi sonucu olmuştur.
Batı yukarıda değindiğim gibi, Modası geçmiş teknolojilerini hep ihraç eder. Sanayi devriminin ilk zamanlardaki üstün ürünlerini kendi topraklarda üreterek, dünya pazarlarına egemen oldu. Fakat ikinci sanayi devrim sürecine kadar süren bu yapı, ‘üçüncü sanayi devrim süreci’nin başladığı ilk süreçte, yine her zamanki gibi bilimi sanayiye uygulayarak yeni teknolojiler üreterek, sermayesine hiç bir şey kazandırmayan, aksine sermayesini örseleyen yatırımlarda bulundu(yani ürün değil teknoloji üretti).
Yeni teknoloji, yeni ürün demekti. İşte bu yenilerle üretimini yeniledi. Açığını kapatmak için, yenilerle ülkesinde, eskilerle yabancı ülkelerde( sende-bende) üreterek, dünya pazarlarındaki yerini korudu, hatta daha da güçlendirdi. Dahası ülkesini güçlendirdi, ama başkaları onun eski teknolojisi ile salt kendilerini(bireysellikleri) güçlendirdiler. Bu anlayış bütününde batıda; endüstializm yaygınlaştı, endüstriel demokrasi gelişti.
Eğer, birileri ülkemizde; batı normlarında olmasa bile, bir boyutta Endüstriyalizm var diyorsa, sorarlar adama; ekonomik bağlamdaki küreselleşmeye katılabilme gücünü kendinde görebilen sanayicilerin nitel ve nicel durumları nedir diye. Yani bunların kaç tanesi bilimsel boyutta teknoloji üretip, dünya pazarlarına yeni ürünler sürdüler diye.
Var mı böylesi bir süreç?
Ülkemizde sanayi imparatoru olunabiliyor, ama sanayici olunamıyor gibime geliyor. İmparator olabilmenin uygun değer(Fr. Optimum) noktası, Teknoloji transfer edebilme gücüdür. Bunu da ülkemizde en fazla, bir veya iki ailede görebilirsiniz. Biri de malumunuz birilerinin imparatoru, sayın Vehbi Koç’un; Koç Grubu.
Ülkemizde batılı anlamda sanayileşme gerçekleşse idi, Tekelizmin platformunu güçlendiren bireyci üretim yapısı değil, kolektif üretim yapısı kurumsallaşırdı. Ve ulusal ticaret hacmi gelişirdi. Dolayısı ile de Endüstriyel Demokrasi...Ve de herkes servet dağılımından payını alırdı.
Batının klasik sanayi devriminin ilk süreçlerinde, Dr.Françöis Quesnay ve Jean c.m.v.Gournay'ın ortaya attığı ve Adam Smith tarafından da ele alınan; Devlet vatandaşların işlerine karışmamalı ilkesinden doğan ve sonradan Toplumların ve Ekonomik yapılanmaların düşünselliğine egemen olan; "Laissez-Faire (Bırakınız Yapsınlar)-Laissez- Passer (Bırakınız geçsinler)" sloganı (18.Yüzyıl) ülkemizde 20.Yüzyılda alan bulmuştur. Özünde bir bağlamda tüm ulusal değerlere bireyci yaklaşımlar doğrultusunda saldırı olan bu slogan, ülkemizde daha da yozlaştırılarak eyleme sokuldu.
Yani, biz yüzyıllar sonra birinci sanayi devrimini yaşar gibi olduk. Böylesi ekonomik düşünsellik hala egemenliğini sürdürmekte, sürdürmeye de devam edeceğe benzemektedir. Ekonomideki böylesi yapılanmanın yarattığı sosyal yapıda insanlar kendilerine, asırlardır olduğu gibi yine "İmparatorlarını" üretecekler ve o İmparatorlarının ürettiklerini tüketirken de tükenmeye devam edeceklerdir.
Quesnay ve Gournay düşünselliğinde belirip A.Smith tarafından söylenen; "Bırakınız yapsınlar, Bırakınız geçsinler" sloganının özünde yatan; "Kişi girişimciliği desteklenmeli, yani onların işine devlet karışmamalı, içerde ve dışarıda onlar korunmalı, ancak kişilerin gücünü aşan kamu yararına girişimleri devlet kendi üstlenmelidir" şeklindeki devletin teslimiyetçi dolayısıyla toplum çıkarlarının birkaç kişiye teslim anlayışı, Ülkemizde daha da olumsuzlaştırılarak yaşama geçirildi.
Toplum yani çalışanlar dışlanarak birkaç birey, doğrusu "bey' içerde ve dışarıda korunmadı, adeta beslendi. Bu yaklaşım daha da yozlaşarak devamlılığını korumaktadır ve günümüzde yeni finans beyleri yaratılarak korunuyor da.
A.Smith'in iktisadi yaklaşımı doğrultusunda; Devlet Kamu yararını öngören yatırımları üstlenmesi gerekirken, bizde aksine bu temel sektörlerin çoğu, özel sektör girişimciliğine teslim edilmiş durumdadır. Ülkenin temel sektörlerini kamulaştırmak yerine, ancak özel sektörü kurtarmak için bazı sektörü kamulaştırıyoruz. Örneğin, Asil Çelik(Özel sektör kurdu, işletemeyince de devlete sattı, yani devletleştirdi). Ve en önemlisi günümüzde yaşanan ve yaşatılacak olan; özelleştirme saldırganlığı.
Ülkemizde öylesine büyük çelişki yaşanıyor ki şaşırmamak elde değil.
Soruyorum, tüketici bizler, tüketim kültürünü inşa eden, dahası kapitalist ideolojinin sahibi varsılların tattığı hangi tadı tattı? Değil kullanmak, hangi lüks binek aracını gördü ? Hangi, gittiği yere gidebildi? Kaçı tüketim kültürünün kaldığı evin sahibi oldu. Dahası;Kaçının cenazesi kendi evinden çıktı? Yani kaçı ev sahibi olabildi? Kaçı, onun giyebildiğini giydi? Demek ki, bu sanayi bütününde, halk değil birileri büyüyor ve yaşamını varsıllaştırıyor.
Bizde hiçbir ideoloji ile bağdaşmayan bir iktisadi anlayış mevcut. Bunu, kendimize özgü, keyfi ve de bireyci çıkara özdeş karmaşık bir iktisadi anlayış olarak da değerlendirebiliriz.
Düşünün, devlet zarar ediyorum diyerek, kamu kuruluşlarını özel sektöre satıyor, yani özelleştiriyor. Özel sektör zarar ediyorum diye, kuruluşunu devlete satıyor, yani kamulaştırılıyor.
İşte size bunun somut örneği: “Asil Çelik, metal sektörü olarak Koç grubu tarafından 1970’lerin ilk çeyreğinde kuruldu. Amaç; ‘nitelikli çelik’ üretmek. O dönemde ‘Pazar oluşturma adına’ nitelikli çelik olgusu kamuoyuna sürekli işlendi. Ve 1975 yılında teşvik belgesini alarak, şirketin yüzde 30’unu halka açtı. 1956 yılında gelişmekte olan ülkelerde özel sektör yatırımlarını arttırmak ve yoksulluğu azaltıp, yaşam standartlarını iyileştirmek üzere kurulmuş olan, Asil Çelik için; Dünya Bankası Grubu'nun üyesi olan Uluslararası Finans Kuruluşu (IFC)’dan dış kredi aldı. 1977’de Bursa Orhangazi’de temeli atıldı. Fabrika 1979’un mayıs ayında üretime başladı.
Fakaaaat; Alınan IFC kredisi için devlet, Koç’a kur garantisi vermeyince, dövizdeki hızlı fiyat artışı karşısında şirket zor durumda kaldı. Koç grubu krediye dolar 14 lira iken almıştı. Dolar 180 TL’ye fırlayınca(1982), Koç grubu 1983’te‘Asil Çelik’in hisselerini Ziraat Bankası’na 2 milyar dolara sattı, şirketin içi boşaltılarak. Nasıl mı sattı? Medyasını harekete geçirdi. Aylarca, Asil Çelik’in öneminden ve vazgeçilmezliği yazıldı. Öyle ki hükümet eğer Asil Çelik’e sahip çıkmaz ise bunun bir vatana ihanet olacağını ve de bunun hesabının sorulacağı söylendi
Böylelikle; devletin kar eden kuruluşları özelleştirilirken, özel sektör’ün zarar eden kuruluşları devletleştirilmiş oluyordu, ilk kez.
Sonra mı ne oldu? Sonra Asil Çelik, devlet tarafından kâr eden kuruluş haline getirildi ve tekrar özelleştirildi. (Gür iş-Parsan ortaklığı)
Tüm bu sektör varyasyonlarında (değişim) çalışanların dışlandığı böylesi anlayışı, ekonomi biliminin neresine oturtabilirsiniz ki?
Doğrusu "özerkleştirme" hiç akla getirilmiyor. Böylesi yaklaşımlar; ülkemizde tüketim toplumunu artıran, Kolektif girişimcilik boyutundaki üretimden yoksun, Tekelci anlayıştaki sektör sahiplerini yani "Tüketim Provokatörlerinin(Halkın tutumluluğunu(Ar. Tasarruf) engelleyen)" kökleşmesini yoğunlaştırmaktadır. Tüketim provokatörleri salt tekelci üretim anlayışları ile kendi ticaret hacimlerini büyütmekte ve güçlendirmektedirler. Bu beraberinde endüstrializme bir yerde de, "Endüstriyel Demokrasiye-Sanayi demokrasisine", büyük darbe vurmaktadır.
Deniyor ki; Ülkemiz Ekonomisinde üç Sektör Var: Kamu, Özel ve Koç sektörü…Özellikle Koç, dünyanın en zenginler listesinde sürekli yüksek yerde olduğu vurgulanıyor.
Burada şunu soruyorum; “Kendi başına üçüncü bir sektör olarak tanımlanabilen, dünyanın en zengini, acaba, bilim ve teknoloji bütünündeki dünya Sanayisindeki sıralamada yeri nedir? Bunu kim yanıtlayabilir?”
Bu sorunun yanıtını bence , Koç'un sanayi ürün ve teknolojisi bağlamındaki yaratıcılığında (Yeni buluşlarında) aramalıdır. Ülkende "TEK" olacaksın, dünya tekleri arasında ön sıralarda yer alacaksın ve hiç kimse yukarıdaki soruyu yanıtlayamayacak. Bu yanıtsızlığın somut nedeni; Ülkedeki Kolektif üretim anlayışını ve üstün teknoloji arayışını, salt kendini egemen kılmak için reddetmektir. Salt kendi sanayini güçlendirme, daha doğrusu sermayeni artırma uğruna; endüstrializmi (Sanayiciliği), yani sanayi demokrasisini dışlayamazsın!
Bu yaklaşım, ülke koşullarında oluşturduğun sanayi anlayışları ile, zenginliğini süreklendirme savaşımını beraberinde getirir ve bu sanayi anlayışı içinde, Ne endüstriyel demokrasiye (Özerkleştirme) ne sanayi demokrasisinin ürünü olan endüstriyalizme (Sanayicilik) gerçek anlamda geçit verilebilir. Devinimi olmayan, belirli süre değişmeyen, yani statik (Ececan buna duratik adını koydu) yapıları dünyadaki sanayi gelişmişliği karşısında harekete geçirerek, yeni sanayi yatırımlarına yönelebilirdik.
Yönelemeyişin nedeninde, gerçek anlamda sanayileşme algısından yoksun özel sektör egemenlerimizin pazar kaybetme endişesi yatmaktadır. Böylesi hareketsizlik ne ülke insanına ne de ülke sanayisine, hele ki dünya sanayisine hiç bir katkı getirmez. Statik anlayışın zaman-zaman göreceli dinamizm kazanmasının bir anlamı yoktur.
Koç için birileri istediği kadar; “arsa ve borsa alanında fiyat dalgalanmalarından yararlanarak kazanç sağlayan(Lat.Spekülatör) ve rantiyeci değil" desinler Koç yine de Bana göre Statik (Statükocu) sanayisiyle ülke geleceğine yanıt vermeyen anlayış içindedir. Koç'un spekülatif yatırımlardan ve rantçılıktan kaçışı yine bana göre, ticari hareketliliğini durağanlaştıracak çekincelerden, hoşlanmamasından kaynaklanıyor. Yoksa Koç paradan hoşlanıyor.
Sayın Koç'un en çok hoşlandığı deyim; "Kafa eskitmek" tümcesinden türettiği "İşleyen kafa hiç eskimez" deyimi imiş. Evet sayın Koç kafasını bu deyim doğrultusunda çalıştırdı, aradı, daha iyisini bulmaya çalıştı, geçerli farklı, değişken(Fr. marjinal) kısa erimli yeniliklere yöneldi, ama salt varsıllığına varlık katmak için. Asla sanayisini dünya ölçeğinde zengin edecek; Teknolojik yeniliğin yaratımında kafasını eskitmedi. Salt cebimizi eskitti, cebini yeniledi.
Evet! ABD'nin Tirajı yüksek ticari dergisinin (Fortune) Koç Grubunu ekonomimizde üçüncü sektör olarak gösterdiğini belirtmiştir. Elbet gösterecek; ABD ürünlerinin çoğunu Koç sayesinde bizlere sunma olanağını buluyor. "The Newyork Times" gazetesi de Koç için: "Henry Ford ile John D.Rockefeller birleşmiş Koç olmuş" diyebiliyor. Bu bana Abartılı bir "destek" atışından başka bir şey değildir. Onlar Koca ABD'nin değil, dünyanın devleri, Koç ise ülkemin devi, tek ortak nokta "Dev" fakat, biri nerde dev, diğerleri nerde dev.
Gerçi ansiklopedileri şöyle bir taradığınızda, devleşme süreçlerindeki ortak noktalara rastlayabiliyorsunuz.
Örneğin Rockefeller'in çalışma hayatına; Bizdeki gibi cami avlusunda ayakkabı bekleyen "Pabuççulara" özdeş ayin eşyası muhafızlığı ile başladığını okuyoruz. Henry Ford'unda Makinist çırağı ve tamirci olduğunu... Sayın Vehbi Koç'un da, Ticarete teneke Peynirlerinin kurtlarını temizleyerek başladığını hepimiz biliyoruz, çünkü yıllardır dinliyoruz. Biriler, biraz daha kendilerini zorlasa; Vehbi Koç'un şiirleşen yaşamını, besteleterek çocuklarımızın "ulusal ninnisi" haline getirebilirlerdi.
İşte Dünyanın iki devi ile ülkemizin devi arasında ortak nokta; her üçü de Özgünlüklerinde benzerlikler taşıyorlar.
Söylenceye göre bizim dev 500 Reşat altını ile işe başlamış. Bu sermaye anımsanacak bir sermaye olmasa gerek? Düşünün, o yılların ülkesindeki 500 Reşat altının yaptırım gücünü.
Çalışma hayatına başladıktan sonraki süreçlerde Sayın Koç ve diğer iki devin zamanla Oluşan sanayi düşünselliklerinde büyük farklılıklar vardır. Fakat ülkemizin sanayi yağdanlıkları; Sanayi kültürü, sanayi anlayışı ve sanayi gücü arasında paralellikler kurmanın ötesinde, benzerlikler bulmaktadırlar. Özgörevleri tüketim kültürünü pompalayanların dalkavukluğunu yapmak olan yağdanlıklar, gerçeği söylemeye çalışanları servet düşmanı ilan ederek, olumlu yaklaşımları duygu sömürüsüne dönüştürebilmektedirler.
Evet, bu kimlikler, tüketim toplumunu oluşturmaları için, yazılı görsel basının önemli yerlerine konuşlandırılarak, sürekli olguyu farklı yerlere taşıyıp özünden saptırırlar(Fr. Ajite ederler). Temel amaç’ elbette ki’; ülkemizde kurumsallaştırılmış ekonomik yapı anlayışının genel ve kaçınılmaz doğrular olduğu konusunda kitleleri inandırmaktır.
Çağımızın özgün seçeneklerini dışlamak için, seçenek sahiplerini önce servet düşmanı, sonrada ülke düşmanı ilan etmekten çekinmezler. Çünkü servet de onların, ülke de. Ne diyor Hazret: "Ülkem varsa bende varım..."
Kimse çıkıp: "İyi anladık kardeşim, ülkem var da ben niye yokum !” diyemiyor. Doğrudur, ‘Ülkem için çalışıyorum, ülkemi var etmek için, onun için varım’ demek istemiş olabilir. Fakat bunu söyleyenin bütçesine, bir de ülkesinin bütçesine baktığınızda, ülke bütçesinden fazla bütçesi olduğunu görüyorsunuz.
Rockefeller sanayi anlayışıyla Koç arasında belirli biçimlenme benzerlikleri görebiliriz? Örneğin; Çağdaş sanayileşmeyi, yani üçüncü sanayi devrim sürecini başlatacak olan; Teknolojiler geliştirme/ Araştırma Enstitüleri hariç, salt sağlık bilim (TIP) alanında araştırma yapan Rockefeller enstitüsünü kurmuş ve şirket aktifinin büyük bir bölümünü "Chicago" üniversitesine vermesi, çeşitli şekilde eğitim kurumlarına katkısı yanında, dünyadaki petrol endüstrisinin geleceğini sezmesi ile tüm Amerikan petrol endüstrisini ve petrol taşımacığının %90'nını ele geçirmesi, J.D.Rockefeller ile Koç'la arasında benzerlikler olarak gösterilebilir.
Bence en önemli benzerlikleri; ikisinin de uzun yaşamasıdır. Her ikisi de, ölüme karşı gizli bir savaş içindeydiler sanki.
Ölüm kaçınılmaz bir son. Hep bu sondan kaçmaya çalışmışızdır. Varsılı, yoksulu, beyazı, siyahı ölümün gizemini yakalayıp ölümsüzleşmek ister. Öldürürken değil, ölürken düşünmüşüzdür ölümün yok ediciliğini, dahası yok ediciliğimizi...
JDR belki de ölümün gizemini çözmek için, sağlık bilimine (TIP), Sanayi için gerekli teknoloji biliminden daha çok yatırım yaparak, yaşanan ve yaşanacak olan tüm zamanların en büyük bulgusuna ulaşmak istiyordu. Hücrelerin yaşlanma ile başlayan düzensizliklerini disipline ederek, insan ömrünü sonsuzlaştıracak, en azından "süre uzatımı alarak" öteleyecek olan böylesine bir bulguya kim hayır diyebilir ki(?!).Hiç kimse. Başta JDR ve gibileri...
JDR sonsuz sermayesini sonsuza değin izleyebilme şansını yakalayabilmek için, kim bilir; adını taşıyan enstitünün böylesi bir bulgu için yapmış olduğu çalışmaların sonucunu, ölümüne dek ne büyük umutlarla beklemiştir. Çünkü bu bulgu yaşamının en büyük vurgunu olacaktı.
Ölümsüzlük bulgusuna, hiç kimsenin "Hayır (!)" demeyeceğini vurgulamıştım. Demeyeceklerden bir tanesi de; yoksulluğu tanrıya özgü bir iyilik olarak görüp, birilerinin kendisine yüklediğine inanmayan ve sonsuza dek taşıyacağını kadermiş gibi görenler. Eğer, ölümsüzlük bulgulanırsa, belli ki yoksulluğu sonsuza dek yaşayacaktır. Birileri de kendilerini sonsuza dek mutlu hissedecektir.
Bunlar, işin "Biogenetik " gülmecesi. Biz devler arasındaki; benzerliklere ve benzersizliklere devam edelim:
Sayın Vehbi Koç, JDR gibi benzeri eğitim alanlarına el atmıştır. Örneğin son zamanlarda herkesin bildiği "Koç üniversitesini" kurdu. Çok önceleri eğitim kurumları çevresinde "Koç" adı altında öğrenci yurtları serpiştirmişti. Amacı; eğitimin yaygınlaşmasına "Katkı" olarak yorumlanıyordu. Üniversiteye başladığım ilk günlerde, Ankara Maltepe’deki Koç öğrenci yurduna bende başvuru yaptım, fakat diğer arkadaşlar gibi geri çevrilmiştim.
Neler istememişti ki; liseyi bitirme, ve Üniversiteyi kazanma derecemden, Aile özgeçmişine dek neler, neler... Üniversiteye dek tüm okulları birincilikle bitirme koşulundan kaybettik. Kısacası yurt için belirlenen ölçütlere notlarımız uymuyordu. Olmadık düşüncelere kapılarak; yurtlarını, üniversiteler arasında konuşlandırılmış, üstün beyinlerin toplatıldığı "Kamp alanları" olarak değerlendirmiştim.
Sanki bu nedenle bu kampa alınmamış ve yararlandırılmamıştık. Gerçi; yüzüme gözüme dursun (!) Yurdun altındaki kantinden, ucuz olduğu için, az yemek yememiştim.
Bir şekilde de olsa, eğitim sürecine bir boyutta yaklaşılıyor idiyse de, temel amaç eğitimin yaygınlaşmasıyla taşraya ve kentlerin taşrası, gecekondu ve varoşlarına uzanmaktan çok; sermaye ve sanayi anlayışını, yaygınlaştıracak yetenekli beyinlere uzanmaktı. Bu beyinleri, genelde kendi iş alanında değerlendirmekteydi.
Salt Koç değil, diğerleri de , üstün beyinleri topladıkları o günün yurtlarına günümüzde kurdukları Üniversiteleri de eklediler. Özellikle İstanbul boğazını talan ederek. Üniversiteleri hem pahalı hem yüksek puanlı. Ve bugünün üniversitelerinin bana göre işlevi, o günün yurtlarıyla aynı diyorum. Buralarda yetiştirdiklerini, hem iş alanında, hem de siyasi alanda etkin kılarak, siyaset ve ticaret bütünlüğüyle ekonomilerini güçlendirecek süreçler işletmeye başladılar. İşletmeyi de sürdürüyorlar.
Günümüzde ekonomik bağlamdaki sınırların kaldırılmasıyla oluşturulmaya çalışılan yeni düzende, yani "Ekonomik Küreselleşmede" üniversitelere büyük görevler düşmektedir. Eğer üniversiteler, salt yukarıda belirttiğim gibi holdinglere eleman yetiştiren kurumlar olarak değerlendirilirse, değil ülkemiz için, gelecekte, tüm dünya ülkeleri için, zorunlu bir gereklilik olarak belirecek olan; "Sosyal Küreselleşme" düşünselliğini, tümden yok edecektir(Birilerine göre, aksine besleyecektir, fakat ben buna katlmıyorum).
Gözlendiği kadarı ile; "Ekonomik küreselleşme" olgusunu şöyle tanımlıyorum: “Endüstriyalizmi (sanayiciliği) yaygınlaştırmak amacıyla, tekelizmin ve onun yarattığı, tekelci anamalcılığa özgü şirketler birliğinin, yani tröstlerin kendilerine kapattıkları sınırları, yine kendilerine açmalarıdır.” Bunu evrensel boyuta vardırmanın somutu da; gümrük sınırlarının açılması özündeki Gümrük birliğidir. Bir bağlamda Batılı Sermayenin sınır ötesi hareketi de denebilir.
Birilerine göre; ekonomik küreselleşme ile, yani sanayiciliğin evrensel boyutta yaygınlaşması ile kendiliğinden doğacağı savlanan, ama özündeki karşı savları hala koruyan "Sosyal Küreselleşme" ise: Hümanizmle örtüşen, Dünya halklarının kardeşliğini temellendirilen, coğrafi sınırlarının kaldırılması düşünselliğidir(Ütopyacı bir evrensellik diyenler serbestir...)
İşte böylesi bir düşünce düzensizliğinde, yani hangi "Küreselleşme" savunusunun yapıldığı belli olmayan bir düzensizlikte, üniversitelerin işlevi ne olmalıdır? Holdinglere eleman mı yetiştirmelidir, yoksa geleceğin sosyal yapısını belirleyecek olan konu uzmanları ve bilim adamı mı yetiştirmelidir tartışması yapılırken, sermaye üniversitelerini tartışmaya gerek var mı? Hele ki yurtlarını, hele- hele paralı eğitimin yaygınlaştırıldığı ülkemiz anlayışını.
Gelelim H.Ford ile Sayın Koç'un Benzeşen veya benzeşmeyen yanlarına: H.Ford, çalışma hayatına Makinist çırağı olarak başlamış. Babasının çiftliğinde kurduğu, küçük makine atölyesini zamanla geliştirerek; üretim teknolojisi geliştirme boyutuna vardırmış ve hareketli bant sistemiyle büyük ölçekli üretim aşamasına vardırmış.
Gerçekten "Otomobil Sanayicisi", yani sanayi devrimcisi. Kurduğu, "Ford motor company" adlı otomotiv şirketi ile; diğer otomotiv sanayicileri gibi; salt, altı/sekiz silindirli motor, Vites, hidrolik fren değil; uzay sanayisine yönelik, elektronik araç ve gereçlerin geliştirilmesi ve imalatına yönelmiş; Büyük bir sanayi dev idi. Avrupa, Latin Amerika, Kanada, Asya, Güney Afrika ve Avustralya'daki montaj fabrikaları ile-Ford Markasını Otomobilin simgesi haline getiren yaygınlığı sağlamış dev bir kuruluşun yaratıcısı idi.
Koç grubu kimdir?
Koç grubu; Ford ve benzeri yaratıcı sanayicilerin ürünlerini dünyada yaygınlaştıran bir montaj sanayicisidir bana göre. O, mekanik olmayan bir enerjiyi bir harekete dönüştüren, tersi; her hangi bir enerjiyi mekanik enerjisine dönüştürme yetisini yakalayıp gerçekleştireceği üretimle, teknoloji bütünlüğünü yaşama geçirmiş bir sanayici olmalı idi. İşte o zaman salt kendisini değil beni bile kurtarırdı.
Fakat şu bir gerçek ki Koç daha yeni(16 Ocak 2012) Otomobil yapım sürecine girdi. İnanın, bunda da 1970’ler sonunda ve 1980’ler başındaki, sanayimize katkı bağlamında kurduğu ve satamayınca devlete sattığı “Asil Çelik” kadar samimi olduğunu düşünüyorum.
Çünkü; Başbakan Recep Tayyip Erdoğan’ın Ocak 2011’de ilk olarak TÜSİAD Genel Kurulu’nda dile getirdiği ve hükümetin 2023 programı içindeki en önemli hedeflerden biri olan ‘Türki oto projesi’ne Koç Grubu sıcak bakmanın ötesinde yaşama geçmesi çin çalışmalara başlayacağının sözünü verdi. Söz verdi vermesine de, nasıl yapacağı konusunda, dahası salt kendi yapıp yapmayacağı konusunda net değil.
Alınan duyumlara göre, Koç Grubu bu süreci , Tofaş’taki ortağı İtalyan Fiat’ın teknolojik desteğiyle başlatacak. Fiat’ın mevcut modellerinden yola çıkılarak geliştirilecek aracın, tasarım ve mühendislik çalışmalarını Koç’un Tofaşı ile yapacak olması, beni kendimize özgü otomobil yapımında fazla umutlandırmıyor.
Nedeni; Türkiye’de otomotiv üretiminin yüzde 50’sini gerçekleştiren Koç Holding’in, Türk malı oto planının satırbaşlarına baktığınızda; Fiat’ın B veya C sınıfının düzlem ve altyapısı kullanılacak olması ve yedek parça tedariki ile tasarımının Türkiye’de gerçekleşecek olması bir yana; Motor ve şasisi ilk etapta Fiat’tan gelecek olması, yapılacak otomobilini ne denli Türk ürünü olacağını tartışılır hale getirmektedir.
Aslında, bu plan ürünü otomobilimizin de ‘var olan’montaj sanayimizin bir ürünü olarak karşımıza çıkacağını göstermektedir. Bu nedenle tartışmaya bile gerek yok. Onun için, sayın ilgili bakanın; “Türk malı oto için çalışan çok, birkaç marka çıkarabiliriz” açıklamasını samimi bulmuyorum.
Şu bir gerçek ki; “yerli otomobil” proje yapımı, Koç’a değil FİAT Grubu’na verilecek. Koç sadece kardan pay alacak gibi. Amaç yerli üretim değil, dolar üretimidir. Yani, Koç’un kazanım kültürüne yenilik katmak…
Koç bu düşünceye başta karşı çıktı, çünkü montaj geliri azalacaktı. Bunun için devletin ortak olmasını istedi. Bunun için teşvik payını artırmak için proje maliyetini 2 milyar’dan 6 milyarlara çıkardı? Sanki iktidar ve Koç Holding bu projeyi kurgulamışlar gibi.
Asla, benim Türkiye’m de kendi otomobilini üretiyor gururunu yaşayacağımızı zannetmiyorum.
Ülkemin sanayileşme öyküsüne derinlemesine bakabilmek için, epey gerilere gitmek gerektiğini düşünüyorum:
Aslında bu süreç, dahası ‘Araba sevdası’ bizde Marchall Fonu ile başlamadı, bu tüketim sevdası 19 yüzyılın ikinci çeyreğinde( 16 Ağustos 1838). Sadrazam Reşid Paşa’nın, ‘Devletçi ekonomiyi rafa kaldıran ve iç pazarını tümüyle yabancılara açan “Osmanlı-İngiliz ticaret Antlaşması”nı imzalamasıyla başladı.
Sonuç: Osmanlı Kuruşu; bir İngiliz Sterlini karşısında sürekli değer yitirdi ve Osmanlı nüfusu giderek yoksullaştı. Küçük bir azınlık ise Avrupai yaşamın getirdiği tüketime yöneldi. “Araba Sevdası” başladı. Bunu gören Avrupa sürekli Osmanlıya sermaye akıttı, yani borç verdi ve borçlandırdı. Savaşlar da eklenince faizini bile ödeyemedi. (1875). Bu Osmanlı’nın iflası demekti ve ardından ayaklanmaları beraberinde getirdi.
Örneğin Sırp ve Bulgar isyanları (2002 sonrasının Türkiye’si sanki böylesi bir sürece sokuldu gibi.). Ruslara yakınlaşan Sultan Abdülaziz, İngiliz dostu Başbakan(Osmanlıcc, Sadrazam) Nedim Paşa kışkırtmasıyla askeri darbe ile tahttan indirildi. Yoksulluk ve yıkımlar I. Dünya Savaşı sonuna kadar sürdü.
Emperyal güçler Osmanlı topraklarını, hatta Anadolu’yu paylaşmaya başladıkları noktada, bilindiği gibi Büyük önder Atatürk 19 Mayıs 1919’da Samsun’a çıkarak ‘Kurtuluş savaşını’ başlattı. Yok Sultan Vahdettin para verip Anadolu’ya göndermiş. İyi de, aynı Vahdettin neden; Düyun-u Umumiye’den(Osmanlı İmparatorluğu’nun dış borçlarını denetleyen kurum) 900 bin lira ve Osmanlı Bankası’ndan 1.340 bin lira borç alıp kurduğu Kuvay-i İnzibatiye’yi niye Atatürk ve arkadaşlarının üzerine sürdü?
İşte; Mustafa Kemal Anadolu’muzun/Türkiye’mizin yazgısını bu koşullarda değiştirdi. Ve ardından, savaştan yeni çıkmış, hiçbir altyapısı olmayan yeni ülke ekonomisini, teslim anlaşmalarını(Lat.kapitülasyon) kaldırarak inşa etmeye başladı. Tüm çabalara karşın Osmanlı’nın kurumsallaştırdığı dışa bağımlılık, özel sektörü öne çıkarması nedeniyle, sanayinin kurulmasını genç Cumhuriyet, yani devlet üstlenmek zorunda kaldı.
Bildiğimiz, Sovyetler Birliği ile kredi antlaşması imzalanarak(1934), demir çelik, kağıt fabrikası, mensucat vb sanayi kuruluşları yaşama geçirildi. Atatürk kendi parasıyla İş Bankasını kurdu. Ulaşımda ağırlığı demiryoluna vermek için, Ankara demiryolu hattı ve Haydarpaşa Limanı ulusallaştırıldı. Ve de İstanbul’da otomobil fabrikası kuruldu(Falih Rifki Atay)
Sanayimizi irdelemeyi sürdürmek için yakın zamanımıza dönelim:
24.04.1996 tarihli gazetedeki bir haber; vurguladığım, sanayi üretimi ile teknoloji üretim bütünselliğinin, ülkemiz sanayisindeki önemini çağrıştırması açısından dikkatimi çekti;
Haber alt başlığı: "Uluslar arası Giyim Sanayicileri federasyonu Başkanı Hasan Arat, Avrupalı tekstil makinesi üreticilerini Türkiye'de yatırım yapmaya davet etti..." şeklindeydi. Haberi Türkiye'ye makine satan üreticilerin artık Türkiye'de yatırım yapmalarının zamanı geldi diye devam eden bölümü, sanayi aymazlığımızın somut bir vurgusu idi adeta.
Ne demek "Türkiye'ye Makine satan sanayicilerin artık Türkiye'de yatırım yapmalarının zamanı geldi artık!?" Bu zaman, ne zaman bizim sanayicilerimize gelecek? Yazının bir yerinde de; özellikle, Orta Asya ve Rusya pazarlarının çok cazip hale geldiği belirtiliyordu. Bizler Madem başkalarının makineleri ile Avrupa Tekstil piyasasını sarsabiliyoruz.
Niçin; Bu yeni Pazarları, "Tekstil alanında" makine üretimleri ve ürünleri ile tümden ele geçirmiyoruz? Çünkü, bizim sanayi aslanları; Başkalarınki ile hemen üretip, hemen kazanmayı seviyorlar. Bilinçsiz bir savsaklama da olabilir. Ne dense densin (!) ortada; salt birilerini zengin eden, ülkeye pek katkısı olmayan bir sanayi anlayışı var. Bunu hiç kimse yadsıyamaz. Evet, yalnız tüketici üreten, sanayi üretim anlayışı.
Tüm bu vurgular; teknolojiler, makineler üretemiyoruz’un haykırışıdır.
26.04.1996 günkü yazılı basında, yine bir başlık: "İhracata Ar-Ge (Araştırma-Geliştirme) desteği başladı…"
Yazı; Genişliği 6 cm ve 16 satırdan oluşuyor. Gazete genişliği 40 cm. olduğuna göre, medyanın Ar-Ge'ye ne denli önem verdiğini siz düşünün. Bu ihracatın araştırma-geliştirmesi, teknoloji üretimindeki Ar-Ge değil. Birilerinin Ar-Ge' açılımı; Araklama- Geliştirme olsa gerek.
İhracattaki Araştırma geliştirme' konusu yazıda şöyle devam ediyor: İhracatta nakit desteklerin kaldırılmasından sonra, geçen yıl uygulamaya konulan Ar-Ge desteği için TÜBİTAK tarafından değerlendirilmesi yapılan dokuz proje kapsama alındı ve bunlar için DTM'nin uygun görüşü ile 39 milyar ödendi...
Burada benim dikkatime konu olan; TÜBİTAK 'in, yani tek bilimsel kuruluşumuzun; Teknoloji araştırma-geliştirmede değil de, ihracatı araştırma ve geliştirmede yoğunlaştırılması ve bu alanda daha başarılı olması. Amacım, TÜBİTAK' in Sosyal bilimler dalında yoğunlaştırılmaması değil, en az bu bilim dalı kadar; Ülkemiz sanayisi için gerekli bilimselliğe, yani Fen ve Teknik bilimler dalında da yoğunlaşması.
Ve böylesi bir yoğunlaşmada salt devletin değil de, dünya sanayi devleri olarak gösterilen ülkemiz sanayicilerinin de katkı bağlamında yer alarak; sanayi teknolojisi özündeki Ar-Ge olgusunu geliştirmeleridir. Bu yaklaşım bir bağlamda, Ülkemiz sanayisinin yaygınlaşmasını sağlayarak, sanayideki tekelizmi kıracaktır.
Bakın batı toplumlarına, özellikle ABD'ye; ekonomideki paylarını gerileten 'Anti-Tekel" yasalarını çıkardıktan sonra, kolektif sanayi anlayışı içinde, Üstün teknolojilerini, daha doğrusu şirketlerini birleştirerek, gelecekte çağın özgün sanayisi olacak olan "Uzay sanayisine" doğru hızla adım attıklarına. Ama biz hala, onların eskimiş teknolojileri ile, bireyci özdeksel egomuzu doyuma ulaştırmaya çalışıyoruz.
Kimse bu nedenle beni; Henry Ford(HF)+ John D.Rockefeller (JDR) = Vehbi Koç(VK) yağdanlık denklemine inandıramaz. Bu tek bilinenli yağdanlık denklemini çözdüğümüzde görülecektir ki; HF büyüktür JDR'den, o da büyüktür VK'dan, o da büyüktür senden- benden. Yani: hf>jdr>vk>sen-ben. "The New York Times" yağdanlık denkleminin özü ve öyküsü budur, bence.
Ve günümüzde de aynı kapıya çıkan yağdanlık denklemi uygulanıyor; Orta Doğu’nun ve gelecekte Avrupa’nın lideri gibisine.
Bu sanayi mantığı dün; Eski Marchall Fonu, yani Amerikan’ın para dağıtma fonu ile beslendi. Hani bizleri 1950’lerde ülkemizi küresel efendinin kucağına oturtan fon. İşte bu fon 1970 yılında Almanlara devredilerek küresel efendinin çıkarlarının Avrupa bekçiliği Almanlara ihale edildi.
İşte bu Fon bugünde benzer işlevini sürdürerek Türkiye’de istedikleri ekonomi yapısını kurgulamayı 2000’ler sonrası da sürdürüyor. Özellikle 2002 sonrasının iktidarı hem bu vb fonlar aracılığıyla, hem de; ABD`de dünya siyasetini tepeden yöneten ve ABD ordusunun planları ve stratejilerinin değerlendirdiği gizli ve özel oda denilen;`think-tank (düşünce kuruluşları)` aracılığıyla Türk ekonomisini istedikleri gibi yönlendirmektedirler. Özellikle Türkiye’yi olduğundan fazla başarılı bularak, dahası göreceli ekonomik göstergelerini, sürekli göstergelermiş gibi algılatıp sömürülerine süreklilik kazandırmaktadırlar.
Eğer, yanıltma özündeki bu abartılı başarı süreçlerini gerçek olarak yaşamak isteseydik ve de gelişmiş ülkelere sanayimiz için; "Henry Ford(HF) ile John D.Rockefeller(JDF) birleşmiş Türk sanayisi olmuş" dedirtmek istiyor olsa idik; özellikle Marchall Fonu’nun verdiği kredileri koşulsuz kendimiz yönlendirir ve yatırıma dönüştürerek, Kendi otomobilimizi üretim sürecine sokardık.
SANAYİMİZ BÜTÜNÜNDE DEVRİM OTOMOBİLLERİN ÖYKÜSÜ:
Öyle bir öykü ki, sanayimizin var olmayan kimliğini değil, bundan sonrasının kimliğini ortaya çıkaracak bir öykü…
Bu öykü, Eskişehir’de 23 kişilik mühendisler ekibinin 29 Ekim 1961 de başlattığı “Devrim Arabası”’nın öyküsüdür.
“Devrim Otomobilleri”nin öyküsel serüveni, 12 Mart ve 12 Eylül faşist askeri mantığıyla değil, 27 Mayıs 1960 Devrim sürecinin simgesi ‘askeri-Sivil dayanışma’ mantığıyla, 16 Haziran 1961’de başladı.
‘Devrim’ adı; yerli ağır üretim endüstrisi alanında Türkiye için gerçekten bir devrim başlangıcı olacağı için verildi. 27 Mayıs 1960 ihtilalın ardından gündeme geliş sebebi, oluşturulacak yerli ağır senayı aracılığıyla, bağımsız ulusal ordunun; kara taşıma, hava ve zırhlı savaş araçların üretimi, yani ‘Silah Sanayisi’nin kurulması…ABD’nin silah sanayisi ile ayakta durduğunu unutmayın…Devrim Otomobillerine karşı çıkışın altında, Türkiye’nin emperyallere Pazar olmaktan çıkıp, üreten ve emperyallerin pazarına ortak ülke olmasının korkusu yatabilir mi?
Gerçekten; Devrim Otomobili süreci işletilse idi, ülkem dünyanın en büyük makine sanayilerinden birini kurmuş olacaktık.
İşin özü, günümüzde bile, yalın sivil mantığın gerçekleştiremediği ‘yerli otomobil yapımını’ 51 yıl önce askeri-sivil mantığın gerçekleştirmesidir. Bu süreçle ilk etapta, ordunun binek otomobil gereksinimini karşılamaktı. Ve bu amacına ulaşmak için; 1.400.00 TL ödenekle ‘4,5 ay gibi’ acele bir süreçte seri üretime geçmek adına; kaputundaki ve jant kapaklarındaki 'Devrim' arması dahil her şey elde üretildi. Ne yazık ki; seri üretimi gerçekleşemediği için bir marka haline gelemedi.
Devrim Otomobili kimlerle gerçekleşti?
İnanan yurtseverlerle. Bu işe karşı olanlar, yurdunu sevmeyenler ve de kendine güvenmeyenler.Asıl aktörler ise; Türkiye’nin kalkınma sürecine girmek istemeyen batı sanayisinin ajanları idi.
İşte o, kendine güvenen ve inanan yurtseverler:
Yönetim Grubu: “Y. Müh. Emin Bozoğlu TCDD Genel Md.Yrd-Y. Müh. Orhan Alp TCDD Fabrikalar Dai. Bşk-Y. Müh. Hakkı Tomsu TCDD Cer Dai.Bşk-Y. Müh. Nurettin Erguvanlı TCDD. Cer Dai.Bşk.Yrd-Y. Müh. Mustafa Ersoy Esk. Demiryol Fab.Md-Y. Müh. Celal Taner Adapazarı Demiryol Fab.Md-Y. Müh. Mehmet Nöker Ankara Demiryol Fab-Y. Müh. Hüsnü Kayaoğlu TCDD Gn.Md. Müşaviri-Y. Müh. Necati Peköz TCDD Gn.Md. Müşaviri”
Tasarım Grubu: “Y. Müh. Nurettin Erguvan-Y. Müh. Ercan Türer-Y. Mimar Kemal Elagöz”
Motor Şanzuman Grubu: “Y. Müh. Mehmet Nöker-Y. Müh. Gültekin Sabuncuoğlu-Y. Müh. Salih Kayasağın-Y. Müh. Rıfat Serdaroğlu-Y. Müh. Şecaattin Sevgen-Y. Müh. Kemalettin Vardar-Y. Müh. Şahin Karadağ”
Karoseri Grubu: “Mak.Müh. Celal Taner-Y. Müh. Faruk Akyol-Y. Müh. Samim Özgür-Y. Müh. Salih Kaya Sağın-Y. Müh. Hamdi Tahıllıoğlu”
Süspansiyon ve Fren Grubu: “ Mak.Müh. Hamit İşeri-Y.Müh. İsmet Özkan-Y.Müh. Mustafa Seyrek”
Elektrik Donanımı : “Y.Müh. Hasan Dinçer
Döküm İşleri: “Metaralurjist İsmail Sıdal”
Satın alma İşleri ve Maliyet Hesapları: “Y.Müh. Yavuz Yücel”
Kıbrıs Barış Harekatına sahip çıkıp ‘Kendisine Mücahit Erbakan dedirten’ Necmettin Erbakan; “zamanın ihtilal hükümeti, Eskişehir demiryolları Cer(Fr. Ve Arapça, çekmek. Vagon fabrikası anlamında kullanılıyor) Fabrikası’nı benim emrime verdi. Buradaki Türk mühendis ve işçilerle el ele vererek, Türkiye’nin ilk ve tek 'devrim' adlı yerli otomobilini ürettik.” diyerek Devrim Otomobillerine de sahip çıkması işin trajik ve komik yanı.
30 inançlı mühendis bu işin gerçek öncüleridir. Yalnız, dönemin Cumhurbaşkanı Cemal Gürsel’i ve de Ulaştırma Bakanı Orhan Mersinli’yi, bu sürecin öncüleri arasında yazmamın doğruluğu tartışılabilir. Erbakan grubu ise tartışmasız reddedilir. Çünkü bu süreçte yok…
Birileri; “Devrim Otomobiline başlansın” derken, 30 inançlı insan ise; “At neslinin ıslahı için 25 milyon lira ödenek ayrılırken, Devim için 1 milyon 600 bin lira ödenek ayrılıyor.” Diyerek sitem ediyor. Ki haklılar.
Aslında; Cemal Gürsel paşa, başından beri; Devrim otomobili projesinin yapım sürecinde yer aldı. Yanı projenin yanındaydı, çünkü, umutluydu. Dahası heyecanlı bir bekleyiş içindeydi. Duruşu bu iken, işleyen süreç o’nu beklenmedik bir şekilde değiştirdi. İlk ‘Devrim Otomobili’, kendi tanıtımını yapmak ve ilk görevini de yerine getirmek adına, Cumhurbaşkanı Cemal Gürsel’i Cumhuriyet Bayramına götürecekti.
Fakat, benzinin bitmesi nedeniyle sadece 200 metre gidebildi. İşte, Cemal Gürsel’in bu yaşanan beklenmedik olay karşısındaki anlık tepkisi, öteden beri yanında gözüktüğü projeye bakışını bir anda örseledi. Eğer; benzin olayını geçiştirip projeyi gerçekleştirenlere, yanı kutsal emeğin sahiplerine teşekkür ederek, onları önere etmiş olsaydı, belki de Devrim Otomobilleri günümüz bulvarlarında, otobanlarında seyrediyor olurdu.
Sanayi Bakanının ve bürokratlarının şiddetle karşı oluşunu sezinleyen ve; “Devrim otomobillerinin yapabilmek için, öncelikle zihinlerde devrimim gerekir” diyebilen bir Cemal Aga, içsel patlamayla; “Garp kafasıyla araba yaptık, şark kafasıyla benzin koymayı unuttuk" şeklindeki ‘Güldüşün’ bütününde gösterdiği öfkeyi dizginlemeli idi.
Dizginlemek bir yana, diğer devrim arabasına binerken, “Bunun benzini olsa barı” diyerek, öteden beri projeyi karalayan basına katkı verdi. Aksine; İngiltere kraliçesinin yolda kalan Limuzin’ini arkadan itekleyen Lordlar’ın basında yer alan resmini anımsayıp pratik zekâ örneğiyle, oradaki 23 inançlı mühendisin bozulan moralini düzeltebilir, onları gelecek adına yüreklendirebilirdi.
Evet; Cemal Gürsel; 30 inançlı mühendisi, ‘nice nitel 30’larca inançlı mühendisleri gündeme getirme adına’ destekleyemedi ve de, devrim otomobilini kesinlikle isteyenlerin “Bugün başlamaz isek, ne zaman başlayacağız?!” feryadına kulak veremedi.
Bundandır ki devrim otomobili üretim sürecinin başlangıcı olabilecek süreç ‘birilerinin istediği gibi’ durduruldu. İnanın, böylesi bir süreç işleseydi; bu devrim arabası şimdi son ürünlerini Japonya’ya ithal ediyor olacaktık.
Cemal Aga’nın ‘Devrim Otomobili duruşundaki’ netsizlik karşısında, özellikle basın ve de proje yapımcıları çıkıp şu gerçekleri söylemeli idi:
“Eskişehir’den Ankara’ya taşınan Devrim Otomobillerine ‘kömürle çalışan trenin lokomotifinden sıçrayacak kıvılcımla yanmaması için Lokomotife daha yakın olan Siyah Devrim otomobiline gerekli az benzin konduğu
-Otomobillerin gereksinimi olan benzinin aslında Ankara'da konvoy yolunun üzerinde bulunan bir benzin istasyonundan alınmasına karar verildiği
- Fakat; Cumhurbaşkanının Meclis önünde beklediği söylenince yakıt ikmaline, fırsat olmadan hemen meclise gidildiği
- Cumhurbaşkanı var olan Bej ve Siyah Devrim Otomobillerinden siyah olanının beğendiği
- Otomobilin 200 mt sonra benzini bittiği
- Cumhurbaşkanı gezisini benzini olan bej arabayla sürdürerek, Anıtkabir'e ve tören alanına gittiği…”
Bu gerçekler söyleneceğine, aksine; 30 Ekim 1961 sabahı yayınlanan tüm gazeteler ağız birliği etmişçesine , hem Devrim sözcüğüyle hesaplaşma, hem başarıyı karalama hırsıyla basın, ‘adeta bilerek’ olayı yanlış ve yalan haberleri manşetine taşıdı. Ve seri üretimi düşünülen devrim otomobili için, seri suçlamalara geçildi; “devletin parasını boş yere gömdünüz, araç 200m gitti durdu , bu muydu araba… Devrim yolda kaldı…Devrim'in benzini bitti…
Devrim yürümedi… Devrim ancak 200 metre gidebildi" gibi. Eğer, gerçekleri göz önüne alınsa ve açıklamalar bu doğrultuda cesaretle yapılsa idi, bunların hiçbiri yaşanmayacaktı. Yani, 29 Ekim 1961 günü doğan Devrim Otomobili, aynı gün öldürülmeyecekti.
Düşünün; "Motor yapılamaz" diyenlerin (doğrusu yapılmasını istemeyenler) baskısına karşın kısa sürede motor yapılmıştı. Yani; "Milletin parası har vurup harman savruldu" çığlıkları atılmasına karşın. 1 milyon 600 bin liraya dört adet ilk örnek otomobil yapılmış, bunlar için çeşitli tip ve güçlerde 7 motor üretilmiş, özel kalıplar hazırlanmış, tezgahlar kurulmuştu. Ama bunların hiçbiri dikkate bile alınmadı. Aksine; bir ithal otomobil 50 bin liraya satılırken, Devrim otomobillerinin üretimi için "tahsis" edilen 1 milyon 600 bin lira bile çok görülmüştü.
30 inançlı insandan biri olan Salih Kayasağ’ın dedikleri, Devrim Otomobilleri’nin yaşama geçmemesi için ‘bir kesimin’ nedenli kararlı davrandığının göstergesidir: “Devrim otomobilleri için Eskişehir İl Trafik Müdürlüğü'ne birkaç kez tescil, ruhsat ve plaka için başvurulmasına karşın. Ford, Fiat, Dodge gibi ‘Menşe Şehadetnamesi(ürün kimliği)’ yok denerek ruhsat verilmemiştir.”
İnsanı düşündüren ve üzen olay; Devrem Otomobilleri nin bu kesim tarafından istenmesi ve presle ezilmesi ve de son kalan otomobilin bozuk olduğu gerekçesiyle gönderilmeyip saklanmasıdır.
Bu işleyen süreç bir çeşit ceza idi; çünkü; “Devrim Arabalar” filminde, Latif’in (Selçuk Yöntem) Necip’e (Onur Ünsal) söylediği gibi; Türkiye’de hiçbir başarı cezasız kalmıyordu. Ve böylelikle, ulusal otomobil yapılmasını engelleyemeyen güç, seri üretimi engelliyordu. Ve bir zamanlar dünyada adı dahi bilinmeyen pek çok otomobil firmasından önce başlanan bir girişim de böylece doğmadan öldürülmüş oluyordu.
Bu yaşananlar karşısında; 1960 darbe mantığını yargılayan;, fakat;12 Mart ve 12 Eylül faşizmini es geçerek adeta korumaya alan bugünün mantığı da, ‘Devrim Otomobili’nin öncü mühendislik emeğini gizliden gizliye yargılamaktadır. Bunlar, ülkemin otomobil sanayisini, ‘birileri gibi’ kurumsallaşmasını istemeyenlerdir. İsteyenler de, istemeyenleri yargılamaları gerekirken ‘günümüzde’ insaf ölçüsünü kaçırmasalar da, alay etmişlerdir: “Devrim’in 1961 Türkiye’sinde bir şansı olabilir miydi? Hayır!” diyerek.
O gün devrimi istemeyenler ile, bugün yerli otomobil yapımından söz edenlerin aynı söylem içinde olmaları ‘yerli otomobil yapımı’ konusunda samimi olmadıklarının göstergesi benim için: “Devrim’in şansı yoktu. Dönemin Ulaştırma Bakanı Orhan Mersinli’ye görücüye çıktığında ‘emme manifoldu(motorun gereksinimi olan hava yakıt karışımını elverişli duruma getiren parça) kapakçığı’ unutulmamış olsaydı.
Ankara'da Cemal Gürsel'e sunulmaya götürülürken deposuna benzin doldurulsaydı; TBMM önüne giderken 'Yolda Mobil'e uğrar benzin alırız' denip benzin istasyonuna giriş, kalabalık ve aceleci polis eskortları tarafından engellenmeseydi; Devrim'i yapan mühendisler, Ankara programını bilseler ve 'Nasıl olsa yalnızca gösterilecek' diyerek henüz denenmemiş 'siyah' Devrim'i Ankara'ya götürmeselerdi; Cemal Paşa'nın canı o anda 'bej' Devrim yerine 'siyah' Devrim'e binmek istemeseydi ve hepsinden önemlisi basın olayı bu kadar çarpıtıp, büyütmeseydi... Bütün bunlar olsaydı yine de bugünlerde ülkemizin yollarında Devrim'ler dolaşıyor olur muydu bilinmez(26 Ekim 1996 Aksiyon Dergisi)….”
Bence kesinlikle dolaşıyor olurdu. Ve günümüzde Japon ve Güney Kore otomobilleri Türkiye’de değil, Devrim Otomobilleri bu ülkelerde dolaşmayı bırakın, bayilik savaşlarına neden olurdu. Uzakdoğulular bati emperyalizmini dinlemediler, varsıl oldular, biz ‘yakındoğulular’ dinledik varsız olduk, arsız batı ajanları ve ülkem işbirlikçileri yüzünden. Gerçekten; Devrim doğduğunda, Japon otomotiv sanayi henüz emekleme safhasındaydı.
Güney Kore mucizesinden ise hiçbir eser yoktu.1961’de başlayan süreç baltalanmadan devam etseydi, bu gün Toyota ayarında bir yerli otomobilimiz olabilirdi.
Deniyor ki; “Devrim’in seri üretimine 1964 yılında geçilmesi planlanıyordu. Ne yazık ki yerli otomobil düşmanları buna mani olmayı başardılar. Maliyet tartışmaları, yerli otomobil üretiminin “getirimli(Fr. Rantabl)” olamayacağı propagandası, hükümete geri adım attırdı. Sonraki hükümetleri oluşturan partilerden, özellikle Millet Partisi ve DP’nin devamı olan AP kesinlikle yerli otomobil üretecek sanayiye karşı idiler . Ki; eski ABD’nin Morison şirketinin temsilcisi iken, Menderes sonrası ülkemiz siyasetine konuşlandırılan ve AP Genel başkanı yapılan Süleyman Demirel’in Devrim’den nefret ettiği, adını bile duymak istemediği söylenir.
Neymiş efendim; İthalat, imalattan ucuzmuş… Bir toplu iğne bile yapamadık, araba mı yapacakmışız… Yan sanayi yokmuş…mış, muş derken, yerli otomobil ürettik erken;
Evet; Otosan,1959 yılında Ford’la imzalanan bir sözleşme ile kurulmuş ve 1960 yılında F-600 (Ford) imalatına başlamıştı. İşleri çok iyi gidiyordu. Türkiye pazarını tamamen ele geçirmeleri işten bile değildi. Derken, istenmeyen, Devrim Otomobili 29 Ekim 1961’de doğdu. Bu doğum, tehlikeli doğumları beraberinde getireceği için, yani Devrim’in seri imalatına geçilmesi, Otosan’ın sonunu getirebilirdi.
Birileri sayesinde. Belirttiğim gibi, Devrim Otomobili doğduğu 29 Ekim günü öldürüldü . Bu ölüm Otosan’ın yaşam bulması, kurtarılması idi. Zaman kaybetmeksizin, “Ford ve Koç Holding ortaklığı Otosan tarafından ilk üretim gerçekleşti(1966). Ve , kendi medyaları aracılığıyla bu otomobile hiç çekinmeden yerli otomobil diyebildiler. Pazara sürdüğü, halkımız saman yığını diye alay ettiği, keçi yemi ‘sözde ilk yerli otomobil’ Anadol, Demirel’i pek heyecanlandırmıştı.
Türkiye’nin otoyollarının Marshall yardımlarıyla yapılmıştı. Bu süreç, Türkiye’yi Amerika’ya bağlayan ilk ve ana sömürü bağlantısı idi. Bu sömürü yollarında Devrim otomobili değil Ford-Koç ortaklığındaki Otosan ürünleri seyredebilirdi. Yani montaj otomobiller. Bir de göstermelik (İtalyanca mostralık) keçi yemi, Anadol. Haddimize değildi Devrim otomobili yapmamız.
Evet, Anadolu yollarında, yerli otomobil diye yutturulan saman yığını Anadol’a izin vardı-ki kısa zamanda silindi-, fakat asla Devrim’e izin yoktu.
Bu sanayinin kurulmamasındaki ikinci konu; Devrim’in ‘patent hakkına’ sahip olan askerlere puan kazandırmak istememeleri. İşin doğrusu; asker karşıtlığı araç olarak kullanılıp, temelde otomobil sanayisinin kurulmasının önüne geçmekti.
Neymiş efendim; CHP ise 27 Mayısçılarla özdeşleşmekten kaçındığı için, projenin devamını getirmekten kaçınmış. Bu söylemin de ciddiyetle bağdaşmadığını belirtmek isterim. Bunu söyleyenler “27 Mayıs Devrim’ini CHP’ye bağlayanlardır. Bu sav; ‘27 Mayıs devrimi’, Ruslara yanaşan ve ağır sanayiyi başlatmak isteyen, Menderes’i devirmek için ABD organize etti savından daha anlamsız.
İstemeyenler bellidir. ABD’nin gölgesinde politika yapanlardır bunlar. O siyasetçilerin özgörevi; Türkiye’nin başkalarının ürünlerine Pazar Pazar yapmaktır. Asla, Türkiye kendi ürünleri için Pazar arayan ülke olmamalıdır. Türkiye batı sanayisinin, yani sömürü politikalarının montajcisi olmalı idi. Beynini değil, ucuz emeğini öne çıkarmalı idi. Yıllardır ülkemin montaj beyinli batı taşeronları; istasyon ve asansör zekalı politikacılarına batı sanayisinin bu sömürü reçetelerini yutturdular.
Yetmedi, Uzakdoğu ülkelerinin pazarı olmak için savaş verir olduk. Baksanıza, Başbakan Recep Tayyip Erdoğan; Güney Koreli bir firmaya yerli otonun motorunu üretme çağrısında bulunabiliyor. Bu AKP duruşu gösteriyor ki, biz kendimize güvenmemekte ısrarlıyız.
CHP’ye gelince… İsterseniz gelmeyelim, çünkü 1950’den sonra kendini kaybeden CHP, hala kendini arıyor; gelip de biz mi bulacağız? Yanlış, elbette ki biz bulacağız, onun için buluşmamız gerekir CHP ile…İşleyen yeni siyasi süreçte CHP’nin kendini bulacağı konusunda umudum var, elimden geldiğince bu bağlamda katkı vermeye çalışıyorum, fakat, fakatını zarar veririm korkusuyla açık edemiyorum.…
CHP konusunda, umudum var, çünkü 1950’den bu yana iktidar olan sağ, tüm çeşitleriyle iktidarlığını sürdürdü. AKP bu çeşidin son seçeneğidir. Sağın bundan sonra ‘batıda olduğu gibi’ başka seçeneği kalmadı, tükendiler, fakat tükenirken de ülkeyi tüketir oldular. Eğer CHP halka bunları iyi anlatırsa, hem kendi tükenmişliğini sonlandırabilir, hem de ülkemin…Doğrusu, CHP; devrim otomobilleri benzeri süreci, çağımızın özgün gelişim ve değişim boyutunda işletebilir. Yeter ki, salt milletvekili olmak için partiye kendini taşıyan kimliklerden partiyi soyutlayıp, partiye proje ve program taşıyan kimliklere yer versin.
“Devrim Otomobil”in hüzünlü öyküsü, bir boyutta CHP’nin tarihten gelen hüzünlü öyküsünü çağrıştırmıyor değil. Dileğim o ki, aynı şekilde sonlanmaması……………………………
“Devrim Otomobil”in hüzünlü öyküsü nü, Tolga Örnek Film yaptı 2008’de “Devrim Arabaları’ adı altında. Filmin içeriği Belgesel, dram ve tarihi özler taşıyordu.
2005’te yapılan filmin senaryosunu yazacak değiliz elbette. Fakat o filmde geçen kısa soluklu konuşmalar gösteriyor ki; Devrim arabası birileri tarafından zaten devrilecekmiş:
“Bunlar, ülkenin parasını batıracak”
“Bu memleketin olmadık hayallere verecek parası yok”-
“Ortada bunca menfi durum varken, bu işi yapamazsınız”
“Devletin parası o kadar sahipsiz değil”
Özellikle; ABD yardım heyetinin iki temsilcisi ile bir Türk bürokratın, projenin gerçekleştirildiği cer atölyesini ziyaretlerinin çıkışında, Türk bürokratın Amerikalıya dönerek;
“ Yapacaklar gibi görünüyorlar” demesi üzerine,
Amerikalı görevlinin;
“Yapmalarındansa yapmaya inanmaları, bu inanç daha kötü değil mi?” yanıtı her şeyi anlatıyor.
“Biz istesek de yapamayız, devletin parası o kadar da sahipsiz değil” diretmelerine karşı filmin sürükleyici karakteri gündüz bey:
“Ya yaparsak!...”
Mühendis ismet; “Ben iktisadi hürriyetten bahsediyorum”
Mühendis Necip; “ Biz bu otomobili yapınca utanacaklar ama”
Tecrübeli kurt mühendis latif’in çömez Necip’e seslenmesi;
- “Türkiye’de hiçbir başarı cezasız kalmaz”
Ve yine mühendis latif;
- “Adı devrim olan bir otomobilin sokaklarda yürümesine kimse izin vermez”
O, 30 inanmış insan yine de Devrim Otomobili’ni tamamladılar. Onların alınlarından öpmek gerek.
Diyorum ki, devrim arabasına yapmak isteyenler, eğer askeri dönem olmasa, Aselsan’dakiler gibi vurulurdu, pardon intihar ederlerdi. Bu nedenle; güneş enerjisi ile çalışan araç tasarlayıp üretmek isteyen; Uludağ Üniversitesi Mühendislik Mimarlık Fakültesi Elektronik Mühendisliği Bölümü öğrencileri ve Makina Mühendisliği bölümü öğrencileri, lütfen dikkatli olmayın, lütfen, hiçbir şey sizi yıldırmasın ve yüreğinizle yürüyün bu yolda.
Sanayi ülkesiyim diyemezsin, eğer makine üreten makineler yapmıyorsan veya yapamıyorsan. İşin özü, teknolojik üstünlük sağlayamıyorsan, dahası teknolojik gelişim sürecini yakalayamıyorsan sanayi sürecine girmen olası değildir.
Daha net anlatımla; Teknoloji; toplumsal ve ekonomik yapı üzerinde belirleyici bir özerkliktir. (Teknolojik determinizm). Yani, teknoloji toplumsal değişmede siyasal ve bağımsız bir değişken olarak karşımıza çıkmaktadır. Bir başka anlatımla; toplumsal ilişkilerden bağımsız bir yapısı olduğu, ideolojiden soyut olduğu, sınıfsal kökeninin bulunmadığı ve onu kayıtsız şartsız kabullenmek, özümsemek, popüler deyimiyle içselleştirme gerekliliğini temel alan düşünce yaklaşımıdır.
Bu nedenle Türkiye’nin hızla bilim ve teknoloji yatırımlarına girmesi zorunluluktur, eğer ki dünyanın özgün gelişim ve değişimine ayak uydurarak toplumsal değişimi ve gelişimi yakalamak istiyorsa. Bunun için de teknoloji yolundaki ivmemizi artırmamız gerekir. Bunun temel çıkışı , üretim ile teknoloji arasında bağ kurmaktır.
Bu süreci asla kapitalizmin ilkesel üstünlüğü olarak algılamamak gerekir. Bir diğer yaklaşımla, Kapitalizmin üstünlüğü, dolayısıyla küresel efendinin(ABD) üstünlüğü olarak…
Peki, bilgi üretimi olan bu teknolojik çizgiye girebilmek için, temel girdi nedir? Elbette ki ‘Çelik üretimidir’
Bilindiği gibi; sanayi ve üretim gücünün simgesi çeliğin üretimi toplumsal yaşamın ve sanayimizin temel ürünüdür. Bu temel gereksinimi karşılamak için, dahası; teknoloji üretebilmek için kişi başına yıllık çelik üretimi, 0.5 kg ve üzeri olması gerekir.
Bu üretimde teknoloji devleri nerede, biz neredeyiz?
Çin’in çelik üretimi 567 milyon ton yıldır. ABD’ ise 90 milyon ton yıldır. Görüldüğü gibi, çelik üretiminde Çin’in büyük bir üstünlüğü var. Bu da, Çin’in bilgi üretiminde, ABD’nin önünde olduğunu göstermektedir. Söylentilere göre, ABD, Çin’i uydu aracılığıyla izlemektedir, fakat son yıllarda Çin, ABD uydu araçlarını üstün teknolojisi ile devre dışı bırakmakta ve ABD’nin uzaydaki gözleri olan ‘uyduları’ kör etmektedir. Kısacası, Çin, ABD’nin uzay egemenliğini sonlandırmıştır.
Türkiye’mde, çelik var teknoloji yok, yani bilgi üretimi yok, sürekli bilgi alıntısı(teknoloji) var. Bunun için, yerli otomobil-yerli motor yok,. Evet; “Un var, şeker var, helva yok” Neden helva yok? Çünkü, ürettiğimizi satıyoruz. Bu da bilgi/teknoloji üretimi yoksunu-yoksulu bir ülke haline getirmektedir Türkiye’yi.
Türkiye’nin ham çelik üretim kapasitesi, 42.73 milyon tondan, 2011’de 47.03 milyon ton seviyesine ulaştığı söyleniyor. Türkiye teknoloji bütünündeki sanayi sürecini işletebilir, yıllık üretimi olan 34.1 milyon ton demir çeliğin, her yıl 19 milyon tona yaklaşan miktarının ihracatını durdurur ise.
Yıllık 34.1 milyon tonluk üretim ile Türkiye, Çin, Hindistan ve Güney Kore ile 2011 yılındaki kriz öncesi seviyesine ulaştığı bir gerçek. İspanya, Fransa, Ukrayna, ABD, Japonya, Almanya, İtalya ve Rusya gibi büyük üreticilerin üretimlerini, 2011 yılında da kriz öncesi seviyesine ulaşamadıkları dikkate alınırsa, Türkiye bilgi/teknoloji üretiminde, yani yerli otomobil-motor üretiminde büyük şansa sahip olduğu gerçeğini dışsatımla yok etmektedir.
Burada vurgulanmaya çalışılan; ülkenin makine üreten makineler yapıp yapmadığıdır. Üretim ile teknoloji arasında ki ilişkiyi kurmaksızın yapılan akıl yürütmeler doğrudan, bilgi üretimi/ teknoloji konusuna gelir saplanır. Bu nedenle, ülkemde işletilen ‘Yerli otomobil’ yapım sürecindeki montajlı otomobil üretimini-ki bugün de yapılmak istenen o- engebeli dağlarda değil de, düz ovada keklik avlarcasına oy avlamak için bölünmüş yolu(duble), inşa etmeye benzetiyorum. Demem o ki; Türkiye'de konuşulan yerli oto yapılsın söyleminin manası “%100 yerli ve Türk isimli oto yapılsın” anlamında değil, para kazanmaya yönelik, montaj otomobildir.
- Vehbi Koç ve benzer sanayiciler ‘montaj otomobil sanayisi ile’ kimi kurtarıyordu? ülkelerini mi kendilerini mi?
Dedim ya(!) yazının bazı bölümlerinde: "O bana göre sıradan marjinal, Cumhuriyet Türkiyesi’nin sevimli bir insanı idi, "İmparator" değil..."Ülkem varsa ben de varım." deyişi ‘belki birileri için ne ilgisi var tepkisine yol açacak ama’ bana, Cumhuriyet Türkiye'sinin oluşumundaki örgütlü güç; Kuvayi Milliye'nin savaşçılarını anımsattı.
Evet; Yok olmakta olan bir ülkeyi var eden Ulusal direniş örgütünün genç neferlerini... Direniş harekatı başladığında sayın Vehbi Koç'un 18 yaşında olduğunu görüyoruz. Direniş örgütünün neferleri cephede direnirken sayın Koç'da; Samanpazarı’ndaki dükkanında Peynir Tenekesinin Kurtlarını ayıklayarak ticaret’te direniyordu, o girişimci Erdemli ruhu ile…
1923 devrimi gerçekleştiğinde; "Büyük önder Atatürk" 42 yaşında, Sayın Koç 22 yaşında idi. Yani sayın Koç Cumhuriyet ile zamandaştı, fakat o daha çok ticaretle arkadaştı. Kısacası özdeksel kazanıma yoğunlaşmış bir ticaret adamı kimliğine sahipti.
Sayın Koç için vurgunsal (spekülatif) ve rantiyeci (emeksiz gelir) olmadığı söylenir. Doğrudur. Fakat, sıra dışı(Fr. Marjinal) sektörlere yatırım yapmaktan çekinmezdi.
Örneğin turizm sektörünün eğlence alanına bile yatırım yapacak kadar kazanım hırsına sahipti. Sayın Koç için, iyi bir para musluğu sunacak sistem analisti (yol yöntem çözümleyicileri), ülkeye ve kendisine bilimsel özde yeni bir teknoloji sunacak sistem analistinden daha önemli idi. 13.03.1996 tarihli gazetedeki: "Vehbi Koç; ‘Divan'a Casino’ izni çıktığını göremedi." haber başlığı bunun somut kanıtıdır. Koç topluluğuna bağlı Divan oteli "Casino" için müracaat etmiş fakat ilgili bakanlıkta yıllarca bekleyen Casino izni sayın Koç öldükten sonra çıkmıştı.
Çetin Emeç bir söyleşisinde: "...Çok çalışıyorlar, zamanla da aşırı şüphecilik (paranoyak) içinde herkesin kendi parasının peşinde olduğunu sanırlar..." demiş. Bu beni ister istemez; "Para-Gen Gülmecesine" itti. Bildiğimiz gibi varsılların (zengin) temel amacı; Varsıllıklarını korumak için daha fazla kazanmak (para)tır.
Bu nedenle sayın Ertuğrul Özkök'ün dediği gibi hep saymaca değeri yazılı kağıdı, yani parayı düşünürler. Artık onların hücreleri,TL-Dolar-Euro genleri ile oluşmuştur. Onlardır ki duyu hücreleri, işitme hücreleri, koku ve tat alma hücreleri, görme hücreleri belli bir uyarana yanıt olarak, yine belli bir merkeze hep, "para" iletirler. Sayın Özkök'ün dediği gibi Paranoyak oluşları bundan olsa gerek. Hatta bu yapı, arkadaş hücrelerini körelterek sanayiciliğini (endüstriyalizmi) de, ülkelerinde engellemektedir belki. Varsılların çoğu -ki ülkemiz için bana göre daha da geçerli-servetlerini, üretici toplumla değil, servetlerle yarıştırmak isterler.
Onun için o ülkelerde üretici toplum yapısına rastlayamazsınız. Var olan değerleri yok sayıp, servetlerini yoktan var etmiş görünenler, yarattıkları birikimlerini, hiç olmayan şeyler için, yani yeni ürünler için yatırıma dönüştürmezler. Tersi yaklaşım, çağın özgün sanayicisi olma koşuludur. Fakat birikimlerini daha güçlü bir sanayici olmak için gerekli yatırımlara yönlendirmeleri gerekirken, bir bağlamda sanayi değişim beğenileri (Fr.Fantezi) yerine, sosyal veya sanatsal değişim beğenilerini geliştirmektedirler.
28.2.1996 tarihindeki köşesinde, Ahmet Altan yazdı: "Koç da, Sabancı da, iyice zengin olduktan sonra kitap yazdılar, paralarının, fabrikalarının, holdinglerinin yanısıra bir de kitap bırakmak istediler arkalarında. Ben hayatımda hiç, kitaplarını yazıp üne kavuştuktan sonra; eh çok kitap yazdım, şimdi birde holding kurayım diyen yazara rastlamadım. Ama holding kurduktan sonra kitap yazmak isteyen çok işadamı görüyoruz..."
Ezra Pound'un; "Tavan arası" şiirindeki şu dizeler aklıma geldi:
Gel, bizden iyi olanlara acıyalım,
Gel, dostum hatırlayalım
Zenginlerin uşakları var, Dostları yok
Bizim dostlarımız var, uşaklarımız yok.
Eğer Ezra Pound, yakın zamanda ülkemiz perspektifinde yazsa idi, şiirini şu dizelerle uzatır ve zenginleştirirdi:
Yalnız, dostum Türkiye'dekilerin
fazladan kitapları da var,
Uşaklarına okuttukları..
Bizim yine kitaplarımız var,
Holdinglerimiz yok.
Evet bizimkiler parayı buldular, kitaplarını da... Herhangi teknolojik buluşları yok, yani bilgi üretimleri yok. Eğer bu süreci işletip teknoloji yaratsalardı kesinlikle ülkemizi sanayi devrim süreçlerine sokardı. Evet, gerçek anlamda otomotiv sanayi bütününde yerli otomobil- motor üretim başlatılabilirdi, en geç 1970’lerde…
Koç ve benzerleri, 1923-1960'lar Türkiye koşullarını iyi değerlendirmiş ve gelişimlerine, doğrusu kazanımlarına süreklilik kazandırmış Cumhuriyet girişimcileridir. Ülkeyi o günün koşullarına, işlenmesi gereken hammadde olarak görebilmiş ender kişilerdir. Toplumsal eşitsizliğe değil, ülke bütünlüğüne önem vermiş kişiler...
Sosyal duruşları bazen eleştirilse de , birileri için çok önemli şahsiyetlerdir onlar. Sayın Koç savurganlığa karşı bir kişi idi. Bu nedenle beş vakit namazı bile bir vakit kılardı. Savurgan olmayışı onun en erdemli yanı idi. Erdemliliği ile, sürekli olarak artırımı (Ar.tasarruf) ön planda tutarak, Samanpazarı’nda başlayan yaşamına sanayici kimliği kazandırmıştır.
Sayın Koç'un savurganlığa karşı olan duyarlılığına hep saygı duymuşumdur. Çünkü sayın Koç, bu duyarlılığını iş yaşamına kadar, yaşamının tüm alanlarına yansıtmıştır. Bu özelliğin aslında; tüm ülke insanı ile birlikte, yani sivil ve resmi toplum ve kuruluşlarına da yansıması gerekmektedir. Bu anlayışın kurumsallığı; Devlet yıllarca yemlik olarak göre ve sömüren, doyumsuz açlıkların terbiyesini de beraberinde getirecektir.
Devletin sırtında kambur olarak gösterilen, yemlenme kurumları; "Kit ile Bit'"in- bu anlayış çerçevesinde- hiç de zarar etmeyen kuruluşlar olduğunun anlaşılması ancak yukarıdaki duyarlılıklarla olasıdır. Evet devlet ile bireyin iflasında önemli bir etmendir bu olgu. Özellikle Devlet'i güçsüz gösteren bir etmen, yani devletçiliği geri plana itip, özel sektör'ü öne çıkarabilen bir olgu.
Zamanla da böylesi algı; "devlet yapamıyor, bırak özel sektör yapsın" sloganı eşliğinde, özelleştirme saldırganlığını kaçınılmaz bir hale getirebiliyor. Niçin getirmesin? Siyaset artıklarını, emekli paşaları, eş-dost akraba yiyicilerini, kit-bit yemliklerine doldurursan, kendi alanlarında uzman olmuş, bürokrat ve benzer kamu çalışanlarını güvensizliğe itip özel sektöre bu nedenle kaptırırsan, evet niçin özelleştirmeyi gereklilik haline getirmesin.
Özel sektör, nitel ve nicel eleman gereksinmesini; Devletin, nitel ve nicel eleman savurganlığında karşılayarak gidermekte ve daha da güçlenmektedir. Bu nedenle hep özel sektör kazanmakta, devlet ve birey de sürekli kaybetmektedir. Böylelikle de;"özelleştirme" tartışmasına yer bile verilmeksizin, "Özelleştirme" gündemdeki yerini daima korumaktadır.
Burada; Devletin güçsüzlüğünde güçlenen özel sektör ile, Özel sektörün, sanayi alanındaki "Teknoloji üretme" yetersizliğiyle anlatılmak istenen, asla; bireysel girişimcilik ve sermaye düşmanlığı değildir, anlatılmak istenen; Devlet ve özel girişimciliğin yetersizliği ve akla bile getirilmeyen "Özerkleştirme" dir.
Genç Cumhuriyet, Batının ‘Burjuvazi Taşeronunu’, O da Tüketim toplumunu Yarattı. Osmanlı'daki Ticaret anlayışı, Müslüman Türklerin, Ticareti küçümseyerek memuriyeti ve askerliği benimsemelerine neden oldu. Bu nedenle Ticaret, yani akçalı işler azınlıkların eline geçti. Bu da Hanedanın karşısına, zengin ve güçlü ailelerin çıkmasını engelledi. Dolayısıyla, Ülkelerin zamanla Sosyal Kimliğini belirleyen; "Sanayi Devrim süreçlerine" ülkemizin katılımını da...
Bu gerçekten hareketle, yeni kurulan Cumhuriyet; Ticaret tekelini elinde bulunduran azınlıkların girişim ruhunu, tüm ulus insanına yaymak adına; "Ulusal Burjuvazi" yaratmanın yöntemlerini aradı. Süreç içinde, bu girişimci ruhunu abartılı bireysel kazanımdan soyutlaması ve de ticari bağlamda, kendisini güçlendirmesi gerekirken, özel sektörü varsıllaştırmanın uğraşını verdi.
Çünkü, yetenekli ve Kendi ölçütlerinde iyi niyetli bulduğu ülke girişimcilerini desteklediği noktada, girişimci küçük bir grup, yeni grupların ortaya çıkışın engelledi. Bu konuda devlet, üçüncü, yöntem geliştirmeyi hiç düşünmedi. Dahası; devlet sektörünün yanında kurumsallaştırılan özelsektöre seçenek olabilecek özerk sektör yani “Özerkleştirme” nedense akla getirilmedi...
Batıdaki sanayi gelişim süreçlerine Osmanlı'nın katılımını engelleyen olgu, azınlığının ticari etkinliğidir. Ticaret tekelini ellerinde bulunduran Yahudi-ermeni Azınlığın yerini almış olan; Aynı anlayıştaki "Müslüman Türk azınlığı" da benzer anlayışta, ticaretin ve sanayinin yaygınlığını engelleyen yöntem uygulamıştır.
Bu yöntem, hala kendini korumaktadır. Bu gün de devam eden, o günün yöntemini savunan dalkavuklara göre, ülke girişimcilerini devlet olarak desteklemekteki amaç; Kemalist Devletle, azınlık sermaye arasında köprü kuracak olan, yerli burjuvaziyi yaratmaktır. Onlara göre genç Cumhuriyet girişimcileri "Ticaret-i Kuva-yi Milliye"nin militanı gibi, yani Kemalizm’in ticaret yanının neferleri gibidirler.
Dalkavuk sermaye yağdanlıkları, Kemalist Devlet/ Kemalist İdeoloji saplantıları ile Cumhuriyeti numaralayıp Karalamayı alabildiğine yoğunlaştırarak, siyasal erkin ideolojik değirmenine su taşımaktadırlar. İkinci Cumhuriyet savındaki, “serbest piyasa ekonomisi”’nin kimliksiz gladyatörleri olan bunların temel amacı; Atatürk ve ilkelerini, yeni sömürü düzeni adına karalamaktır.
Anlatmak istediğim; Cumhuriyet'in ilk yıllarına kadar süren, Yahudi-Ermeni Azınlıkların Ticari etkinliklerdeki öz; Kolay kazanım temeli ile örtüşen, sermaye edinimlerine dayanmaktaydı. Yani yaratmadan, Osmanlının yarattıkları üstünde yükselerek, sermayelerine sermaye katmaktı. Yeni süreçte, yani Genç Cumhuriyet döneminde, devletin birikimleri ile desteklediği, girişimci Müslüman Türkler de benzer düşünsellikler içinde hareket etti... Hep istedi... Hiç vermedi; Ne devlet'e ne bireye verdi, hep kendisine aldı.
Genç devletin iyi niyetini adeta sömürdü. Kimdir bunlar? Bunlar günümüzdeki Koç ve grubundan çok daha az yaratıcı, çok daha isteyici siyasi erke sırtını dayamış kimliklerdi. Sayın Koç; Azınlıklara karşı, Müslüman Türk işadamını yaratma ülküsünü, devletin desteğiyle en iyi değerlendirenlerden biridir. Osmanlı ticaret azınlığının Ticari alanlardaki egemenliğini kırma utkusuna kavuşmanın yöntemini en iyi Sayın Koç geliştirmiştir.
Bakkallıkla başlayıp inşaatçılıkla devam etmiş ve sanayici konumuna kadar gelebilmiştir. Sanayici kimliği hiç bir zaman batı normlarına ulaşamamış, Emtia Montaj-Jant Sanayi boyutunu hiç bir zaman aşamamıştır. Sanayisi, yabancı teknolojilerine dayalı idi, yani buluş belgesi(Fr.Patent) yoktu. Çünkü, yabancı ürün donanımlı bir üretim yapısındaydı. Hep öyle kaldı ve kalmaya da devam ediyor. Sürekli kazanmasının nedeni yarışmanın (Arapça,Rekabet) olmamasıydı.
Hiç aksamadı, çünkü gümrük duvarlarının koruması altındaydı. Tüm siyasi oluşumların/ iktidarların yanında yer aldı. Sanayisine açık. İktidarlara açık, fakat sosyal yaşantısıyla topluma kapalıydı. Yaşamının hiç bir sürecini medyaya malzeme yapmayacak
kadar sabırlı ve akıllı idi. Daima çalıştı kazanmak için. Salt kendisini zengin ederek, eşitsizlik boyutundaki gelir dağılımını örseledi.
Bilimsel Teknoloji kurumsallığını kâr kurumsallığına tercih etti. Ülke'nin ilklerinde, Galatasaray gibi sürekli onun imzası vardı, fakat Galatasaray kadar alkışlanmadı, ama yağdanlıklarla pohpohlandı.
Dediler ki bunlar: "Altmış yıllık iş hayatında sayın Koç; çaydan kibrite, demirden ilaca kadar tüm ürünlerinin dışalımını yaptı. Ülkenin insanlarına, batılıların kullandığı ürünleri sunmak için kolları sıvayarak 1928'de; Ford ve Standart Oil'in (Mobil) temsilciliklerin üstlendi. 1946 da General Electric Firması ile anlaşarak Ampul fabrikasını kurdu. Sırasıyla 1955'te Arçelik şirket kurumsallığı ile ilk; Çamaşır makinesi, Buzdolabı ve Termosifonlarını üretmeye başladı. Otomotiv Endüstrisi için Türk demir döküm fabrikalarını kurdu.
1959'da ilk Türk kamyonu için montaja başladı.Uniroyal ile ilk Türk lastiğini üretmeye, Fiyat lisanslı Türk traktörlerle de ilk yerli Traktörü üretti (1962). G. E. işbirliği ile 1965'te Türkiye'nin ilk elektrik motoru ve Kompresörünü üreten Fabrikayı kurdu.
Veeee, 1966 ilk Türk binek otomobilini yani "Anadolu" piyasaya sürdü (bildiğiniz gibi piyasaya sürülen bu ilk Türk otomobili "Anadolu”muz piyasada sürünüyor, yani kimse sürmüyor). Daha sonra Türkiye'nin ilk çelik gövdeli otomobil olan Murat-124’u 1971'de Fiat lisansı ile Tofaş tarafından üretildi (bu, Otosan tarafından üretilen, Anadol'dan daha az sürünen bir ürün olarak piyasada yer alabildi). 1977'de Doktaş, Türkiye'nin ilk silindir bloklarını, dingil ve diferansiyellerini üretmeye başladı.."
Tüm bu oluşumlar bana göre; ülke İnsanı’na batı ürünlerini sunan oluşumlar değil, ülke'yi; insanı ile birlikte Batı sermayesine sunmaktı. Sıraladığım, Koç'un Sanayi ürünlerinin "İlk"leri arasında bir tek olsun; teknolojik bağlamdaki yeni bir buluş, yani yeni bir ürün, yani; dünya için yeni olan bir "İlk" değildi. Sanayisinde salt Ülkemiz için yeni ve ilk olan batı sanayisinin modası geçmiş "İlk"lerini, Ülkemiz insanına ilk defa sunuyordu.
Temcit pilavı gibi ısıtıp-ısıtıp sunuyorsak da, tekrarda fayda var düşüncesiyle, yine diyoruz ki; Sayın Koç; sürekli kendisine kazandıran üretim sürecinde, devletten kesintisiz
himaye gördü. Devletin himayesi olan "tek" olma kolaylığını sağladı. Bu da Tekelizmin kurumsallığını gündeme getirdi.
O idi hep yüksek gümrük duvarlarını aşan (Devlet iskelesi ile). Çeşitli şirket oluşumları ile, holdingleşti. Kâr eden şirketi sakladı. Zarar eden şirketi; Ulusal servettir diye Devlet'e sattı. Devlet de; kâr eden veya etme potansiyeli olan veya örselenmiş olan kurumlarını satarken (Özelleştirirken)-zarar eden özel sektör kuruluşlarını "kamulaştırdı". İkisinin ortasını yani "Özerkleştirme" yi hiç düşünmedi. Zarar eden özel kuruluşlar "Devletleştirdi- Kamulaştırdı" demiştik. Örneğin Koç'un büyük umutlarla kurduğu "Asil Çelik.." Otomotiv ve beyaz eşya sektöründe de çok yoğun kullanılan, stratejik öneme haiz çelik mamullerini üretmek için kurulmuştur (1974).
“Asil Çelik” 24 ocak kararları bahane edilerek 1983'de Devlet'e satıldı. Bugün kâra geçen bu kuruluş Allah’tan özelleştirme şarampolüne veya karambolüne düşürülmez veya getirilmez. Hisselerini yakında halka sunacakmış.
Aslında açlar senfonisi, yani doyumsuzlar serenadı başlatılmasa, Asil Çelik; çalışanların ve halkın ortak edilmesiyle yeni bir üretim ve örgütlenme anlayışıyla; "Özerklleştirme" nin ikinci örneği haline getirilebilir. Ve bununla; özelleştirme değil de "özerkleştirme"nin ülke için gerçek bir gereklilik olduğu anlatılabilir.
Teknoloji ve Ürünleriyle Uzak Asya'nın Sanayi Devrimi
Bir dönem Japonya dahil tüm Asya ülkeleri üçüncü dünya grubunda yer alıyordu, fakat bu ülkelerde gelişen sanayi anlayışı, çağdaş dünya görüşü ile bırakın paralelliğini, paralelliği aşma noktasına gelerek inanılmaz bir hızla dünya piyasalarını altüst
ettiler. Şimdilerde liderliğini Japonya'nın yaptığı, Hong Kong (1.7.1997’de Birleşik Krallık Çin’e verdi), Tayvan, Singapur ve G. Kore; "Kaplanlar Diyarının" en etkin dört Asya kaplanı durumundalar.
Bu anlayışla dünya piyasasının etkin isimler sayısı kesin artacağı savlanıyor. Bu dört Asya kaplanının toplam nüfusu yaklaşık 90 milyon; Japonya ile birlikte 220 milyona yakınlar. Ama Piyasa Ekonomisi Kulübü’ndeki zenginler dünyasının bir milyar nüfusuna karşı büyük bir dinamizmle direnip, yarışma ortamını kızıştırabiliyorlar ve bu gelişmiş ülkelerin, geleneksel pazarlarını alt-üst edebiliyorlar...
Ya Uzakdoğu’nun Ejderhası Çin’e ne demeli(?!.)
1.05.1996 günkü gazetelerden birinin iç sayfasında bir başlık: "Çin Artık Yüksek Teknoloji Satıyor". Çin'de yayımlanan "Economic Daily" gazetesinin haberinde; Çin'in yüksek teknoloji ihracat artışının, yüzde 59 ile 1985 yılından bu yana en yüksek düzeye ulaştığı belirtilmiş... Batı'nın yanı başındaki bizler ilerdeyiz? (!).
Batı'nın çok-çok uzağındaki bir zamanların üçüncü dünya grubunun, Asya ve Uzakdoğu ülkeleri, dünya sanayisinin neresindeler. Biz hala batılı teknoloji üretici ülkelerin, ülkemizde teknoloji üretme yatırımlarında bulunmaları için yalvarmalardayız (!).
Bu alışkanlığımızı 2012’de de sürdürüyoruz. Çin ile, teknoloji gelişim anlaşmaları yapacağımıza, onun teknolojisinden yararlanarak ülkemde Uzakdoğu patentli egzotik sömürü süreci işletecek ekonomik anlaşmalar yapıyoruz.
Örneğin; Recep Tayyip Erdoğan’ın Çin ziyaretinde(10 Nisan 2012) ‘nükleer işbirliği’ anlaşması imzalandı. Sinop’a yapılacak ikinci nükleer santral yarışına Japonya ve Güney Kore’den sonra Çin de dahil oldu.
Düşünün; Japonya 14 yeni reaktörün inşaatını iptal ediyor.İsviçre 3 yeni nükleer reaktör planını iptal ediyor ve 2034 yılına kadar nükleer santrallerini kapatacağını açıklıyor. Almanya hükümeti 7 santrali kapatıyor ve 2022 yılı sonuna kadar nükleer enerjiden tümüyle vazgeçilmesi konusunda karar alıyor. İtalya’da nükleer santral kurulması konusu referanduma taşınıyor ve halkın yüzde 95’i ‘nükleere hayır’ diyor.
Kuveyt Başbakan yardımcısı Dr. Mohammad Al - Sabah, elektrik üretmek amacıyla nükleer güce ve nükleer teknolojiye sahip olma isteklerinden vazgeçtiklerini açıklıyor. Fransa Enerji Bakanı Eric Besson, nükleer enerjiyi tamamen devreden çıkartmayı gündeme getiriyor ve biz; Çin ile, üstelik; nükleer teknoloji konusunda yeni ve yetersiz olan, Rusya, Japonya ve Güney Kore gibi ülkelerin çok gerisinde olan ve deneyimsiz Çin ile anlaşma yapıyoruz. Evet;, bugüne dek sadece Pakistan’da-düşünün Pakistan’da- nükleer santral kuran Çin’e Nükleer Santral yaptırmak için anlaşma yapabiliyoruz.
Ayrıca; Enerji Bakanı Taner yıldız; Çin’in enerji kuruluşlarının CEO’larıyla bir araya gelerek, HES (Hidroelektrik Santral) için ön anlaşmalar yapıyor.
Üçüncü anlaşma, Hattat Holding ile Çinli China Avic International Holding arasında Bartın-Amasra'da yerli taşkömürü ile kurulacak olan bin 320 megawatt gücündeki termik santralin mühendislik, satın alma ve inşaat işlerine ilişkin Pekin’de yapılan anlaşma ise üçüncü büyük anlaşma. Toplam bedeli 1,5 milyar dolar olan anlaşma, termik santral kurma ve kömür çıkarma konularını kapsıyor.
İlk iki anlaşma gerçekten düşündürücü. Düşündürücü olmayan; iş dünyasının parlayan, fakat medyanın yeni m-izah malzemesi Ali Ağaoğlu’nun yaptığı enerji anlaşmasıdır. Ağaoğlu, Çin'in en büyük türbin üreticisi Sinovel arasında imzalanan türbin anlaşması sonucu kurulacak 600 MW'lık santrallerin toplam yatırım bedeli 1 milyar doları bulacak.
Anlaşma kapsamında yapılacak yenilenebilir (temiz) enerji yatırımlarını içeren santrallerin devreye girmesiyle birlikte yıllık 2 milyon kWh net üretim gerçekleştirilecek. Santrallerin elektrik üretimi 700 bin kişinin sanayi, konut ve ortak aydınlatmalarda kullandığı elektrik ihtiyacını karşılayacak. Halen 750'si rüzgar olmak üzere 1.250 MW’lık portföye sahip olan Ağaoğlu, rüzgar enerjisinde Türkiye'de kurulu güç açısından üçüncü sırada yer alıyor.
Yapılan bu 4 anlaşma, öteden beri gelen mantığın değişmediğinin göstergesi. Ülkenin bu anlaşmalarla, sanayi sürecini ilerleteceklerini düşünenler yanılıyor. Sanayimizi değil, montaj sanayimizin varsıllaştırdığı gibi bireyleri ve kuruluşlarını varsılaştıracaktır.
Tüm bunlar, ülkemizi Pazar yerine dönüştürecek, yani Türkiye yabancıların yeni pazarı-belki de son Pazar- olacaktır. Süreç, tüketim toplumunu kamçılayacaktır, üretim toplumunu değil.
Düşünün (!) tüketim toplumunu ilk örgütleyen Koç Grubu; beyaz eşya pazar payının % 75'ini, Bulaşık Makinesinde % 86'sını, Buzdolabında % 53'ünü bulunduruyor. Nerde Endüstriyalizm (Sanayicilik) anlayışı demeyeceğim "hal böyle iken; o günlerde basından izlediğimiz kadarıyla; Gümrük Birliği'yle Avrupa beyaz eşya üreticileri Türkiye pazarına ilgi duymaya başlamışlardı. Yeni teknolojik ürünlerini Türkiye'ye pazarlamanın yollarını arıyorlardı.
Bizimkiler ise Avrupa ve Dünya Pazarlarındaki yerini kaybetmemek için, batılı bir şirketi satın almaya karar vermişti. Amaç; hem Avrupa, hem Dünya pazarlarına
daha entegre olarak Pazar paylarını artırmaktı. Eğer ilk amaçları (Türkiye'deki sanayileşme süreçlerinde) ülkelerindeki tekelleşmelerini kırdırmamak için, devlet himayesinde; endüstriyalizmi (sanayiciliği) engellemeyip yaygınlaştırsalardı, güçlü bir firmayı batıda değil ülkelerinde bulurlardı.
Ülkemiz sanayicileri teknolojik bağlamda bilimselliği yoğunlaştırıp, yeni buluşlar sunabilmesi için; kolay kazanım yolunu gösteren sistem analistlerinin yanında, Ar-Ge işlevini üstlenmiş sistem analistleri ve Uzman Danışman-Teoriysen gruplarını benimsemeleri gerekirdi. Ve böylelikle bu bilim grubu ile yeni sanayi politikaları geliştirilerek, dünyadaki değişime entegre olabilirlerdi.
Önümüzdeki süreçlerde yapılması gereken; ülkemiz tüm sanayi kuruluşlarının güçlerini birleştirip mühendislik kaynaklarını harekete geçirerek, dünya ölçeğindeki sanayi yaklaşımlarındaki yerlerini almak için adım atmaya çalışmalarıdır. Aksi takdirde yeni paralarla sermaye artırmanın ötesine geçemeyecekler -ki bunu da ülkemiz koşullarında bir yere kadar sürdürebilirler- ve yeni buluşlarla teknolojisini geliştirenlerin taşeronu olmaktan kendilerini kurtaramayacaklardır.
Nisan 2012’de gerçekleştirilen son Çin gezisi de bu bağlamda umut olmaktan uzaktır.
Bakın "Le Monde Diplomatigue" gazetesi baş yazarı "Ingcıoramonet, köşesinde ne söylüyordu: "Microsoft (Küçük şey anlamındaki bilgisayar programının adı)'un, yani yazılım ve bilişim şirketininin patronu Bill Gates diyor ki; -ABD'nin üstünlüğü artacaktır, çünkü yeni teknolojiler onundur. Pazarın patlamasından en çok biz çıkar sağlayacağız...-"
Batının teknoloji şirketleri rekabet sürecinde bilişim teknolojileri dünyasına 2012’ye yeni bir yapı ile girdi. Evet; bilgiye daha hızlı erişim sağlamayı içeren, daha doğrusu, tüm bilgi işlem kaynakları olan; işlemci, depolama, bağlantı, yazılımlar vs’lere belli erişim ücreti ödeyerek uzaktan kullanma kolaylığı getiren, yeni bir model olan “Cloud Computing-bulut bilişim”’i bulgularken, biz bilişim teknolojisinin neresindeyiz? Üzülerek belirteyim ki, hiçbir yerinde.
Gates'in hedefi; teknoloji satın aldığımız Avrupa sanayisidir.. Burada başka bir şey söylemeye gerek var mı? Elbette ki üstünlük, dolayısıyla dünya; yeni teknolojilere sahip olanların olacaktır.
Oldu da; 2012’nin Türkiyesi bunu bize somut olarak gösteriyor. Bilişim teknolojisini bırakalım, sanayi teknolojisinin neresinde olduğumuza bakalım:
Günümüz inşaat sektörü, özellikle TOKİ aracılığıyla, tüm sektörlerin önüne geçmiş durumda. Diyorlar ki, barınma sorunun çözüyoruz, 2 milyon insana iş olanağı buluyoruz, onlarca sektörden girdi aldığımız için, o sektörleri besliyoruz, kısacası ekonomimizin lokomotifiyiz. İyi de bu lokomotifi kendi ürettiğin teknoloji ile mi sürüklüyorsun?
Evet, sadece bu soru değil, ardından gelen soruların da doğruluğunu dikkate almak gerekir:
Her şeyi özelleştiren iktidar neden TOKİ’yi özelleştirmedi?
TOKİ, siyasi ve ekonomik getirinin aracı olarak mı kullanılıyor?
Barınma sorunununda öncelik, sorunu yaşayanlara mı, yoksa parti ile yaşayanlara mı veriliyor?
Konut sorunun çözmek için, dahası konut açığının giderilmesi için ilk 10 yıllık periyotta üretilmesi gereken ‘yıllık 500 bin konutun’ ancak 2002’den bu yana 500 bin konut üretmiş olan TOKİ bu bağlamda ne kadar başarılı? İnşaat sektörünün, büyük kentlerde, ille de İstanbul’un tarihsel görselliğini bozan devasa sermaye tapınakları hangi sınıfa hitap ediyor?
TOKİ; konut gereksinimi içinde olan dar gelirlilerin kaçının gereksinimlerine yanıt verdi? Yine TOKİ; Kente dönüştürülen varoş ve gecekondu bölge insanının kaçının sorununu giderdi? Bu kentsel dönüşüm alanları, kimlerin cepsel dönüşüm alanı olarak işletildi?
2 milyon insanın işsizliğini gidermek ne kadar doğru? İnşaat sektöründe ancak 6 ay çalışabilen vasıflı ve vasıfsız işçilerle mi bu rakam yakalanıyor? Bu görece rakamı nasıl olur da işsizliğin çözüm göstergesi olarak sunabiliriz?
En önemlisi, yukarıda başta değindiğim; inşaat sektörümüzün yapı elemanları ve malzemelerinin ve de teknolojisinin % kaçı sanayimiz ürünleri olduğu sorusudur. İşte benim anlatmak istediğim bu boyuttur. Bunun yanıtı çok kısa olacaktır: Ülkemde, üstün inşaat teknolojisinin en büyük parçası/ürünü, tüm yapı elemanlarının taşıyıcısı olan ağır iş makinesi ‘Kule Vinç’tir. Ve ülkemde, özellikle Bursa ve Ankara’da, dünya pazarlarında rekabet edebilecek bu ağır iş makinesini üreten firmalar varken, yetersiz bulunup İ 2012’nin, salt son 2 ay(Şubat ve Mart ) ‘adeta cari açığa katkı, yani 7 milyar dolar dış ticaret açığı beslensin dercesine’ 8 milyon dolarlık vinç ithal edilmiştir.
Tüm yapı elemanları ve malzemeler, ille de ıslak zemin yapı elemanları (Seramik Banyo ve Mutfak Ürünleri · Tamamlayıcı Ürünler , Armatürler , Aksesuarlar , Küvetler, Duş Sistemleri ,Banyo Mobilyası, fayanslar vs...) bile, %50 dışalım, Arapçası ithal ürünler. Devasa lüks yapılarda ise, tamamı dışalım ürünü… Bunu bırakalım, Alış Veriş Merkezleri (AVM)’nde satılan ürünlerin 5 70’i dışalım-ki burada satılar ürünlerin çoğunu benim insanım üretiyor…
Kendi sanayi ürünün desteklemeyen bir toplum, nasıl olur da yerli otomobil yapar?
Bu yazıda söylenmek istenen; sanayi anlayışımızın "yeni teknolojiler üretme" boyutundaki eksikleridir. Kesinlikle bireysel girişimcilik ve de asla sermaye düşmanlığı değildir.
Koç grubunun 1995 yılı vergi ödemesinin 17 trilyon olduğu söyleniyor. Bu sadece Koç Otomotiv grubuna ait vergi. Koç otomotivde % 96'sı yerli otomobil üretiliyormuş. Anlayacağınız Ülke ekonomisine dolayısıyla insanına getirdiklerinden söz ediliyor. Ama ülke ve insanından götürdüklerinden söz eden yok. Evet yıllık satışları 10 milyar dolarları geçen; 100 üzerinde şirket sahibi ve bu şirketlerle ülke pazarının yarısını elinde tutmuş bir "grup", ülkeye bir milyar dolar kazandırmış. Acaba, net dışsatım(Ar.ihracat) nedir? ve ülkeye ne kadar döviz kaybettirilmiştir?
Dışsatımı yapılan ürünlerin ülke ölçeğindeki maliyeti nedir? Bu maliyetlerde Dışalımın (Ar.ithalatın) payı nedir? İç piyasanın hâkimiyeti belki ithalatı engeller ve dövizimiz dışarı gitmez. Doğru da(!) bu yaklaşım, yani Koç'un ekonomik gücü ve pazar payı, sanayiciliğin yaygınlaşmasını engelleyen, sanayi demokrasisini yok eden tekel bir yapı değil midir?
İşte bu yapıdır eleştirilen. Yine üzerine basa-basa vurguluyorum; asla ve kat'a sermaye düşmanlığı değildir.
Bu yapı, yani devlet ile beslenen korunan, yani devletin çeşitli şekillerde bazı sektörlere hızlı gelişmesi için maddi veya manevi desteği, yardım ve özendirmesi (Ar.teşvik ) ile ülkeye ortak edilen (Ar. Teşrik) anlayışın sürekli beslenmesi ve piyasaya kendinden başkasını sokmaması, yetmedi, yerli üretimi olan küçük sanayi ürünlerinin bile dışalımını yaparak, yerli sanayi üreticilerini zorda bırakması, ülkemizin ekonomi başta olmak üzere, sosyal ve siyasi dengelerini bozmaz mı? Sorumlusu böylesi oluşumlara ‘2002’ler sonrası daha da ivmelendirerek’ çanak tutanlar değil mi?
Düşünün(!) Dünyadaki dev otomobil şirketlerinde ortalama kârlılık oranı 9 ile 10 iken, bu oran Koç grubu için % 25'lerde seyrediyor ve bugün % 96'sını yerli olarak ürettiğini söylediğimiz otomobilin fiyatı iki emeklinin ikramiyesi olabiliyor.
Yukarıda da vurguladığım ve zaman-zaman yazılarımda yer verdiğim: "Ülkemiz hiçbir izm'i yaşayamadı" vurgusu galiba boşa çıkıyor. Çünkü ülkemizin doya-doya / doyasıya yaşadığı bir "izm'i" bulduk gibi... Evet ülkemiz Tekelin "izm'ini" yani Tekelizm'i doyasıya yaşıyor..
Ali'ye tanınan pazar payı veliye de tanınsa, yani tekel yapısı kırılsa, salt sermaye değil teknoloji de üretilse, sanayicilik (endüstriyalizm), sanayi demokrasisi içinde, çalışanlar ve halk boyutunda yaygınlaştırılsa, yani bir bağlamda, özerkleştirme kurumsallığı yaygınlaştırılsa; inanın, ekonomik nedenlerin yol açtığı, sosyal ve etnik göçlerin / çatışmaların önü –kısmen de olsa- alınabilir. Yoksulluğun yığınsallaşarak özellikle kent varoşlarında bilinçsizce örgütlenmelerinin önüne geçilebilir.
Yoksulluğun ulusal sorun olmaktan, çıkması olası değildir bugünkü boyutları ile, fakat belli boyutta disipline edilebilir.
Yoksulluk aslında, ne bölgesel, ne de ülkesel bir sorundur, yoksulluk bence evrensel bir sorun. "Ilo" temel ilke olarak bunu belirlemiştir: "Dünyanın herhangi bir yerindeki yoksulluk, dünya genelinde var olan gönenci (Ar. Refah) tehdit edebilir, sosyal diyalog ve erinci (Ar.huzur) bozabilir..." diyor Ilo, sözleşmesinde.
Yoksulluğun artması, yani zenginleşmesi, devlet yoksullaşmasının göstergesidir. Doğan boşluğu, işte bu aşamada; özel sektör doldurmaya çalışır. Daha doğrusu; özel girişimcilik boyutundaki bireysellik ön plana çıkar. Kurumsallıktan yoksun ayakları yere basmayan özel sektörleşme harekâtı...
Bu da, alt üretici (Fr. Fason) sanayimizin yarattığı ‘batı ölçeklerinden yoksun’ yapısıyla, batı burjuvazinin yükselen değerlerine ulaşmaya çalışan, her türlü etik'ten ve ekin'den (kültür) yoksun köşe dönücü bir girişimci ruhunu beraberinde getirir. Ve zamanla da, genellikle kapitalist üretim ilişkileriyle, üretim araçlarını eline geçirerek ‘ülkemize özgü kapitalist’/ anamal sahibi olan bir azınlık yaratır. Bu da, emeğiyle değil de, paranın ve değerli evrakların(hisse senedi) faiziyle geçinen anamalcı grupları egemen kılar ve bu süreç, hiçbir şey üretmeyen küçük bir ‘rantiye toplumu’nu yaratır.
Bu oluşumlar; 1980 sonrasının, ekonomik ve siyasi düzensizlik ortamında belirerek, 1983'ler de kurumsallaşan, 2002 sonrası zirve yapan anlayışın ürünleridir. Bu yapının kırılması; yeni teknolojilerin, yeni siyasalların belirleyiciliğinde, üretim ve yönetim yapısının modernleştirilmesi ile olasıdır.
Nerde yeni teknoloji? Nerde, bu çizgideki yeni siyasalar?
Elin teknolojisi, elin siyasasını getirir. Biz kendi teknolojimizi kendimiz oluşturmalıyız. Ama öncelikle, ekonomik ve sosyal siyasi anlayışımızı, çağın özgün gelişim boyutunda yenilememiz gerekmektedir.
Yazıya, imparator sözcüğünün, birileri tarafından sayın Koç ile özdeşleştirildiği eleştirisi ile başlamıştık. Erol Toy, sayın Koç'un anlattığı kitaba "imparator adını koymuştu. Toy'lar düzenledi, toy kutlandı, alkışlandı... Olumlu veya olumsuz alkışlanacağımı sanmıyorum. Beklemiyorum da(!) . Sadece kafamdan süzülenleri yazdım.
“İmparator”'un son baskısında sayın Koç öldü. Erol Toy baskıdan vazgeçti; "Onlar istediğini soyabilir, ama ben ölü soyuculuğu yapmam" diye... Ona göre O soyguncu idi. Bildiğim kadarı ile o da ölü soyguncusu değildi.
1987 yılında yılın iş adamı seçilen (Dünya'da) sayın Koç'u alkışladı... Belki de kendisini de... Onun simgesi olduğu sınıfı sevmeyen, yaşamı boyunca da, kavgasını sürdüren sayın Erol Toy, o sınıfın gücünü, olanaklarını, destek ve değerlerini de fazla örselemedi. Koç'u alkışlarken ki şu tümcesi bunun somut kanıtıdır bana göre: "İşini iyi bilen hep değerlendirilsin isterim. Bu dostum olabilir, düşmanım da..."
Birilerine göre (bana göre de) sayın Toy'un, bu kısa ve etkili sözü, Liboşizm boyutundaki ülkemize özgü "Oportünizm" sayılabilir.. Hadi canım (!) bu ülkede hepimiz "işimizi" biliriz, gerçek "işimizden" başka... Hiç birimiz ölü soyucusu değiliz, sövücüsü de…
Sayın Çetin Altan'ın, çok önceleri söylediği bir tümceyi ben daha yeni duydum. Belli ki bu yeni zamanlarda kullanmıyor bu tümceyi: "Ülke iflas edeceğine, Koç iflas etseydi."
Bana göre ne Koç, ne de ülke iflas etsin, etmesine de 2002 sonrasının ülkesinde, ülkemden endişeliyim.
Günümüz gerçeği bunu gerektiriyor. Ama ülkemizdeki günümüz ekonomi ve siyasi anlayış sürdüğü taktirde bir gün Koç'u da iflasa taşıyıcaklar birileri. Yeni teknolojik buluşlarla, yeni ürünler sunarak, dünya pazarında yer edinebilen, hem kendisini, hem ülkesini zengin edebilen sanayici gerçek sanayicidir, salt kendisini zengin edip, tüketim toplumunu artıran sanayici bana göre; "Tüketim Provakatörü”dür.
Yazımı, elimden geldiğince güncelledim ve bitti... Kulağım şimdiden çınlamaya başladı, O çok bilinen basmakalıp (klasik) haykırışları duyar gibiyim:
"servet ve sermaye düşmanı..."
İşin üzücü yanı, iş ve aş arayanların da bağırması.
Hayret(!) ben nerdeyim?
Onlar nerdeler?
Mustafa Taşar, iyi söylemiş de, yanlış yere söylemiş:
"Hala bıraktığımız yerde otluyorsunuz"
Ezra Pound'un, "Göl Adası" adlı şiirin şu dizeleri ile yazımı noktalamak istiyorum:
Ey tanrım, ey Venüs, ey
Mercury hırsızların koruyucusu,
son günlerimde, n'olursun
bir küçük tütüncü dükkanı ver
bana.
Yazı bitmiş bağlamak üzereyim. Gelen gazetelere şöyle bir göz gezdireyim dedim. Yeni Yüzyıl'da Duygu B. Sezer'in "Habitat bir hayal mi?" başlıklı köşe yazısının şu son bölümü
dikkatimi çekti:
...Koç grupları, Koç Üniversitesi Rumeli Feneri ana kampusunun temelini atacaklarını kamuoyuna duyurmuşlardır. Basına göre ise bu yer Boğaziçi "Sit" alanı içinde 160 hektarlık bir orman arazisidir ve inşaat izni konusunda hukuki engeller vardır. Bu iddia doğru mu? Boğaziçi Sit alanındaki hukuki engelleri aşıp, bu denli büyük bir orman arazisinde "Kampus" inşa edebilme gücü, "Koç" isminin yarattığı siyasal güçten mi kaynaklanmaktadır acaba? Koç Üniversitesi, ODTÜ'yü, BİLKENT'i ve ABD'deki kent dışı binlerce Üniversiteyi örnek almayı düşünemez miydi?, Sadece Koç değil, Sabancılar da…
Mülkiyeliler Birliği Dergisi ‘nin 201b sayısında (Cilt Xxı) Temmuz 1997’de yer alan yazımın güncellemesi 13 Nisan 2012, saat 19.08’de bitmiş, tuşlara vurmayı sonlandırırken, internet gazetesindeki haber beni tekrar tuşlara yöneltti: “Çin ile yapılacak çılgın proje-Edirne'den Ardahan'a uzanan hızlı tren hattı için Çin ile masaya oturuldu. 35 milyar dolarlık finansman Uzakdoğulu ortak tarafından karşılanacak. Türkiye bu kez hızlı tren ağlarıyla örülecek.”
Öncelikle şunu belirteyim. Türkiye’nin tekrar demirağlarla örülmek istenmesi, ulaşım politikaları bağlamında sevindirici bir olgu. Fakat, bu projeyi Çin ile yaşama geçirmek, gerçekten çılgınlık. Çünkü, Çin ‘Hızlı Tren Teknolojisi’ konusunda, çok geride bir ülke.
İkincisi; Türkiye’nin ilk ‘Devrim Otomobili’ yapım yetkisi TCDD işletmesine verilmişti. Bu duruş; Türk mühendisleriyle birlikte " Anadolu insanının, sanayileşme konusundaki değişmeyen kötü talihine karşı bir meydan okuma" idi .Çalışma mekanı olarak Devlet Demiryolları'nın Eskişehir'deki Cer Atölyesi seçilmişti. Aynı yer niçin bu sefer ‘Hızlı Tren Projesi’ için işletilmez ki? Neden, Eskişehir vagon fabrikası, Hızlı Tren teknoloji üretim merkezine dönüştürülmez ki? TOKİ’ye tanıan fırsat, neden TCDD’ye tanınmaz ve de Çin’e tanınır ki?
Eğer TCDD’ye tanınır ise, bu özgörevi üstlenir ise, işte ben o zaman, bu projeye çılgın proje derim. Çin ile yaşama geçirilmeye çalışılan çılgın proje bence ekonomik getiri ve götürü kuşkuları içeren bir hızlı tren soygunu olmanın yanında, sanayileşmemizi öteleyen bir süreçtir.
Şimdi bu saplamaların ne gereği var? demeyin. Yazı ile olan ilgisini de kurmayabilirsiniz. Ama ülkemiz gerçeği ile çok Çoooook ilgisi var(!). Gerçi, yazım; boş beyne günde 3 kez alınması gereken ilaç gibi değil ama, en azından, önümüzdeki sandıklara giderken, bir kez daha düşünmeyi sağlar.
Kaynakçalar:
- 1- Büyük Larousse, Meydan Larousse ve
- Ana Britannica.
- 2- Ezra Pound çevirisi (Ülkü Tamer).
- 3- 1997 Şubat-Mart ayı "Cumhuriyet, Milliyet
- Ve Yeni Yüzyıl" gazetesi
- ve ilgili yazıların Köşe yazarları
- 4- Sen-Ben ve bizim uzmanlar.
- 5- Bilişim ve sosyal ağlar.
ŞEVKET ÇORBACIOĞLU
Teknopolitikalar Platformu
evesbere@mynet.com
GSM:0506 609 00 32
MÜLKİYELER BİRLİĞİ DERGİSİNE GÖNDER
DEVRİM ARABALARI VE ÇAKMA SANAYİ İMPARATORLARIN ÖYKÜSÜ-1
Son 1 yıldır, kendi otomobilimizi yapacağımızdan söz edilir oldu. Bir çeşit, sanayimizi gelişmiş ülkeler çizgisine taşımanın söylemleri idi bunlar.
Doğrusu; hiçbir çalışma yapmaksızın 100 mt yarışında dünya şampiyonlarıyla yarışmak olan bu söylemlere bir göz atalım ve ondan sonra Temmuz 1997/201 sayılı Mülkiyeliler Birliği Dergisi’nde çıkan; “Tüketim Provokatörü mü? Sanayici mi?... Servet Düşmanı mı?” başlıklı yazımı bu doğrultuda güncelleyelim.
2-2.5 milyar euroya yerli otomobili yaparız, 20-25 bin liraya satarız… Otomotivcilerin raporunu değerlendiren Bakan Nihat Ergün, B ve C segmentinde (Araçları karoser boyutuna göre sınıflandırmak. B: küçük sınıf, C: az hacimli, derli toplu sınıf. Ses yatlımı iyi olan araçlardır) yerli oto üretilebileceğini, bunun için 2-2.5 milyar euroluk yatırım yapılması gerektiğini söyledi… 4 yıl içinde 200 bin adet üretim planlandığını kaydeden Ergün, yerli otomobilin vergi ve teşvik öncesi fiyatının ise 20 bin-25 bin TL olarak öngörüldüğünü açıkladı.
Otomotiv Sanayicileri Derneği’nin (OSD) “Yerli Marka Çalışma Raporu”nu değerlendiren Bilim, Sanayi ve Teknoloji Bakanı Nihat Ergün, üretilmesi hedeflenen yerli otomobilin, B ve C segmentinde olacağını belirterek, “Çünkü en büyük pazar payı iç pazarda B ve C segmenti otomobillerde var. Buradan başlayacak. Burada da hem tasarımı, hem dizaynı, hem kalitesi o segmentteki diğer arabalara eş değer olacak, rekabet edecek, fiyatta rekabet avantajlarına sahip olabilecek bir otomobil nasıl çıkacak onun çabasındayız” dedi.
Söylemler bunlar. Peki istemler nedir? Onlar bir bakalım:
Devlet sermaye koyarsa mantıklı olabilir… Anadolu Holding Yönetim Kurulu Başkanı Tuncay Özilhan, yerli oto için büyük kaynak gerektiğini, arazi veya Ar-Ge teşviklerinin yeterli olmayacağını belirterek, “Devlet ya ciddi sermaye koyacak, ya da 30-40 yıl vadeli faizsiz kredi verecek. Bunlar olmazsa üretim ancak ithal araçların yasaklanmasıyla mantıklı olur” dedi.
Türkiye’de bir taraftan hükümetin lüks otomobillere getirdiği yüzde 130’luk vergi tartışılırken, diğer taraftan Türk malı oto üretimi gündemdeki yerini koruyor. Anadolu Holding Yönetim Kurulu Başkanı Tuncay Özilhan, otoda yerli marka yaratmanın çok zor olduğunu belirtti. Bir dönem Türkiye’de Honda ile otomobil üreten şimdilerde bir taraftan Isuzu ile ticari araç üretimi diğer taraftan Kia, Lada ve Geely dağıtıcılıklarıyla (Fr.distribütör) otomotiv sektöründeki faaliyetlerine devam eden Anadolu Holding Yönetim Kurulu Başkanı Özilhan, “Markaya herkesten çok inanırım. Otomobil üretmek zor değil, ama marka olmak kolay değil(17 Ekim 2011).”
Başbakan; “Yerli otomobil üretecek bir babayiğit arıyorum.”
Koç gurubu; “varım.”
Diğerleri; “Marka olmak kolay mı? Arazi ve ar-ge teşvikleri yeterli değil. Devlet sermaye koysun. Ya da 40 yıllık vadeli faizsiz kredi versin. Yokuz”
Bu; nasıl mantık? demeyin.
Bu, ben yaratmam, yaratılanı montajlarım mantığı.
Bu, Türkiye’de kolay kazanım ‘köşe dönücü iş bitirici’ mantığı.
Bu, kolay kazanmadığım şeye yatırım yapmam mantığı.
Bu ‘Rabbena hep bana, al sana’ mantığı.
Bu, halka değil, sadece bana kazandıran devlete devlet derim mantığı.
Bu, devletin kuruluşlarını karlı konuma getirdiğinde bana devretsin. Yani özelleştirsin mantığı.
Anlaşılıyor değil mi, ülkemde özel sektör anlayışını; yaratmadan, bulgulamadan, yaratılanı ve bulgulananı monte eden bir anlayış. Salt kazanmaya odaklı, kazandırmaya, yani kalıcı ve bulgulayıcı yatırımlara odaklı değil. Devlet karışmasın, biz kazanalım, fakat şunu üret dediğinizde devlet karışsın, yardım etsin ‘halktan soyut, çıkara özdeş’ mantığı. Budur sanayimizin gelişmemesinin nedeni. İşçi sınıfı yokluğunun, etkisizliğinin nedeni. Siz sanayinizi geliştirdiğinizde, işçi sınıfını da geliştirirsiniz. Hayır, o kısıtlı işçi ve işçi haklarıyla, montaj sanayi ile örtüşen ‘montaj emekçi’ anlayışı…
Size kimse marka yarat demiyor, yerli otomobil yarat diyor. Sizin amacınız; ülkeme onur kazandırmak değil, kendinize para kazandırmak. Kayıplarını kazandıklarına say. Biraz özverili ol.
Bu noktada ‘hala Türkiye’min niçin sanayileşemediğini vurgulamak için’ bir antrparantez açmak istiyorum:
28 Şubat 2008’de “Yatıran F-onlar” başlıklı yazımın ilk bölümcesine şöyle başlamışım; “.......Türkiye’ye gelişlerinin nedeni, kalıcı yatırım değil, paralarına para kazandırmaktır. Çin, bu sürece izin vermediği için, dahası, yabancı yatırımın birinci şıkkını kabul ettiği için, dahası Çin cin olduğu için bugünkü Çin oldu, fakat biz Çin olmadan cin olup çarpmaya kalktığımız için, ikincisini tercih ediyoruz….
Yabancılar yerli egemenlerimizin bu Çinliğini seviyor, Çünkü; bizim Çinlerimiz ülkemizde reel faiz (enflasyondan arındırılmış faiz) oranını yüksek tutuyor ve, özellikle son 5 yıldır döviz fiyatını sürekli düşürüyor. Bu nedenle gerçek gavurlar dövizi bozdurarak, eline geçen Türk lirasıyla bono satın alıp yüksek faiz elde ediyorlar. Sonrasında yüksek faizi dolara çevirerek çok yüksek kazanç sağlıyorlar ve fırsatını bulduklarında kaçıyorlar.
http://blog.milliyet.com.tr/Yatiran_F-onlar/Blog/?BlogNo=93968 ”
Şimdi, Mülkililer Birliği Dergisi’ndeki o yazımı daha rahat güncelleyebiliriz: Vehbi Koç ve benzer sanayiciler Tüketim Provokatörü mü? Sanayici mi? Servet Düşmanı mı?
Özellikle Vehbi Koç, birileri için "sanayi imparatorundan" öte bir "İmparator" olmalı ki ölümünden sonra, hiç düşünülmeksizin "Türkiye’nin İmparatoru" diye anons edilebildi.
O, benim için değil klasik anlamda bir imparator; Sanayi imparatoru bile değildi. O benim için, Cumhuriyet Türkiye’sinin özgün koşullarında, batı ölçütlerinden yoksun bir burjuvazinin, yani yerli burjuvazinin ortaya çıkmasında önder olmuş, ülkemizden çok, salt Tüketim toplumunu ve kendisini büyüten, kereste gibi yerde çürümemenin ve ayakta olabilmenin erdemini yakalamış, Cumhuriyet sonrasının kararlı ve sevimli bir simgesi idi. Ama "İmparator" değildi, şovmen ise hiç değildi...
Onun Sanayi İmparatorluğunu yetersiz bulup, "Türkiye İmparatoru" ilan edenlerin çoğu, Osmanlı İmparatorluğunu" ve son İmparatorunu yıkan "ATATÜRK'"e, imparator demeye aklına getirmemişlerdir-ki Atatürk imparator denmesine asla izin vermezd- . İşte bunlar için Koç imparatordu ve ülke dostu idi. Fakat yıkılan İmparatorluğun son imparatoru (Padişahlık unvanı Osmanlı imparatorluğunun bir döneminden sonra, en büyük Hükümdar anlamına gelen "İmparator" olarak kullanılmaya başlandı) Abdülhamit, hem vatan haini, hem "İmparator" idi onlar için.
Her nedense, İmparatorlukları/İmparatorları bazı tarihsel süreçlerinde ve ortamlarında sözcük olarak bile sevmezken, yaşadığımız süreçte kendimize "Baba" ve "Babalıklar" gibi, İmparator ve imparatorluklar yaratmaktan da çekinmemişiz. Doğrudur,"İmparator" sözcüğü karmaşıklığı yüzünden tanımlanması zor bir kavram.
Oldukça zor bir kavram olmasın karşın, ansiklopedilerde; Çeşitli milletlerden meydana gelen, büyük bir devleti yöneten kimse olarak tanımlandığı gibi Latince kökenli "İmperium (Komutan)’ dan türeyen başkomutan olarak ta da tanımlanmaktadır.
Sayın Koç neyin Başkomutanı idi? Yerli Burjuvazinin mi?(olabilir), Yoksa Osmanlı döneminde Ticaret tekelini elinde bulunduran azınlıklar ve batılı ortaklar eşliğinde yaratılan büyük tüketim toplumunu, istediği şekilde yöneten bir komutan mıydı?
Sanayi imparatoru kabul ediliyor. Bir olgunun İmparatoru olabilmek için, o olgunun varlığı gerekmektedir. Ülkemizde bu olgu, yani gerçek anlamda sanayi var mı? Bunu algılayabilmek için önce "Sanayinin" ne olduğuna bakalım. Ve sonra da Dünya ölçeğinde gerçekleşen sanayi devrim süreçlerinde, Türk sanayisinin yerini belirleyelim.
Hemen-hemen tüm kaynaklarda sanayi: "Hammaddelerin değişikliğe uğratılması ve kullanılması yoluyla maddi servetler üretilmesine yarayan iktisadi etkinliklerin (Endüstri) tümü..." şeklinde tarif edilmektedir. Hammadde ise; sanayi ürünleri yapımında kullanılan doğal ürün olarak ‘emtia’ da; Herhangi bir değişikliğe uğratılmadan, olduğu gibi alınıp satılan maddeler olarak tanımlanmaktadır. Sanayi tanımlamalarını anladık da; hammaddenin ve Emtia tanımının yazımızdaki yeri nedir? diye düşünebilirsiniz.
Amacım; ülkemiz sanayisinde Hammaddenin ve Emtianın yerini ve etkinliğini belirlemek. Bu nedenle bu iki işleyim (Endüstri) sözcüğüne yer verdim. Bir işletme için işlenmiş madde olan bir şey, bir başka işletme için hammadde olabilir. İşte ülkemiz işletmeleri genelde ikinci tur Hammaddeyi sanayilerinde kullanmışlardır. Yani bizim sanayimiz Doğal ürünleri işlememiş, dahası işleyememiş, işlenmiş doğal ürün olan hammaddeyi değerlendirmiştir. Buna bir bağlamda emtia satışı yapmışlardır diyebiliriz.
Bugüne dek "Montaj Sanayisi" diye yetersizliği vurgulanmaya çalışılan sanayimizi, biraz olsun zenginleştirmek için Montaj sanayi sözcüğüne emtia sözcüğü ekleyerek "Emtialı Montaj Sanayisi" şeklinde ifade etsek, acaba bilgiçlik yapmış olur muyuz?
Ülkemiz sanayisini, ille de Koç sanayisini, abartılı bir şekilde batılı anlamda yaratıcı, yani bilimsel katkılarla yeni ürün buluşlarını hayata geçirebilen bir sanayi olarak göstermek isteyenler, neden, Koç grubunun ancak 'Jant üretme makinesi projesini’ üretebildiğini ve bunu dünyanın önde gelen Jant üreticisi İtalyanlara sattığını göz ardı ederler ki? Yine Koç grubu; bugüne dek, bildiğimiz o jant parçası makine projesinin dışında, üstün teknoloji projelerinin yarıştığı günümüz dünyasında, en zengin (Dünyada) 500 firması arasına girmiş olmasına karşın, başka bir ürün veya projesi sunamadıkların hiç ama hiç akıllarına getirip yazmazlar.
Ülkemiz birinci sanayi Devrimini (1760-1830) yaşamazken; birincisi ile örtüşen fakat özellikle makine ve bilgisayarla yoğunlaşan, 20. yüzyılda belirmeye başlayan ikinci sanayi devrim süreci ile, 21. yüzyıldaki "yeni sanayi devrimi” sürecini elbette yaşaması olası değildi. Bu nedenlerdir ki, sosyal bağlamda hiç bir "izm''i yaşayamayan ülkemiz insanı, ekonomik bağlamdaki Endüstriyalizm'i (Sanayiciliği) de yaşayamadı.
Hani deniyor ki; Toplu iğnenin bile üretilemediği (Hazret Toplu iğnenin kolay bir sanayi ürünü olduğunu düşünmüş) bir ülkede, zamanla yüzde yüzü Koç İmparatorluğu tarafından yapılan buzdolabı üretilmeye başlandı ve dünyadaki pek çok ülkenin yanında İngiltere gibi sanayi devine de buzdolabı satar konumuna geldik. Doğrudur; İtalya'ya Jant Makine Projesinden sonra, İngiltere'ye Buzdolabı... Bu oluşumlar, gerçek anlamda sanayi süreçlemesi olmadığı gibi; kolektif sanayi anlayışının bir ürünü olan Endüstrializmin (sanayicilik) süreçlemesi hiç değildir. Bu olsa olsa-ki öyledir- montajlı tekelizmin kurumsallık sürecinin başlangıcıdır.
Beyaz eşya üretimi ve benzer sanayi ürünlerinin, tamamının ülkemiz sanayicileri tarafından üretilip dışsatımının yapılabilmesi bence, ülkemizdeki ucuz emek boyutunda güç kazanan, daha doğrusu işçinin kendi bedelinden daha fazla değer üreten işgücünü (emek) çok ucuza işverene satması ile oluşan; Artı emek/ Artı değerin, diğer ürün girdisi Metalardan daha çekici olmasındandır.
Malın değerini belirleyen insan emeğinin (işgücü) pahalı oluşu, Batıda, artıdeğeri eksideğer konumuna getirmekte, bu da Mutlak Artıdeğeri, yani salt sermaye için değer yaratmaya yarayan iş saatinin kazançsız ederini (Maliyet fiyatı) yükseltmekte ve sermayeyi eksiye götürmektedir. Bu nedenle batı, daha az insan gücü isteyen teknolojilerini ürettiğinde, eskimiş ve genelde insan gücü ağırlıklı teknolojilerini söküp, insan gücünün ucuz olduğu ülkelere monte etmektedir.
İşte ülkemizde üretilen sanayi ürünlerinin özü, Artı emek/ Artıdeğerin çekiciliğidir. Doğrusu artıdeğerin ürünüdür. Üstün teknolojinin değil, eskimiş batı teknolojisinin ülkemizdeki doğurganlığıdır; sancısını çekmediği için de sahiplenmeyi, yani satın almayı çıkarı için daha uygun bulur.
Eğer bir ülke Teknoloji devrimini yaşamamışsa; Sanayi devrim sürecini yaşaması olası değildir. Çünkü teknoloji devriminin yan ürünü, sanayidir. Önce teknoloji, sonra sanayi. Batı hep bunu yaptı ve yapmaya da devam etmektedir. Ülkemizdeki Buzdolabı ve benzeri ürünlerdeki ihracat boyutuna kadar varan üretim fazlalığı, teknolojisi transferleri ve bu ithal teknolojinin ikamesi ile ucuz emeğin bütünleştirilmesi sonucu olmuştur.
Batı yukarıda değindiğim gibi, Modası geçmiş teknolojilerini hep ihraç eder. Sanayi devriminin ilk zamanlardaki üstün ürünlerini kendi topraklarda üreterek, dünya pazarlarına egemen oldu. Fakat ikinci sanayi devrim sürecine kadar süren bu yapı, ‘üçüncü sanayi devrim süreci’nin başladığı ilk süreçte, yine her zamanki gibi bilimi sanayiye uygulayarak yeni teknolojiler üreterek, sermayesine hiç bir şey kazandırmayan, aksine sermayesini örseleyen yatırımlarda bulundu(yani ürün değil teknoloji üretti). Yeni teknoloji, yeni ürün demekti.
İşte bu yenilerle üretimini yeniledi. Açığını kapatmak için, yenilerle ülkesinde, eskilerle yabancı ülkelerde (sende-bende) üreterek, dünya pazarlarındaki yerini korudu, hatta daha da güçlendirdi. Dahası ülkesini güçlendirdi, ama başkaları onun eski teknolojisi ile salt kendilerini (bireysellikleri) güçlendirdiler. Bu anlayış bütününde batıda; endüstializm yaygınlaştı, endüstriel demokrasi gelişti.
Eğer, birileri ülkemizde; batı normlarında olmasa bile, bir boyutta Endüstriyalizm var diyorsa, sorarlar adama; ekonomik bağlamdaki küreselleşmeye katılabilme gücünü kendinde görebilen sanayicilerin nitel ve nicel durumları nedir diye. Yani bunların kaç tanesi bilimsel boyutta teknoloji üretip, dünya pazarlarına yeni ürünler sürdüler diye.
Var mı böylesi bir süreç?
Ülkemizde sanayi imparatoru olunabiliyor, ama sanayici olunamıyor gibime geliyor. İmparator olabilmenin uygun değer (Fr. Optimum) noktası, Teknoloji transfer edebilme gücüdür. Bunu da ülkemizde en fazla, bir veya iki ailede görebilirsiniz. Biri de malumunuz birilerinin imparatoru, sayın Vehbi Koç’un; Koç Grubu.
Ülkemizde batılı anlamda sanayileşme gerçekleşse idi, Tekelizmin platformunu güçlendiren bireyci üretim yapısı değil, kolektif üretim yapısı kurumsallaşırdı. Ve ulusal ticaret hacmi gelişirdi. Dolayısı ile de Endüstriyel Demokrasi... Ve de herkes servet dağılımından payını alırdı.
Batının klasik sanayi devriminin ilk süreçlerinde, Dr.Françöis Quesnay ve Jean c.m.v.Gournay'ın ortaya attığı ve Adam Smith tarafından da ele alınan; Devlet vatandaşların işlerine karışmamalı ilkesinden doğan ve sonradan Toplumların ve Ekonomik yapılanmaların düşünselliğine egemen olan; "Laissez-Faire (Bırakınız Yapsınlar)-Laissez- Passer (Bırakınız geçsinler)" sloganı (18.Yüzyıl) ülkemizde 20.Yüzyılda alan bulmuştur. Özünde bir bağlamda tüm ulusal değerlere bireyci yaklaşımlar doğrultusunda saldırı olan bu slogan, ülkemizde daha da yozlaştırılarak eyleme sokuldu.
Yani, biz yüzyıllar sonra birinci sanayi devrimini yaşar gibi olduk. Böylesi ekonomik düşünsellik hala egemenliğini sürdürmekte, sürdürmeye de devam edeceğe benzemektedir. Ekonomideki böylesi yapılanmanın yarattığı sosyal yapıda insanlar kendilerine, asırlardır olduğu gibi yine "İmparatorlarını" üretecekler ve o İmparatorlarının ürettiklerini tüketirken de tükenmeye devam edeceklerdir.
Quesnay ve Gournay düşünselliğinde belirip A.Smith tarafından söylenen; "Bırakınız yapsınlar, Bırakınız geçsinler" sloganının özünde yatan; "Kişi girişimciliği desteklenmeli, yani onların işine devlet karışmamalı, içerde ve dışarıda onlar korunmalı, ancak kişilerin gücünü aşan kamu yararına girişimleri devlet kendi üstlenmelidir" şeklindeki devletin teslimiyetçi dolayısıyla toplum çıkarlarının birkaç kişiye teslim anlayışı, Ülkemizde daha da olumsuzlaştırılarak yaşama geçirildi. Toplum yani çalışanlar dışlanarak birkaç birey, doğrusu "bey' içerde ve dışarıda korunmadı, adeta beslendi. Bu yaklaşım daha da yozlaşarak devamlılığını korumaktadır ve günümüzde yeni finans beyleri yaratılarak korunuyor da.
A.Smith'in iktisadi yaklaşımı doğrultusunda; Devlet Kamu yararını öngören yatırımları üstlenmesi gerekirken, bizde aksine bu temel sektörlerin çoğu, özel sektör girişimciliğine teslim edilmiş durumdadır. Ülkenin temel sektörlerini kamulaştırmak yerine, ancak özel sektörü kurtarmak için bazı sektörü kamulaştırıyoruz. Örneğin, Asil Çelik (Özel sektör kurdu, işletemeyince de devlete sattı, yani devletleştirdi). Ve en önemlisi günümüzde yaşanan ve yaşatılacak olan; özelleştirme saldırganlığı.
Ülkemizde öylesine büyük çelişki yaşanıyor ki şaşırmamak elde değil. Soruyorum, tüketici bizler, tüketim kültürünü inşa eden, dahası kapitalist ideolojinin sahibi varsılların tattığı hangi tadı tattı? Değil kullanmak, hangi lüks binek aracını gördü ? Hangi, gittiği yere gidebildi? Kaçı tüketim kültürünün kaldığı evin sahibi oldu. Dahası;Kaçının cenazesi kendi evinden çıktı? Yani kaçı ev sahibi olabildi? Kaçı, onun giyebildiğini giydi? Demek ki, bu sanayi bütününde, halk değil birileri büyüyor ve yaşamını varsıllaştırıyor.
Bizde hiçbir ideoloji ile bağdaşmayan bir iktisadi anlayış mevcut. Bunu, kendimize özgü, keyfi ve de bireyci çıkara özdeş karmaşık bir iktisadi anlayış olarak da değerlendirebiliriz.
Düşünün, devlet zarar ediyorum diyerek, kamu kuruluşlarını özel sektöre satıyor, yani özelleştiriyor. Özel sektör zarar ediyorum diye, kuruluşunu devlete satıyor, yani kamulaştırılıyor.
İşte size bunun somut örneği: “Asil Çelik, metal sektörü olarak Koç grubu tarafından 1970’lerin ilk çeyreğinde kuruldu. Amaç; ‘nitelikli çelik’ üretmek. O dönemde ‘Pazar oluşturma adına’ nitelikli çelik olgusu kamuoyuna sürekli işlendi. Ve 1975 yılında teşvik belgesini alarak, şirketin yüzde 30’unu halka açtı. 1956 yılında gelişmekte olan ülkelerde özel sektör yatırımlarını arttırmak ve yoksulluğu azaltıp, yaşam standartlarını iyileştirmek üzere kurulmuş olan, Asil Çelik için; Dünya Bankası Grubu'nun üyesi olan Uluslararası Finans Kuruluşu (IFC)’dan dış kredi aldı. 1977’de Bursa Orhangazi’de temeli atıldı. Fabrika 1979’un mayıs ayında üretime başladı.
Fakaaaat; Alınan IFC kredisi için devlet, Koç’a kur garantisi vermeyince, dövizdeki hızlı fiyat artışı karşısında şirket zor durumda kaldı. Koç grubu krediye dolar 14 lira iken almıştı. Dolar 180 TL’ye fırlayınca(1982), Koç grubu 1983’te‘Asil Çelik’in hisselerini Ziraat Bankası’na 2 milyar dolara sattı, şirketin içi boşaltılarak. Nasıl mı sattı? Medyasını harekete geçirdi. Aylarca, Asil Çelik’in öneminden ve vazgeçilmezliği yazıldı. Öyle ki hükümet eğer Asil Çelik’e sahip çıkmaz ise bunun bir vatana ihanet olacağını ve de bunun hesabının sorulacağı söylendi.
Böylelikle; devletin kar eden kuruluşları özelleştirilirken, özel sektör’ün zarar eden kuruluşları devletleştirilmiş oluyordu, ilk kez.
Sonra mı ne oldu? Sonra Asil Çelik, devlet tarafından kâr eden kuruluş haline getirildi ve tekrar özelleştirildi(Gür iş-Parsan ortaklığı)
Tüm bu sektör varyasyonlarında (değişim) çalışanların dışlandığı böylesi anlayışı, ekonomi biliminin neresine oturtabilirsiniz ki?
Doğrusu "özerkleştirme" hiç akla getirilmiyor. Böylesi yaklaşımlar; ülkemizde tüketim toplumunu artıran, Kolektif girişimcilik boyutundaki üretimden yoksun, Tekelci anlayıştaki sektör sahiplerini yani "Tüketim Provokatörlerinin (Halkın tutumluluğunu (Ar. Tasarruf) engelleyen)" kökleşmesini yoğunlaştırmaktadır. Tüketim provokatörleri salt tekelci üretim anlayışları ile kendi ticaret hacimlerini büyütmekte ve güçlendirmektedirler. Bu beraberinde endüstrializme bir yerde de, "Endüstriyel Demokrasiye-Sanayi demokrasisine", büyük darbe vurmaktadır.
Deniyor ki; Ülkemiz Ekonomisinde üç Sektör Var: Kamu, Özel ve Koç sektörü… Özellikle Koç, dünyanın en zenginler listesinde sürekli yüksek yerde olduğu vurgulanıyor.
Burada şunu soruyorum; “Kendi başına üçüncü bir sektör olarak tanımlanabilen, dünyanın en zengini, acaba, bilim ve teknoloji bütünündeki dünya Sanayisindeki sıralamada yeri nedir? Bunu kim yanıtlayabilir?” Bu sorunun yanıtını bence , Koç'un sanayi ürün ve teknolojisi bağlamındaki yaratıcılığında (Yeni buluşlarında) aramalıdır. Ülkende "TEK" olacaksın, dünya tekleri arasında ön sıralarda yer alacaksın ve hiç kimse yukarıdaki soruyu yanıtlayamayacak.
Bu yanıtsızlığın somut nedeni; Ülkedeki Kolektif üretim anlayışını ve üstün teknoloji arayışını, salt kendini egemen kılmak için reddetmektir. Salt kendi sanayini güçlendirme, daha doğrusu sermayeni artırma uğruna; endüstrializmi (Sanayiciliği), yani sanayi demokrasisini dışlayamazsın!
Bu yaklaşım, ülke koşullarında oluşturduğun sanayi anlayışları ile, zenginliğini süreklendirme savaşımını beraberinde getirir ve bu sanayi anlayışı içinde, Ne endüstriyel demokrasiye (Özerkleştirme) ne sanayi demokrasisinin ürünü olan endüstriyalizme (Sanayicilik) gerçek anlamda geçit verilebilir. Devinimi olmayan, belirli süre değişmeyen, yani statik (Ececan buna duratik adını koydu) yapıları dünyadaki sanayi gelişmişliği karşısında harekete geçirerek, yeni sanayi yatırımlarına yönelebilirdik.
Yönelemeyişin nedeninde, gerçek anlamda sanayileşme algısından yoksun özel sektör egemenlerimizin pazar kaybetme endişesi yatmaktadır. Böylesi hareketsizlik ne ülke insanına ne de ülke sanayisine, hele ki dünya sanayisine hiç bir katkı getirmez. Statik anlayışın zaman-zaman göreceli dinamizm kazanmasının bir anlamı yoktur.
Koç için birileri istediği kadar; “arsa ve borsa alanında fiyat dalgalanmalarından yararlanarak kazanç sağlayan (Lat.Spekülatör) ve rantiyeci değil" desinler Koç yine de Bana göre Statik (Statükocu) sanayisiyle ülke geleceğine yanıt vermeyen anlayış içindedir. Koç'un spekülatif yatırımlardan ve rantçılıktan kaçışı yine bana göre, ticari hareketliliğini durağanlaştıracak çekincelerden, hoşlanmamasından kaynaklanıyor. Yoksa Koç paradan hoşlanıyor.
Sayın Koç'un en çok hoşlandığı deyim; "Kafa eskitmek" tümcesinden türettiği "İşleyen kafa hiç eskimez" deyimi imiş. Evet sayın Koç kafasını bu deyim doğrultusunda çalıştırdı, aradı, daha iyisini bulmaya çalıştı, geçerli farklı, değişken (Fr. marjinal) kısa erimli yeniliklere yöneldi, ama salt varsıllığına varlık katmak için. Asla sanayisini dünya ölçeğinde zengin edecek; Teknolojik yeniliğin yaratımında kafasını eskitmedi. Salt cebimizi eskitti, cebini yeniledi.
Evet! ABD'nin Tirajı yüksek ticari dergisinin (Fortune) Koç Grubunu ekonomimizde üçüncü sektör olarak gösterdiğini belirtmiştir. Elbet gösterecek; ABD ürünlerinin çoğunu Koç sayesinde bizlere sunma olanağını buluyor. "The Newyork Times" gazetesi de Koç için: "Henry Ford ile John D.Rockefeller birleşmiş Koç olmuş" diyebiliyor. Bu bana Abartılı bir "destek" atışından başka bir şey değildir. Onlar Koca ABD'nin değil, dünyanın devleri, Koç ise ülkemin devi, tek ortak nokta "Dev" fakat, biri nerde dev, diğerleri nerde dev.
Gerçi ansiklopedileri şöyle bir taradığınızda, devleşme süreçlerindeki ortak noktalara rastlayabiliyorsunuz.
Örneğin Rockefeller'in çalışma hayatına; Bizdeki gibi cami avlusunda ayakkabı bekleyen "Pabuççulara" özdeş ayin eşyası muhafızlığı ile başladığını okuyoruz. Henry Ford'unda Makinist çırağı ve tamirci olduğunu... Sayın Vehbi Koç'un da, Ticarete teneke Peynirlerinin kurtlarını temizleyerek başladığını hepimiz biliyoruz, çünkü yıllardır dinliyoruz. Biriler, biraz daha kendilerini zorlasa; Vehbi Koç'un şiirleşen yaşamını, besteleterek çocuklarımızın "ulusal ninnisi" haline getirebilirlerdi.
İşte Dünyanın iki devi ile ülkemizin devi arasında ortak nokta; her üçü de Özgünlüklerinde benzerlikler taşıyorlar.
Söylenceye göre bizim dev 500 Reşat altını ile işe başlamış. Bu sermaye anımsanacak bir sermaye olmasa gerek? Düşünün, o yılların ülkesindeki 500 Reşat altının yaptırım gücünü.
Çalışma hayatına başladıktan sonraki süreçlerde Sayın Koç ve diğer iki devin zamanla Oluşan sanayi düşünselliklerinde büyük farklılıklar vardır. Fakat ülkemizin sanayi yağdanlıkları; Sanayi kültürü, sanayi anlayışı ve sanayi gücü arasında paralellikler kurmanın ötesinde, benzerlikler bulmaktadırlar.
Özgörevleri tüketim kültürünü pompalayanların dalkavukluğunu yapmak olan yağdanlıklar, gerçeği söylemeye çalışanları servet düşmanı ilan ederek, olumlu yaklaşımları duygu sömürüsüne dönüştürebilmektedirler.
Evet, bu kimlikler, tüketim toplumunu oluşturmaları için, yazılı görsel basının önemli yerlerine konuşlandırılarak, sürekli olguyu farklı yerlere taşıyıp özünden saptırırlar (Fr. Ajite ederler). Temel amaç’ elbette ki’; ülkemizde kurumsallaştırılmış ekonomik yapı anlayışının genel ve kaçınılmaz doğrular olduğu konusunda kitleleri inandırmaktır.
Çağımızın özgün seçeneklerini dışlamak için, seçenek sahiplerini önce servet düşmanı, sonrada ülke düşmanı ilan etmekten çekinmezler. Çünkü servet de onların, ülke de. Ne diyor Hazret: "Ülkem varsa bende varım..." Kimse çıkıp: "İyi anladık kardeşim, ülkem var da ben niye yokum !” diyemiyor. Doğrudur, ‘Ülkem için çalışıyorum, ülkemi var etmek için, onun için varım’ demek istemiş olabilir. Fakat bunu söyleyenin bütçesine, bir de ülkesinin bütçesine baktığınızda, ülke bütçesinden fazla bütçesi olduğunu görüyorsunuz.
Rockefeller sanayi anlayışıyla Koç arasında belirli biçimlenme benzerlikleri görebiliriz?
Örneğin; Çağdaş sanayileşmeyi, yani üçüncü sanayi devrim sürecini başlatacak olan; Teknolojiler geliştirme/ Araştırma Enstitüleri hariç, salt sağlık bilim (TIP) alanında araştırma yapan Rockefeller enstitüsünü kurmuş ve şirket aktifinin büyük bir bölümünü "Chicago" üniversitesine vermesi, çeşitli şekilde eğitim kurumlarına katkısı yanında, dünyadaki petrol endüstrisinin geleceğini sezmesi ile tüm Amerikan petrol endüstrisini ve petrol taşımacığının %90'nını ele geçirmesi, J.D.Rockefeller ile Koç'la arasında benzerlikler olarak gösterilebilir. Bence en önemli benzerlikleri; ikisinin de uzun yaşamasıdır. Her ikisi de, ölüme karşı gizli bir savaş içindeydiler sanki.
Teknopolitikalar platformu
evesbere@gmail.com
0506 609 00 32
DEVRİM ARABALARI VE ÇAKMA SANAYİ İMPARATORLARIN ÖYKÜSÜ-2
Ölüm kaçınılmaz bir son. Hep bu sondan kaçmaya çalışmışızdır. Varsılı, yoksulu, beyazı, siyahı ölümün gizemini yakalayıp ölümsüzleşmek ister. Öldürürken değil, ölürken düşünmüşüzdür ölümün yok ediciliğini, dahası yok ediciliğimizi...
JDR belki de ölümün gizemini çözmek için, sağlık bilimine (TIP), Sanayi için gerekli teknoloji biliminden daha çok yatırım yaparak, yaşanan ve yaşanacak olan tüm zamanların en büyük bulgusuna ulaşmak istiyordu. Hücrelerin yaşlanma ile başlayan düzensizliklerini disipline ederek, insan ömrünü sonsuzlaştıracak, en azından "süre uzatımı alarak" öteleyecek olan böylesine bir bulguya kim hayır diyebilir ki(?!).Hiç kimse. Başta JDR ve gibileri...
JDR sonsuz sermayesini sonsuza değin izleyebilme şansını yakalayabilmek için, kim bilir; adını taşıyan enstitünün böylesi bir bulgu için yapmış olduğu çalışmaların sonucunu, ölümüne dek ne büyük umutlarla beklemiştir. Çünkü bu bulgu yaşamının en büyük vurgunu olacaktı.
Ölümsüzlük bulgusuna, hiç kimsenin "Hayır (!)" demeyeceğini vurgulamıştım. Demeyeceklerden bir tanesi de; yoksulluğu tanrıya özgü bir iyilik olarak görüp, birilerinin kendisine yüklediğine inanmayan ve sonsuza dek taşıyacağını kadermiş gibi görenler. Eğer, ölümsüzlük bulgulanırsa, belli ki yoksulluğu sonsuza dek yaşayacaktır. Birileri de kendilerini sonsuza dek mutlu hissedecektir.
Bunlar, işin "Biogenetik " gülmecesi. Biz devler arasındaki; benzerliklere ve benzersizliklere devam edelim: Sayın Vehbi Koç, JDR gibi benzeri eğitim alanlarına el atmıştır. Örneğin son zamanlarda herkesin bildiği "Koç üniversitesini" kurdu. Çok önceleri eğitim kurumları çevresinde "Koç" adı altında öğrenci yurtları serpiştirmişti. Amacı; eğitimin yaygınlaşmasına "Katkı" olarak yorumlanıyordu.
Üniversiteye başladığım ilk günlerde, Ankara Maltepe’deki Koç öğrenci yurduna bende başvuru yaptım, fakat diğer arkadaşlar gibi geri çevrilmiştim. Neler istememişti ki; liseyi bitirme, ve Üniversiteyi kazanma derecemden, Aile özgeçmişine dek neler, neler...
Üniversiteye dek tüm okulları birincilikle bitirme koşulundan kaybettik. Kısacası yurt için belirlenen ölçütlere notlarımız uymuyordu. Olmadık düşüncelere kapılarak; yurtlarını, üniversiteler arasında konuşlandırılmış, üstün beyinlerin toplatıldığı "Kamp alanları" olarak değerlendirmiştim. Sanki bu nedenle bu kampa alınmamış ve yararlandırılmamıştık. Gerçi; yüzüme gözüme dursun (!) Yurdun altındaki kantinden, ucuz olduğu için, az yemek yememiştim.
Bir şekilde de olsa, eğitim sürecine bir boyutta yaklaşılıyor idiyse de, temel amaç eğitimin yaygınlaşmasıyla taşraya ve kentlerin taşrası, gecekondu ve varoşlarına uzanmaktan çok; sermaye ve sanayi anlayışını, yaygınlaştıracak yetenekli beyinlere uzanmaktı. Bu beyinleri, genelde kendi iş alanında değerlendirmekteydi.
Salt Koç değil, diğerleri de , üstün beyinleri topladıkları o günün yurtlarına günümüzde kurdukları Üniversiteleri de eklediler. Özellikle İstanbul boğazını talan ederek. Üniversiteleri hem pahalı hem yüksek puanlı. Ve bugünün üniversitelerinin bana göre işlevi, o günün yurtlarıyla aynı diyorum. Buralarda yetiştirdiklerini, hem iş alanında, hem de siyasi alanda etkin kılarak, siyaset ve ticaret bütünlüğüyle ekonomilerini güçlendirecek süreçler işletmeye başladılar. İşletmeyi de sürdürüyorlar.
Günümüzde ekonomik bağlamdaki sınırların kaldırılmasıyla oluşturulmaya çalışılan yeni düzende, yani "Ekonomik Küreselleşmede" üniversitelere büyük görevler düşmektedir. Eğer üniversiteler, salt yukarıda belirttiğim gibi holdinglere eleman yetiştiren kurumlar olarak değerlendirilirse, değil ülkemiz için, gelecekte, tüm dünya ülkeleri için, zorunlu bir gereklilik olarak belirecek olan; "Sosyal Küreselleşme" düşünselliğini, tümden yok edecektir. (Birilerine göre, aksine besleyecektir, fakat ben buna katlmıyorum).
Gözlendiği kadarı ile; "Ekonomik küreselleşme" olgusunu şöyle tanımlıyorum: “Endüstriyalizmi (sanayiciliği) yaygınlaştırmak amacıyla, tekelizmin ve onun yarattığı, tekelci anamalcılığa özgü şirketler birliğinin, yani tröstlerin kendilerine kapattıkları sınırları, yine kendilerine açmalarıdır.” Bunu evrensel boyuta vardırmanın somutu da; gümrük sınırlarının açılması özündeki Gümrük birliğidir.
Bir bağlamda Batılı Sermayenin sınır ötesi hareketi de denebilir. Birilerine göre; ekonomik küreselleşme ile, yani sanayiciliğin evrensel boyutta yaygınlaşması ile kendiliğinden doğacağı savlanan, ama özündeki karşı savları hala koruyan "Sosyal Küreselleşme" ise: Hümanizmle örtüşen, Dünya halklarının kardeşliğini temellendirilen, coğrafi sınırlarının kaldırılması düşünselliğidir(Ütopyacı bir evrensellik diyenler serbestir...)
İşte böylesi bir düşünce düzensizliğinde, yani hangi "Küreselleşme" savunusunun yapıldığı belli olmayan bir düzensizlikte, üniversitelerin işlevi ne olmalıdır? Holdinglere eleman mı yetiştirmelidir, yoksa geleceğin sosyal yapısını belirleyecek olan konu uzmanları ve bilim adamı mı yetiştirmelidir tartışması yapılırken, sermaye üniversitelerini tartışmaya gerek var mı? Hele ki yurtlarını, hele- hele paralı eğitimin yaygınlaştırıldığı ülkemiz anlayışını.
Gelelim H.Ford ile Sayın Koç'un Benzeşen veya benzeşmeyen yanlarına: H.Ford, çalışma hayatına Makinist çırağı olarak başlamış. Babasının çiftliğinde kurduğu, küçük makine atölyesini zamanla geliştirerek; üretim teknolojisi geliştirme boyutuna vardırmış ve hareketli bant sistemiyle büyük ölçekli üretim aşamasına vardırmış.
Gerçekten "Otomobil Sanayicisi", yani sanayi devrimcisi. Kurduğu, "Ford motor company" adlı otomotiv şirketi ile; diğer otomotiv sanayicileri gibi; salt, altı/sekiz silindirli motor, Vites, hidrolik fren değil; uzay sanayisine yönelik, elektronik araç ve gereçlerin geliştirilmesi ve imalatına yönelmiş; Büyük bir sanayi dev idi. Avrupa, Latin Amerika, Kanada, Asya, Güney Afrika ve Avustralya'daki montaj fabrikaları ile-Ford Markasını Otomobilin simgesi haline getiren yaygınlığı sağlamış dev bir kuruluşun yaratıcısı idi.
Koç grubu kimdir?
Koç grubu; Ford ve benzeri yaratıcı sanayicilerin ürünlerini dünyada yaygınlaştıran bir montaj sanayicisidir bana göre. O, mekanik olmayan bir enerjiyi bir harekete dönüştüren, tersi; her hangi bir enerjiyi mekanik enerjisine dönüştürme yetisini yakalayıp gerçekleştireceği üretimle, teknoloji bütünlüğünü yaşama geçirmiş bir sanayici olmalı idi. İşte o zaman salt kendisini değil beni bile kurtarırdı.
Fakat şu bir gerçek ki Koç daha yeni(16 Ocak 2012) Otomobil yapım sürecine girdi. İnanın, bunda da 1970’ler sonunda ve 1980’ler başındaki, sanayimize katkı bağlamında kurduğu ve satamayınca devlete sattığı “Asil Çelik” kadar samimi olduğunu düşünüyorum.
Çünkü; Başbakan Recep Tayyip Erdoğan’ın Ocak 2011’de ilk olarak TÜSİAD Genel Kurulu’nda dile getirdiği ve hükümetin 2023 programı içindeki en önemli hedeflerden biri olan ‘Türki oto projesi’ne Koç Grubu sıcak bakmanın ötesinde yaşama geçmesi çin çalışmalara başlayacağının sözünü verdi. Söz verdi vermesine de, nasıl yapacağı konusunda, dahası salt kendi yapıp yapmayacağı konusunda net değil. Alınan duyumlara göre, Koç Grubu bu süreci , Tofaş’taki ortağı İtalyan Fiat’ın teknolojik desteğiyle başlatacak. Fiat’ın mevcut modellerinden yola çıkılarak geliştirilecek aracın, tasarım ve mühendislik çalışmalarını Koç’un Tofaşı ile yapacak olması, beni kendimize özgü otomobil yapımında fazla umutlandırmıyor.
Nedeni; Türkiye’de otomotiv üretiminin yüzde 50’sini gerçekleştiren Koç Holding’in, Türk malı oto planının satırbaşlarına baktığınızda; Fiat’ın B veya C sınıfının düzlem ve altyapısı kullanılacak olması ve yedek parça tedariki ile tasarımının Türkiye’de gerçekleşecek olması bir yana; Motor ve şasisi ilk etapta Fiat’tan gelecek olması, yapılacak otomobilini ne denli Türk ürünü olacağını tartışılır hale getirmektedir. Aslında, bu plan ürünü otomobilimizin de ‘var olan’montaj sanayimizin bir ürünü olarak karşımıza çıkacağını göstermektedir. Bu nedenle tartışmaya bile gerek yok. Onun için, sayın ilgili bakanın; “Türk malı oto için çalışan çok, birkaç marka çıkarabiliriz” açıklamasını samimi bulmuyorum.
Şu bir gerçek ki; “yerli otomobil” proje yapımı, Koç’a değil FİAT Grubu’na verilecek. Koç sadece kardan pay alacak gibi. Amaç yerli üretim değil, dolar üretimidir. Yani, Koç’un kazanım kültürüne yenilik katmak…
Koç bu düşünceye başta karşı çıktı, çünkü montaj geliri azalacaktı. Bunun için devletin ortak olmasını istedi. Bunun için teşvik payını artırmak için proje maliyetini 2 milyar’dan 6 milyarlara çıkardı? Sanki iktidar ve Koç Holding bu projeyi kurgulamışlar gibi.
Asla, benim Türkiye’m de kendi otomobilini üretiyor gururunu yaşayacağımızı zannetmiyorum.
Ülkemin sanayileşme öyküsüne derinlemesine bakabilmek için, epey gerilere gitmek gerektiğini düşünüyorum:
Aslında bu süreç, dahası ‘Araba sevdası’ bizde Marchall Fonu ile başlamadı, bu tüketim sevdası 19 yüzyılın ikinci çeyreğinde( 16 Ağustos 1838). Sadrazam Reşid Paşa’nın, ‘Devletçi ekonomiyi rafa kaldıran ve iç pazarını tümüyle yabancılara açan “Osmanlı-İngiliz ticaret Antlaşması”nı imzalamasıyla başladı. Sonuç: Osmanlı Kuruşu; bir İngiliz Sterlini karşısında sürekli değer yitirdi ve Osmanlı nüfusu giderek yoksullaştı. Küçük bir azınlık ise Avrupai yaşamın getirdiği tüketime yöneldi. “Araba Sevdası” başladı. Bunu gören Avrupa sürekli Osmanlıya sermaye akıttı, yani borç verdi ve borçlandırdı. Savaşlar da eklenince faizini bile ödeyemedi(1875).
Bu Osmanlı’nın iflası demekti ve ardından ayaklanmaları beraberinde getirdi. Örneğin Sırp ve Bulgar isyanları(2002 sonrasının Türkiye’si sanki böylesi bir sürece sokuldu gibi.). Ruslara yakınlaşan Sultan Abdülaziz, İngiliz dostu Başbakan (Osmanlıcc, Sadrazam) Nedim Paşa kışkırtmasıyla askeri darbe ile tahttan indirildi.
Yoksulluk ve yıkımlar I. Dünya Savaşı sonuna kadar sürdü. Emperyal güçler Osmanlı topraklarını, hatta Anadolu’yu paylaşmaya başladıkları noktada, bilindiği gibi Büyük önder Atatürk 19 Mayıs 1919’da Samsun’a çıkarak ‘Kurtuluş savaşını’ başlattı. Yok Sultan Vahdettin para verip Anadolu’ya göndermiş.
İyi de, aynı Vahdettin neden; Düyun-u Umumiye’den(Osmanlı İmparatorluğu’nun dış borçlarını denetleyen kurum) 900 bin lira ve Osmanlı Bankası’ndan 1.340 bin lira borç alıp kurduğu Kuvay-i İnzibatiye’yi niye Atatürk ve arkadaşlarının üzerine sürdü? İşte; Mustafa Kemal Anadolu’muzun/Türkiye’mizin yazgısını bu koşullarda değiştirdi. Ve ardından, savaştan yeni çıkmış, hiçbir altyapısı olmayan yeni ülke ekonomisini, teslim anlaşmalarını(Lat.kapitülasyon) kaldırarak inşa etmeye başladı.
Tüm çabalara karşın Osmanlı’nın kurumsallaştırdığı dışa bağımlılık, özel sektörü öne çıkarması nedeniyle, sanayinin kurulmasını genç Cumhuriyet, yani devlet üstlenmek zorunda kaldı. Bildiğimiz, Sovyetler Birliği ile kredi antlaşması imzalanarak(1934), demir çelik, kağıt fabrikası, mensucat vb sanayi kuruluşları yaşama geçirildi. Atatürk kendi parasıyla İş Bankasını kurdu. Ulaşımda ağırlığı demiryoluna vermek için, Ankara demiryolu hattı ve Haydarpaşa Limanı ulusallaştırıldı. Ve de İstanbul’da otomobil fabrikası kuruldu(Falih Rifki Atay).
Sanayimizi irdelemeyi sürdürmek için yakın zamanımıza dönelim:
24.04.1996 tarihli gazetedeki bir haber; vurguladığım, sanayi üretimi ile teknoloji üretim bütünselliğinin, ülkemiz sanayisindeki önemini çağrıştırması açısından dikkatimi çekti;
Haber alt başlığı:" Uluslar arası Giyim Sanayicileri federasyonu Başkanı Hasan Arat, Avrupalı tekstil makinesi üreticilerini Türkiye'de yatırım yapmaya davet etti..." şeklindeydi. Haberi Türkiye'ye makine satan üreticilerin artık Türkiye'de yatırım yapmalarının zamanı geldi diye devam eden bölümü, sanayi aymazlığımızın somut bir vurgusu idi adeta.
Ne demek "Türkiye'ye Makine satan sanayicilerin artık Türkiye'de yatırım yapmalarının zamanı geldi artık!?" Bu zaman, ne zaman bizim sanayicilerimize gelecek? Yazının bir yerinde de; özellikle, Orta Asya ve Rusya pazarlarının çok cazip hale geldiği belirtiliyordu. Bizler Madem başkalarının makineleri ile Avrupa Tekstil piyasasını sarsabiliyoruz. Niçin; Bu yeni Pazarları, "Tekstil alanında" makine üretimleri ve ürünleri ile tümden ele geçirmiyoruz? Çünkü, bizim sanayi aslanları; Başkalarınki ile hemen üretip, hemen kazanmayı seviyorlar. Bilinçsiz bir savsaklama da olabilir. Ne dense densin (!) ortada; salt birilerini zengin eden, ülkeye pek katkısı olmayan bir sanayi anlayışı var. Bunu hiç kimse yadsıyamaz. Evet, yalnız tüketici üreten, sanayi üretim anlayışı.
Tüm bu vurgular; teknolojiler, makineler üretemiyoruz’un haykırışıdır. 26.04.1996 günkü yazılı basında, yine bir başlık: "İhracata Ar-Ge (Araştırma-Geliştirme) desteği başladı…"
Yazı; Genişliği 6 cm ve 16 satırdan oluşuyor. Gazete genişliği 40 cm. olduğuna göre, medyanın Ar-Ge'ye ne denli önem verdiğini siz düşünün. Bu ihracatın araştırma-geliştirmesi, teknoloji üretimindeki Ar-Ge değil. Birilerinin Ar-Ge' açılımı; Araklama- Geliştirme olsa gerek.
İhracattaki Araştırma geliştirme' konusu yazıda şöyle devam ediyor: İhracatta nakit desteklerin kaldırılmasından sonra, geçen yıl uygulamaya konulan Ar-Ge desteği için TÜBİTAK tarafından değerlendirilmesi yapılan dokuz proje kapsama alındı ve bunlar için DTM'nin uygun görüşü ile 39 milyar ödendi...
Burada benim dikkatime konu olan; TÜBİTAK 'in, yani tek bilimsel kuruluşumuzun; Teknoloji araştırma-geliştirmede değil de, ihracatı araştırma ve geliştirmede yoğunlaştırılması ve bu alanda daha başarılı olması. Amacım, TÜBİTAK' in Sosyal bilimler dalında yoğunlaştırılmaması değil, en az bu bilim dalı kadar; Ülkemiz sanayisi için gerekli bilimselliğe, yani Fen ve Teknik bilimler dalında da yoğunlaşması. Ve böylesi bir yoğunlaşmada salt devletin değil de, dünya sanayi devleri olarak gösterilen ülkemiz sanayicilerinin de katkı bağlamında yer alarak; sanayi teknolojisi özündeki Ar-Ge olgusunu geliştirmeleridir. Bu yaklaşım bir bağlamda, Ülkemiz sanayisinin yaygınlaşmasını sağlayarak, sanayideki tekelizmi kıracaktır.
Bakın batı toplumlarına, özellikle ABD'ye; ekonomideki paylarını gerileten 'Anti-Tekel" yasalarını çıkardıktan sonra, kolektif sanayi anlayışı içinde, Üstün teknolojilerini, daha doğrusu şirketlerini birleştirerek, gelecekte çağın özgün sanayisi olacak olan "Uzay sanayisine" doğru hızla adım attıklarına. Ama biz hala, onların eskimiş teknolojileri ile, bireyci özdeksel egomuzu doyuma ulaştırmaya çalışıyoruz. Kimse bu nedenle beni; Henry Ford(HF)+ John D.Rockefeller (JDR) = Vehbi Koç(VK) yağdanlık denklemine inandıramaz. Bu tek bilinenli yağdanlık denklemini çözdüğümüzde görülecektir ki; HF büyüktür JDR'den, o da büyüktür VK'dan, o da büyüktür senden- benden. Yani: hf>jdr>vk>sen-ben. "The New York Times" yağdanlık denkleminin özü ve öyküsü budur, bence.
Ve günümüzde de aynı kapıya çıkan yağdanlık denklemi uygulanıyor; Orta Doğu’nun ve gelecekte Avrupa’nın lideri gibisine.
Bu sanayi mantığı dün; Eski Marchall Fonu, yani Amerikan’ın para dağıtma fonu ile beslendi. Hani bizleri 1950’lerde ülkemizi küresel efendinin kucağına oturtan fon. İşte bu fon 1970 yılında Almanlara devredilerek küresel efendinin çıkarlarının Avrupa bekçiliği Almanlara ihale edildi.
İşte bu Fon bugünde benzer işlevini sürdürerek Türkiye’de istedikleri ekonomi yapısını kurgulamayı 2000’ler sonrası da sürdürüyor. Özellikle 2002 sonrasının iktidarı hem bu vb fonlar aracılığıyla, hem de; ABD`de dünya siyasetini tepeden yöneten ve ABD ordusunun planları ve stratejilerinin değerlendirdiği gizli ve özel oda denilen; `think-tank(düşünce kuruluşları)` aracılığıyla Türk ekonomisini istedikleri gibi yönlendirmektedirler. Özellikle Türkiye’yi olduğundan fazla başarılı bularak, dahası göreceli ekonomik göstergelerini, sürekli göstergelermiş gibi algılatıp sömürülerine süreklilik kazandırmaktadırlar.
Eğer, yanıltma özündeki bu abartılı başarı süreçlerini gerçek olarak yaşamak isteseydik ve de gelişmiş ülkelere sanayimiz için; "Henry Ford(HF) ile John D.Rockefeller(JDF) birleşmiş Türk sanayisi olmuş" dedirtmek istiyor olsa idik; özellikle Marchall Fonu’nun verdiği kredileri koşulsuz kendimiz yönlendirir ve yatırıma dönüştürerek, Kendi otomobilimizi üretim sürecine sokardık.
SANAYİMİZ BÜTÜNÜNDE DEVRİM OTOMOBİLLERİN ÖYKÜSÜ:
Öyle bir öykü ki, sanayimizin var olmayan kimliğini değil, bundan sonrasının kimliğini ortaya çıkaracak bir öykü…
Bu öykü, Eskişehir’de 23 kişilik mühendisler ekibinin 29 Ekim 1961 de başlattığı “Devrim Arabası”’nın öyküsüdür.
“Devrim Otomobilleri”nin öyküsel serüveni, 12 Mart ve 12 Eylül faşist askeri mantığıyla değil, 27 Mayıs 1960 Devrim sürecinin simgesi ‘askeri-Sivil dayanışma’ mantığıyla, 16 Haziran 1961’de başladı.
‘Devrim’ adı; yerli ağır üretim endüstrisi alanında Türkiye için gerçekten bir devrim başlangıcı olacağı için verildi. 27 Mayıs 1960 ihtilalın ardından gündeme geliş sebebi, oluşturulacak yerli ağır senayı aracılığıyla, bağımsız ulusal ordunun; kara taşıma, hava ve zırhlı savaş araçların üretimi, yani ‘Silah Sanayisi’nin kurulması…ABD’nin silah sanayisi ile ayakta durduğunu unutmayın…Devrim Otomobillerine karşı çıkışın altında, Türkiye’nin emperyallere Pazar olmaktan çıkıp, üreten ve emperyallerin pazarına ortak ülke olmasının korkusu yatabilir mi?
Gerçekten; Devrim Otomobili süreci işletilse idi, ülkem dünyanın en büyük makine sanayilerinden birini kurmuş olacaktık.
İşin özü, günümüzde bile, yalın sivil mantığın gerçekleştiremediği ‘yerli otomobil yapımını’ 51 yıl önce askeri-sivil mantığın gerçekleştirmesidir. Bu süreçle ilk etapta, ordunun binek otomobil gereksinimini karşılamaktı. Ve bu amacına ulaşmak için; 1.400.00 TL ödenekle ‘4,5 ay gibi’ acele bir süreçte seri üretime geçmek adına; kaputundaki ve jant kapaklarındaki 'Devrim' arması dahil her şey elde üretildi. Ne yazık ki; seri üretimi gerçekleşemediği için bir marka haline gelemedi.
Devrim Otomobili kimlerle gerçekleşti?
İnanan yurtseverlerle. Bu işe karşı olanlar, yurdunu sevmeyenler ve de kendine güvenmeyenler.Asıl aktörler ise; Türkiye’nin kalkınma sürecine girmek istemeyen batı sanayisinin ajanları idi.
İşte o, kendine güvenen ve inanan yurtseverler: Yönetim Grubu: “Y. Müh. Emin Bozoğlu TCDD Genel Md.Yrd-Y. Müh. Orhan Alp TCDD Fabrikalar Dai. Bşk-Y. Müh. Hakkı Tomsu TCDD Cer Dai.Bşk-Y. Müh. Nurettin Erguvanlı TCDD. Cer Dai.Bşk.Yrd-Y. Müh. Mustafa Ersoy Esk. Demiryol Fab.Md-Y. Müh. Celal Taner Adapazarı Demiryol Fab.Md-Y. Müh. Mehmet Nöker Ankara Demiryol Fab-Y. Müh. Hüsnü Kayaoğlu TCDD Gn.Md. Müşaviri-Y. Müh. Necati Peköz TCDD Gn.Md. Müşaviri”
Tasarım Grubu: “Y. Müh. Nurettin Erguvan-Y. Müh. Ercan Türer-Y. Mimar Kemal Elagöz”
Motor Şanzuman Grubu: “Y. Müh. Mehmet Nöker-Y. Müh. Gültekin Sabuncuoğlu-Y. Müh. Salih Kayasağın-Y. Müh. Rıfat Serdaroğlu-Y. Müh. Şecaattin Sevgen-Y. Müh. Kemalettin Vardar-Y. Müh. Şahin Karadağ”
Karoseri Grubu: “Mak.Müh. Celal Taner-Y. Müh. Faruk Akyol-Y. Müh. Samim Özgür-Y. Müh. Salih Kaya Sağın-Y. Müh. Hamdi Tahıllıoğlu”
Süspansiyon ve Fren Grubu: “ Mak.Müh. Hamit İşeri-Y.Müh. İsmet Özkan-Y.Müh. Mustafa Seyrek”
Elektrik Donanımı : “Y.Müh. Hasan Dinçer
Döküm İşleri: “Metaralurjist İsmail Sıdal”
Satın alma İşleri ve Maliyet Hesapları: “Y.Müh. Yavuz Yücel” Kıbrıs Barış Harekatına sahip çıkıp ‘Kendisine Mücahit Erbakan dedirten’ Necmettin Erbakan; “zamanın ihtilal hükümeti, Eskişehir demiryolları Cer(Fr. Ve Arapça, çekmek. Vagon fabrikası anlamında kullanılıyor) Fabrikası’nı benim emrime verdi. Buradaki Türk mühendis ve işçilerle el ele vererek, Türkiye’nin ilk ve tek 'devrim' adlı yerli otomobilini ürettik.” diyerek Devrim Otomobillerine de sahip çıkması işin trajik ve komik yanı.
30 inançlı mühendis bu işin gerçek öncüleridir. Yalnız, dönemin Cumhurbaşkanı Cemal Gürsel’i ve de Ulaştırma Bakanı Orhan Mersinli’yi, bu sürecin öncüleri arasında yazmamın doğruluğu tartışılabilir. Erbakan grubu ise tartışmasız reddedilir. Çünkü bu süreçte yok…
Birileri; “Devrim Otomobiline başlansın ” derken, 30 inançlı insan ise; “At neslinin ıslahı için 25 milyon lira ödenek ayrılırken, Devim için 1 milyon 600 bin lira ödenek ayrılıyor.” Diyerek sitem ediyor. Ki haklılar.
Aslında; Cemal Gürsel paşa, başından beri; Devrim otomobili projesinin yapım sürecinde yer aldı. Yanı projenin yanındaydı, çünkü, umutluydu. Dahası heyecanlı bir bekleyiş içindeydi. Duruşu bu iken, işleyen süreç o’nu beklenmedik bir şekilde değiştirdi. İlk ‘Devrim Otomobili’, kendi tanıtımını yapmak ve ilk görevini de yerine getirmek adına, Cumhurbaşkanı Cemal Gürsel’i Cumhuriyet Bayramına götürecekti.
Fakat, benzinin bitmesi nedeniyle sadece 200 metre gidebildi. İşte, Cemal Gürsel’in bu yaşanan beklenmedik olay karşısındaki anlık tepkisi, öteden beri yanında gözüktüğü projeye bakışını bir anda örseledi. Eğer; benzin olayını geçiştirip projeyi gerçekleştirenlere, yanı kutsal emeğin sahiplerine teşekkür ederek, onları önere etmiş olsaydı, belki de Devrim Otomobilleri günümüz bulvarlarında, otobanlarında seyrediyor olurdu.
Sanayi Bakanının ve bürokratlarının şiddetle karşı oluşunu sezinleyen ve; “Devrim otomobillerinin yapabilmek için, öncelikle zihinlerde devrimim gerekir” diyebilen bir Cemal Aga, içsel patlamayla; “Garp kafasıyla araba yaptık, şark kafasıyla benzin koymayı unuttuk" şeklindeki ‘Güldüşün’ bütününde gösterdiği öfkeyi dizginlemeli idi. Dizginlemek bir yana, diğer devrim arabasına binerken, “Bunun benzini olsa barı” diyerek, öteden beri projeyi karalayan basına katkı verdi.
Aksine; İngiltere kraliçesinin yolda kalan Limuzin’ini arkadan itekleyen Lordlar’ın basında yer alan resmini anımsayıp pratik zekâ örneğiyle, oradaki 23 inançlı mühendisin bozulan moralini düzeltebilir, onları gelecek adına yüreklendirebilirdi.
Evet; Cemal Gürsel; 30 inançlı mühendisi, ‘nice nitel 30’larca inançlı mühendisleri gündeme getirme adına’ destekleyemedi ve de, devrim otomobilini kesinlikle isteyenlerin “Bugün başlamaz isek, ne zaman başlayacağız?!” feryadına kulak veremedi.
Bundandır ki devrim otomobili üretim sürecinin başlangıcı olabilecek süreç ‘birilerinin istediği gibi’ durduruldu. İnanın, böylesi bir süreç işleseydi; bu devrim arabası şimdi son ürünlerini Japonya’ya ithal ediyor olacaktık.
Cemal Aga’nın ‘Devrim Otomobili duruşundaki’ netsizlik karşısında, özellikle basın ve de proje yapımcıları çıkıp şu gerçekleri söylemeli idi: “Eskişehir’den Ankara’ya taşınan Devrim Otomobillerine ‘kömürle çalışan trenin lokomotifinden sıçrayacak kıvılcımla yanmaması için Lokomotife daha yakın olan Siyah Devrim otomobiline gerekli az benzin konduğu-Otomobillerin gereksinimi olan benzinin aslında Ankara'da konvoy yolunun üzerinde bulunan bir benzin istasyonundan alınmasına karar verildiği
- Fakat; Cumhurbaşkanının Meclis önünde beklediği söylenince yakıt ikmaline, fırsat olmadan hemen meclise gidildiği
- Cumhurbaşkanı var olan Bej ve Siyah Devrim Otomobillerinden siyah olanının beğendiği
- Otomobilin 200 mt sonra benzini bittiği
- Cumhurbaşkanı gezisini benzini olan bej arabayla sürdürerek, Anıtkabir'e ve tören alanına gittiği…”
Bu gerçekler söyleneceğine, aksine; 30 Ekim 1961 sabahı yayınlanan tüm gazeteler ağız birliği etmişçesine , hem Devrim sözcüğüyle hesaplaşma, hem başarıyı karalama hırsıyla basın, ‘adeta bilerek’ olayı yanlış ve yalan haberleri manşetine taşıdı. Ve seri üretimi düşünülen devrim otomobili için, seri suçlamalara geçildi; “devletin parasını boş yere gömdünüz, araç 200m gitti durdu , bu muydu araba…Devrim yolda kaldı.
Devrim'in benzini bitti… Devrim yürümedi… Devrim ancak 200 metre gidebildi" gibi. Eğer, gerçekleri göz önüne alınsa ve açıklamalar bu doğrultuda cesaretle yapılsa idi, bunların hiçbiri yaşanmayacaktı. Yani, 29 Ekim 1961 günü doğan Devrim Otomobili, aynı gün öldürülmeyecekti.
Düşünün; "Motor yapılamaz" diyenlerin(doğrusu yapılmasını istemeyenler) baskısına karşın kısa sürede motor yapılmıştı. Yani; "Milletin parası har vurup harman savruldu" çığlıkları atılmasına karşın. 1 milyon 600 bin liraya dört adet ilk örnek otomobil yapılmış, bunlar için çeşitli tip ve güçlerde 7 motor üretilmiş, özel kalıplar hazırlanmış, tezgahlar kurulmuştu. Ama bunların hiçbiri dikkate bile alınmadı. Aksine; bir ithal otomobil 50 bin liraya satılırken, Devrim otomobillerinin üretimi için "tahsis" edilen 1 milyon 600 bin lira bile çok görülmüştü.
30 inançlı insandan biri olan Salih Kayasağ’ın dedikleri, Devrim Otomobilleri’nin yaşama geçmemesi için ‘bir kesimin’ nedenli kararlı davrandığının göstergesidir: “Devrim otomobilleri için Eskişehir İl Trafik Müdürlüğü'ne birkaç kez tescil, ruhsat ve plaka için başvurulmasına karşın. Ford, Fiat, Dodge gibi ‘Menşe Şehadetnamesi(ürün kimliği)’ yok denerek ruhsat verilmemiştir.”
İnsanı düşündüren ve üzen olay; Devrem Otomobilleri nin bu kesim tarafından istenmesi ve presle ezilmesi ve de son kalan otomobilin bozuk olduğu gerekçesiyle gönderilmeyip saklanmasıdır.
Bu işleyen süreç bir çeşit ceza idi; çünkü; “Devrim Arabalar” filminde, Latif’in (Selçuk Yöntem) Necip’e (Onur Ünsal) söylediği gibi; Türkiye’de hiçbir başarı cezasız kalmıyordu. Ve böylelikle, ulusal otomobil yapılmasını engelleyemeyen güç, seri üretimi engelliyordu. Ve bir zamanlar dünyada adı dahi bilinmeyen pek çok otomobil firmasından önce başlanan bir girişim de böylece doğmadan öldürülmüş oluyordu.
Bu yaşananlar karşısında; 1960 darbe mantığını yargılayan;, fakat;12 Mart ve 12 Eylül faşizmini es geçerek adeta korumaya alan bugünün mantığı da, ‘Devrim Otomobili’nin öncü mühendislik emeğini gizliden gizliye yargılamaktadır. Bunlar, ülkemin otomobil sanayisini, ‘birileri gibi’ kurumsallaşmasını istemeyenlerdir. İsteyenler de, istemeyenleri yargılamaları gerekirken ‘günümüzde’ insaf ölçüsünü kaçırmasalar da, alay etmişlerdir: “Devrim’in 1961 Türkiye’sinde bir şansı olabilir miydi? Hayır!” diyerek.
O gün devrimi istemeyenler ile, bugün yerli otomobil yapımından söz edenlerin aynı söylem içinde olmaları ‘yerli otomobil yapımı’ konusunda samimi olmadıklarının göstergesi benim için: “Devrim’in şansı yoktu. Dönemin Ulaştırma Bakanı Orhan Mersinli’ye görücüye çıktığında ‘emme manifoldu. (motorun gereksinimi olan hava yakıt karışımını elverişli duruma getiren parça) kapakçığı’ unutulmamış olsaydı.
Ankara'da Cemal Gürsel'e sunulmaya götürülürken deposuna benzin doldurulsaydı; TBMM önüne giderken 'Yolda Mobil'e uğrar benzin alırız' denip benzin istasyonuna giriş, kalabalık ve aceleci polis eskortları tarafından engellenmeseydi; Devrim'i yapan mühendisler, Ankara programını bilseler ve 'Nasıl olsa yalnızca gösterilecek' diyerek henüz denenmemiş 'siyah' Devrim'i Ankara'ya götürmeselerdi; Cemal Paşa'nın canı o anda 'bej' Devrim yerine 'siyah' Devrim'e binmek istemeseydi ve hepsinden önemlisi basın olayı bu kadar çarpıtıp, büyütmeseydi... Bütün bunlar olsaydı yine de bugünlerde ülkemizin yollarında Devrim'ler dolaşıyor olur muydu bilinmez(26 Ekim 1996 Aksiyon Dergisi)….”
Bence kesinlikle dolaşıyor olurdu. Ve günümüzde Japon ve Güney Kore otomobilleri Türkiye’de değil, Devrim Otomobilleri bu ülkelerde dolaşmayı bırakın, bayilik savaşlarına neden olurdu. Uzakdoğulular bati emperyalizmini dinlemediler, varsıl oldular, biz ‘yakındoğulular’ dinledik varsız olduk, arsız batı ajanları ve ülkem işbirlikçileri yüzünden. Gerçekten; Devrim doğduğunda, Japon otomotiv sanayi henüz emekleme safhasındaydı. Güney Kore mucizesinden ise hiçbir eser yoktu.1961’de başlayan süreç baltalanmadan devam etseydi, bu gün Toyota ayarında bir yerli otomobilimiz olabilirdi.
Deniyor ki; “Devrim’in seri üretimine 1964 yılında geçilmesi planlanıyordu. Ne yazık ki yerli otomobil düşmanları buna mani olmayı başardılar. Maliyet tartışmaları, yerli otomobil üretiminin “getirimli(Fr. Rantabl)” olamayacağı propagandası, hükümete geri adım attırdı. Sonraki hükümetleri oluşturan partilerden, özellikle Millet Partisi ve DP’nin devamı olan AP kesinlikle yerli otomobil üretecek sanayiye karşı idiler . Ki; eski ABD’nin Morison şirketinin temsilcisi iken, Menderes sonrası ülkemiz siyasetine konuşlandırılan ve AP Genel başkanı yapılan Süleyman Demirel’in Devrim’den nefret ettiği, adını bile duymak istemediği söylenir.
Neymiş efendim;
İthalat, imalattan ucuzmuş… Bir toplu iğne bile yapamadık, araba mı yapacakmışız...
Yan sanayi yokmuş… mış, muş derken, yerli otomobil ürettik erken; Evet; Otosan,1959 yılında Ford’la imzalanan bir sözleşme ile kurulmuş ve 1960 yılında F-600 (Ford) imalatına başlamıştı. İşleri çok iyi gidiyordu. Türkiye pazarını tamamen ele geçirmeleri işten bile değildi. Derken, istenmeyen, Devrim Otomobili 29 Ekim 1961’de doğdu. Bu doğum, tehlikeli doğumları beraberinde getireceği için, yani Devrim’in seri imalatına geçilmesi, Otosan’ın sonunu getirebilirdi.
Teknopolitikalar platformu
evesbere@gmail.com
0506 609 00 32
DEVRİM ARABALARI VE ÇAKMA SANAYİ İMPARATORLARIN ÖYKÜSÜ-3
Belirttiğim gibi, Devrim Otomobili doğduğu 29 Ekim günü öldürüldü . Bu ölüm Otosan’ın yaşam bulması, kurtarılması idi. Zaman kaybetmeksizin, “Ford ve Koç Holding ortaklığı Otosan tarafından ilk üretim gerçekleşti(1966). Ve , kendi medyaları aracılığıyla bu otomobile hiç çekinmeden yerli otomobil diyebildiler. Pazara sürdüğü, halkımız saman yığını diye alay ettiği, keçi yemi ‘sözde ilk yerli otomobil’ Anadol, Demirel’i pek heyecanlandırmıştı.
Türkiye’nin otoyollarının Marshall yardımlarıyla yapılmıştı. Bu süreç, Türkiye’yi Amerika’ya bağlayan ilk ve ana sömürü bağlantısı idi. Bu sömürü yollarında Devrim otomobili değil Ford-Koç ortaklığındaki Otosan ürünleri seyredebilirdi. Yani montaj otomobiller. Bir de göstermelik (İtalyanca mostralık) keçi yemi, Anadol. Haddimize değildi Devrim otomobili yapmamız. Evet, Anadolu yollarında, yerli otomobil diye yutturulan saman yığını Anadol’a izin vardı-ki kısa zamanda silindi-, fakat asla Devrim’e izin yoktu.
Bu sanayinin kurulmamasındaki ikinci konu; Devrim’in ‘patent hakkına’ sahip olan askerlere puan kazandırmak istememeleri. İşin doğrusu; asker karşıtlığı araç olarak kullanılıp, temelde otomobil sanayisinin kurulmasının önüne geçmekti.
Neymiş efendim; CHP ise 27 Mayısçılarla özdeşleşmekten kaçındığı için, projenin devamını getirmekten kaçınmış. Bu söylemin de ciddiyetle bağdaşmadığını belirtmek isterim. Bunu söyleyenler “27 Mayıs Devrim’ini CHP’ye bağlayanlardır. Bu sav; ‘27 Mayıs devrimi’, Ruslara yanaşan ve ağır sanayiyi başlatmak isteyen, Menderes’i devirmek için ABD organize etti savından daha anlamsız.
İstemeyenler bellidir. ABD’nin gölgesinde politika yapanlardır bunlar. O siyasetçilerin özgörevi; Türkiye’nin başkalarının ürünlerine Pazar Pazar yapmaktır. Asla, Türkiye kendi ürünleri için Pazar arayan ülke olmamalıdır. Türkiye batı sanayisinin, yani sömürü politikalarının montajcisi olmalı idi. Beynini değil, ucuz emeğini öne çıkarmalı idi. Yıllardır ülkemin montaj beyinli batı taşeronları; istasyon ve asansör zekalı politikacılarına batı sanayisinin bu sömürü reçetelerini yutturdular.
Yetmedi, Uzakdoğu ülkelerinin pazarı olmak için savaş verir olduk. Baksanıza, Başbakan Recep Tayyip Erdoğan; Güney Koreli bir firmaya yerli otonun motorunu üretme çağrısında bulunabiliyor. Bu AKP duruşu gösteriyor ki, biz kendimize güvenmemekte ısrarlıyız.
CHP’ye gelince… İsterseniz gelmeyelim, çünkü 1950’den sonra kendini kaybeden CHP, hala kendini arıyor; gelip de biz mi bulacağız? Yanlış, elbette ki biz bulacağız, onun için buluşmamız gerekir CHP ile… İşleyen yeni siyasi süreçte CHP’nin kendini bulacağı konusunda umudum var, elimden geldiğince bu bağlamda katkı vermeye çalışıyorum, fakat, fakatını zarar veririm korkusuyla açık edemiyorum.…
CHP konusunda, umudum var, çünkü 1950’den bu yana iktidar olan sağ, tüm çeşitleriyle iktidarlığını sürdürdü. AKP bu çeşidin son seçeneğidir. Sağın bundan sonra ‘batıda olduğu gibi’ başka seçeneği kalmadı, tükendiler, fakat tükenirken de ülkeyi tüketir oldular. Eğer CHP halka bunları iyi anlatırsa, hem kendi tükenmişliğini sonlandırabilir, hem de ülkemin… Doğrusu, CHP; devrim otomobilleri benzeri süreci, çağımızın özgün gelişim ve değişim boyutunda işletebilir. Yeter ki, salt milletvekili olmak için partiye kendini taşıyan kimliklerden partiyi soyutlayıp, partiye proje ve program taşıyan kimliklere yer versin.
“Devrim Otomobil”in hüzünlü öyküsü, bir boyutta CHP’nin tarihten gelen hüzünlü öyküsünü çağrıştırmıyor değil. Dileğim o ki, aynı şekilde sonlanmaması……………………………
“Devrim Otomobil”in hüzünlü öyküsü nü, Tolga Örnek Film yaptı 2008’de “Devrim Arabaları’ adı altında. Filmin içeriği Belgesel, dram ve tarihi özler taşıyordu.
2005’te yapılan filmin senaryosunu yazacak değiliz elbette. Fakat o filmde geçen kısa soluklu konuşmalar gösteriyor ki; Devrim arabası birileri tarafından zaten devrilecekmiş:
“Bunlar, ülkenin parasını batıracak”
“Bu memleketin olmadık hayallere verecek parası yok”-
“Ortada bunca menfi durum varken, bu işi yapamazsınız”
“Devletin parası o kadar sahipsiz değil”
Özellikle; ABD yardım heyetinin iki temsilcisi ile bir Türk bürokratın, projenin gerçekleştirildiği cer atölyesini ziyaretlerinin çıkışında, Türk bürokratın Amerikalıya dönerek;
“ Yapacaklar gibi görünüyorlar” demesi üzerine,
Amerikalı görevlinin;
“Yapmalarındansa yapmaya inanmaları, bu inanç daha kötü değil mi?” yanıtı her şeyi anlatıyor.
“Biz istesek de yapamayız, devletin parası o kadar da sahipsiz değil” diretmelerine karşı filmin sürükleyici karakteri gündüz bey:
“Ya yaparsak!...”
Mühendis ismet; “Ben iktisadi hürriyetten bahsediyorum”
Mühendis Necip; “ Biz bu otomobili yapınca utanacaklar ama”
Tecrübeli kurt mühendis latif’in çömez Necip’e seslenmesi;
“Türkiye’de hiçbir başarı cezasız kalmaz”
Ve yine mühendis latif;
“Adı devrim olan bir otomobilin sokaklarda yürümesine kimse izin vermez”
O, 30 inanmış insan yine de Devrim Otomobili’ni tamamladılar. Onların alınlarından öpmek gerek.
Diyorum ki, devrim arabasına yapmak isteyenler, eğer askeri dönem olmasa, Aselsan’dakiler gibi vurulurdu, pardon intihar ederlerdi. Bu nedenle; güneş enerjisi ile çalışan araç tasarlayıp üretmek isteyen; Uludağ Üniversitesi Mühendislik Mimarlık Fakültesi Elektronik Mühendisliği Bölümü öğrencileri ve Makina Mühendisliği bölümü öğrencileri, lütfen dikkatli olmayın, lütfen, hiçbir şey sizi yıldırmasın ve yüreğinizle yürüyün bu yolda.
Sanayi ülkesiyim diyemezsin, eğer makine üreten makineler yapmıyorsan veya yapamıyorsan. İşin özü, teknolojik üstünlük sağlayamıyorsan, dahası teknolojik gelişim sürecini yakalayamıyorsan sanayi sürecine girmen olası değildir.
Daha net anlatımla; Teknoloji; toplumsal ve ekonomik yapı üzerinde belirleyici bir özerkliktir. (Teknolojik determinizm). Yani, teknoloji toplumsal değişmede siyasal ve bağımsız bir değişken olarak karşımıza çıkmaktadır. Bir başka anlatımla; toplumsal ilişkilerden bağımsız bir yapısı olduğu, ideolojiden soyut olduğu, sınıfsal kökeninin bulunmadığı ve onu kayıtsız şartsız kabullenmek, özümsemek, popüler deyimiyle içselleştirme gerekliliğini temel alan düşünce yaklaşımıdır.
Bu nedenle Türkiye’nin hızla bilim ve teknoloji yatırımlarına girmesi zorunluluktur, eğer ki dünyanın özgün gelişim ve değişimine ayak uydurarak toplumsal değişimi ve gelişimi yakalamak istiyorsa. Bunun için de teknoloji yolundaki ivmemizi artırmamız gerekir. Bunun temel çıkışı , üretim ile teknoloji arasında bağ kurmaktır.
Bu süreci asla kapitalizmin ilkesel üstünlüğü olarak algılamamak gerekir. Bir diğer yaklaşımla, Kapitalizmin üstünlüğü, dolayısıyla küresel efendinin(ABD) üstünlüğü olarak…
Peki, bilgi üretimi olan bu teknolojik çizgiye girebilmek için, temel girdi nedir? Elbette ki ‘Çelik üretimidir’
Bilindiği gibi; sanayi ve üretim gücünün simgesi çeliğin üretimi toplumsal yaşamın ve sanayimizin temel ürünüdür. Bu temel gereksinimi karşılamak için, dahası; teknoloji üretebilmek için kişi başına yıllık çelik üretimi, 0.5 kg ve üzeri olması gerekir.
Bu üretimde teknoloji devleri nerede, biz neredeyiz?
Çin’in çelik üretimi 567 milyon ton yıldır. ABD’ ise 90 milyon ton yıldır. Görüldüğü gibi, çelik üretiminde Çin’in büyük bir üstünlüğü var. Bu da, Çin’in bilgi üretiminde, ABD’nin önünde olduğunu göstermektedir. Söylentilere göre, ABD, Çin’i uydu aracılığıyla izlemektedir, fakat son yıllarda Çin, ABD uydu araçlarını üstün teknolojisi ile devre dışı bırakmakta ve ABD’nin uzaydaki gözleri olan ‘uyduları’ kör etmektedir. Kısacası, Çin, ABD’nin uzay egemenliğini sonlandırmıştır.
Türkiye’mde, çelik var teknoloji yok, yani bilgi üretimi yok, sürekli bilgi alıntısı(teknoloji) var. Bunun için, yerli otomobil-yerli motor yok,. Evet; “Un var, şeker var, helva yok” Neden helva yok? Çünkü, ürettiğimizi satıyoruz. Bu da bilgi/teknoloji üretimi yoksunu-yoksulu bir ülke haline getirmektedir Türkiye’yi.
Türkiye’nin ham çelik üretim kapasitesi, 42.73 milyon tondan, 2011’de 47.03 milyon ton seviyesine ulaştığı söyleniyor. Türkiye teknoloji bütünündeki sanayi sürecini işletebilir, yıllık üretimi olan 34.1 milyon ton demir çeliğin, her yıl 19 milyon tona yaklaşan miktarının ihracatını durdurur ise.
Yıllık 34.1 milyon tonluk üretim ile Türkiye, Çin, Hindistan ve Güney Kore ile 2011 yılındaki kriz öncesi seviyesine ulaştığı bir gerçek. İspanya, Fransa, Ukrayna, ABD, Japonya, Almanya, İtalya ve Rusya gibi büyük üreticilerin üretimlerini, 2011 yılında da kriz öncesi seviyesine ulaşamadıkları dikkate alınırsa, Türkiye bilgi/teknoloji üretiminde, yani yerli otomobil-motor üretiminde büyük şansa sahip olduğu gerçeğini dışsatımla yok etmektedir.
Burada vurgulanmaya çalışılan; ülkenin makine üreten makineler yapıp yapmadığıdır. Üretim ile teknoloji arasında ki ilişkiyi kurmaksızın yapılan akıl yürütmeler doğrudan, bilgi üretimi/ teknoloji konusuna gelir saplanır. Bu nedenle, ülkemde işletilen ‘Yerli otomobil’ yapım sürecindeki montajlı otomobil üretimini-ki bugün de yapılmak istenen o- engebeli dağlarda değil de, düz ovada keklik avlarcasına oy avlamak için bölünmüş yolu(duble), inşa etmeye benzetiyorum. Demem o ki; Türkiye'de konuşulan yerli oto yapılsın söyleminin manası “%100 yerli ve Türk isimli oto yapılsın” anlamında değil, para kazanmaya yönelik, montaj otomobildir.
- Vehbi Koç ve benzer sanayiciler ‘montaj otomobil sanayisi ile’ kimi kurtarıyordu? ülkelerini mi kendilerini mi?
Dedim ya(!) yazının bazı bölümlerinde: "O bana göre sıradan marjinal, Cumhuriyet Türkiyesi’nin sevimli bir insanı idi, "İmparator" değil..."Ülkem varsa ben de varım." deyişi ‘belki birileri için ne ilgisi var tepkisine yol açacak ama’ bana, Cumhuriyet Türkiye'sinin oluşumundaki örgütlü güç; Kuvayi Milliye'nin savaşçılarını anımsattı. Evet; Yok olmakta olan bir ülkeyi var eden Ulusal direniş örgütünün genç neferlerini... Direniş harekatı başladığında sayın Vehbi Koç'un 18 yaşında olduğunu görüyoruz. Direniş örgütünün neferleri cephede direnirken sayın Koç'da; Samanpazarı’ndaki dükkanında Peynir Tenekesinin Kurtlarını ayıklayarak ticaret’te direniyordu, o girişimci Erdemli ruhu ile…
1923 devrimi gerçekleştiğinde; "Büyük önder Atatürk" 42 yaşında, Sayın Koç 22 yaşında idi. Yani sayın Koç Cumhuriyet ile zamandaştı, fakat o daha çok ticaretle arkadaştı. Kısacası özdeksel kazanıma yoğunlaşmış bir ticaret adamı kimliğine sahipti. Sayın Koç için vurgunsal (spekülatif) ve rantiyeci (emeksiz gelir) olmadığı söylenir. Doğrudur.
Fakat, sıra dışı(Fr. Marjinal) sektörlere yatırım yapmaktan çekinmezdi. Örneğin turizm sektörünün eğlence alanına bile yatırım yapacak kadar kazanım hırsına sahipti. Sayın Koç için, iyi bir para musluğu sunacak sistem analisti (yol yöntem çözümleyicileri), ülkeye ve kendisine bilimsel özde yeni bir teknoloji sunacak sistem analistinden daha önemli idi. 13.03.1996 tarihli gazetedeki: "Vehbi Koç; ‘Divan'a Casino’ izni çıktığını göremedi." haber başlığı bunun somut kanıtıdır. Koç topluluğuna bağlı Divan oteli "Casino" için müracaat etmiş fakat ilgili bakanlıkta yıllarca bekleyen Casino izni sayın Koç öldükten sonra çıkmıştı.
Çetin Emeç bir söyleşisinde: "...Çok çalışıyorlar, zamanla da aşırı şüphecilik (paranoyak) içinde herkesin kendi parasının peşinde olduğunu sanırlar..." demiş. Bu beni ister istemez; "Para-Gen Gülmecesine" itti. Bildiğimiz gibi varsılların (zengin) temel amacı; Varsıllıklarını korumak için daha fazla kazanmak (para) tır. Bu nedenle sayın Ertuğrul Özkök'ün dediği gibi hep saymaca değeri yazılı kağıdı, yani parayı düşünürler.
Artık onların hücreleri,TL-Dolar-Euro genleri ile oluşmuştur. Onlardır ki duyu hücreleri, işitme hücreleri, koku ve tat alma hücreleri, görme hücreleri belli bir uyarana yanıt olarak, yine belli bir merkeze hep, "para" iletirler. Sayın Özkök'ün dediği gibi Paranoyak oluşları bundan olsa gerek. Hatta bu yapı, arkadaş hücrelerini körelterek sanayiciliğini (endüstriyalizmi) de, ülkelerinde engellemektedir belki. Varsılların çoğu -ki ülkemiz için bana göre daha da geçerli-servetlerini, üretici toplumla değil, servetlerle yarıştırmak isterler. Onun için o ülkelerde üretici toplum yapısına rastlayamazsınız.
Var olan değerleri yok sayıp, servetlerini yoktan var etmiş görünenler, yarattıkları birikimlerini, hiç olmayan şeyler için, yani yeni ürünler için yatırıma dönüştürmezler. Tersi yaklaşım, çağın özgün sanayicisi olma koşuludur. Fakat birikimlerini daha güçlü bir sanayici olmak için gerekli yatırımlara yönlendirmeleri gerekirken, bir bağlamda sanayi değişim beğenileri (Fr.Fantezi) yerine, sosyal veya sanatsal değişim beğenilerini geliştirmektedirler.
28.2.1996 tarihindeki köşesinde, Ahmet Altan yazdı: "Koç da, Sabancı da, iyice zengin olduktan sonra kitap yazdılar, paralarının, fabrikalarının, holdinglerinin yanısıra bir de kitap bırakmak istediler arkalarında. Ben hayatımda hiç, kitaplarını yazıp üne kavuştuktan sonra; eh çok kitap yazdım, şimdi birde holding kurayım diyen yazara rastlamadım. Ama holding kurduktan sonra kitap yazmak isteyen çok işadamı görüyoruz..."
Ezra Pound'un; "Tavan arası" şiirindeki şu dizeler aklıma geldi:
Gel, dostum hatırlayalım
Zenginlerin uşakları var, Dostları yok
Yalnız, dostum Türkiye'dekilerin
fazladan kitapları da var,
Uşaklarına okuttukları..
Bizim yine kitaplarımız var,
Holdinglerimiz yok.
Evet bizimkiler parayı buldular, kitaplarını da... Herhangi teknolojik buluşları yok, yani bilgi üretimleri yok. Eğer bu süreci işletip teknoloji yaratsalardı kesinlikle ülkemizi sanayi devrim süreçlerine sokardı. Evet, gerçek anlamda otomotiv sanayi bütününde yerli otomobil- motor üretim başlatılabilirdi, en geç 1970’lerde…
Koç ve benzerleri, 1923-1960'lar Türkiye koşullarını iyi değerlendirmiş ve gelişimlerine, doğrusu kazanımlarına süreklilik kazandırmış Cumhuriyet girişimcileridir. Ülkeyi o günün koşullarına, işlenmesi gereken hammadde olarak görebilmiş ender kişilerdir. Toplumsal eşitsizliğe değil, ülke bütünlüğüne önem vermiş kişiler...
Sosyal duruşları bazen eleştirilse de , birileri için çok önemli şahsiyetlerdir onlar. Sayın Koç savurganlığa karşı bir kişi idi. Bu nedenle beş vakit namazı bile bir vakit kılardı. Savurgan olmayışı onun en erdemli yanı idi. Erdemliliği ile, sürekli olarak artırımı (Ar.tasarruf) ön planda tutarak, Samanpazarı’nda başlayan yaşamına sanayici kimliği kazandırmıştır.
Sayın Koç'un savurganlığa karşı olan duyarlılığına hep saygı duymuşumdur. Çünkü sayın Koç, bu duyarlılığını iş yaşamına kadar, yaşamının tüm alanlarına yansıtmıştır. Bu özelliğin aslında; tüm ülke insanı ile birlikte, yani sivil ve resmi toplum ve kuruluşlarına da yansıması gerekmektedir. Bu anlayışın kurumsallığı; Devlet yıllarca yemlik olarak göre ve sömüren, doyumsuz açlıkların terbiyesini de beraberinde getirecektir.
Devletin sırtında kambur olarak gösterilen, yemlenme kurumları; "Kit ile Bit'"in- bu anlayış çerçevesinde- hiç de zarar etmeyen kuruluşlar olduğunun anlaşılması ancak yukarıdaki duyarlılıklarla olasıdır. Evet devlet ile bireyin iflasında önemli bir etmendir bu olgu.
Özellikle Devlet'i güçsüz gösteren bir etmen, yani devletçiliği geri plana itip, özel sektör'ü öne çıkarabilen bir olgu. Zamanla da böylesi algı; "devlet yapamıyor, bırak özel sektör yapsın" sloganı eşliğinde, özelleştirme saldırganlığını kaçınılmaz bir hale getirebiliyor. Niçin getirmesin? Siyaset artıklarını, emekli paşaları, eş-dost akraba yiyicilerini, kit-bit yemliklerine doldurursan, kendi alanlarında uzman olmuş, bürokrat ve benzer kamu çalışanlarını güvensizliğe itip özel sektöre bu nedenle kaptırırsan, evet niçin özelleştirmeyi gereklilik haline getirmesin.
Özel sektör, nitel ve nicel eleman gereksinmesini; Devletin, nitel ve nicel eleman savurganlığında karşılayarak gidermekte ve daha da güçlenmektedir. Bu nedenle hep özel sektör kazanmakta, devlet ve birey de sürekli kaybetmektedir. Böylelikle de;"özelleştirme" tartışmasına yer bile verilmeksizin, "Özelleştirme" gündemdeki yerini daima korumaktadır.
Burada; Devletin güçsüzlüğünde güçlenen özel sektör ile, Özel sektörün, sanayi alanındaki "Teknoloji üretme" yetersizliğiyle anlatılmak istenen, asla; bireysel girişimcilik ve sermaye düşmanlığı değildir, anlatılmak istenen; Devlet ve özel girişimciliğin yetersizliği ve akla bile getirilmeyen "Özerkleştirme" dir.
Genç Cumhuriyet, Batının ‘Burjuvazi Taşeronunu’, O da Tüketim toplumunu Yarattı.
Osmanlı'daki Ticaret anlayışı, Müslüman Türklerin, Ticareti
küçümseyerek memuriyeti ve askerliği benimsemelerine neden oldu. Bu nedenle Ticaret, yani akçalı işler azınlıkların eline geçti. Bu da Hanedanın karşısına, zengin ve güçlü ailelerin çıkmasını engelledi. Dolayısıyla, Ülkelerin zamanla Sosyal Kimliğini belirleyen; "Sanayi Devrim süreçlerine" ülkemizin katılımını da...
Bu gerçekten hareketle, yeni kurulan Cumhuriyet; Ticaret tekelini elinde bulunduran azınlıkların girişim ruhunu, tüm ulus insanına yaymak adına; "Ulusal Burjuvazi" yaratmanın yöntemlerini aradı. Süreç içinde, bu girişimci ruhunu abartılı bireysel kazanımdan soyutlaması ve de ticari bağlamda, kendisini güçlendirmesi gerekirken, özel sektörü varsıllaştırmanın uğraşını verdi.
Çünkü, yetenekli ve Kendi ölçütlerinde iyi niyetli bulduğu ülke girişimcilerini desteklediği noktada, girişimci küçük bir grup, yeni grupların ortaya çıkışın engelledi. Bu konuda devlet, üçüncü, yöntem geliştirmeyi hiç düşünmedi. Dahası; devlet sektörünün yanında kurumsallaştırılan özelsektöre seçenek olabilecek özerk sektör yani “Özerkleştirme” nedense akla getirilmedi.…
Batıdaki sanayi gelişim süreçlerine Osmanlı'nın
katılımını engelleyen olgu, azınlığının ticari etkinliğidir. Ticaret tekelini ellerinde bulunduran Yahudi-ermeni Azınlığın yerini almış olan; Aynı anlayıştaki "Müslüman Türk azınlığı" da benzer anlayışta, ticaretin ve sanayinin yaygınlığını engelleyen yöntem uygulamıştır.
Bu yöntem, hala kendini korumaktadır. Bu gün de devam eden, o günün yöntemini savunan dalkavuklara göre, ülke girişimcilerini devlet olarak desteklemekteki amaç; Kemalist Devletle, azınlık sermaye arasında köprü kuracak olan, yerli burjuvaziyi yaratmaktır.
Onlara göre genç Cumhuriyet girişimcileri "Ticaret-i Kuva-yi Milliye"nin militanı gibi, yani Kemalizm’in ticaret yanının neferleri gibidirler. Dalkavuk sermaye yağdanlıkları, Kemalist Devlet/ Kemalist İdeoloji saplantıları ile Cumhuriyeti numaralayıp Karalamayı alabildiğine yoğunlaştırarak, siyasal erkin ideolojik değirmenine su taşımaktadırlar. İkinci Cumhuriyet savındaki, “serbest piyasa ekonomisi”’nin kimliksiz gladyatörleri olan bunların temel amacı; Atatürk ve ilkelerini, yeni sömürü düzeni adına karalamaktır.
Anlatmak istediğim; Cumhuriyet'in ilk yıllarına kadar süren, Yahudi-Ermeni Azınlıkların Ticari etkinliklerdeki öz; Kolay kazanım temeli ile örtüşen, sermaye edinimlerine dayanmaktaydı. Yani yaratmadan, Osmanlının yarattıkları üstünde yükselerek, sermayelerine sermaye katmaktı. Yeni süreçte, yani Genç Cumhuriyet döneminde, devletin birikimleri ile desteklediği, girişimci Müslüman Türkler de benzer düşünsellikler içinde hareket etti... Hep istedi... Hiç vermedi; Ne devlet'e ne bireye verdi, hep kendisine aldı.
Genç devletin iyi niyetini adeta sömürdü. Kimdir bunlar? Bunlar günümüzdeki Koç ve grubundan çok daha az yaratıcı, çok daha isteyici siyasi erke sırtını dayamış kimliklerdi. Sayın Koç; Azınlıklara karşı, Müslüman Türk işadamını yaratma ülküsünü, devletin desteğiyle en iyi değerlendirenlerden biridir.
Osmanlı ticaret azınlığının Ticari alanlardaki egemenliğini kırma utkusuna kavuşmanın yöntemini en iyi Sayın Koç geliştirmiştir.
Bakkallıkla başlayıp inşaatçılıkla devam etmiş ve sanayici konumuna kadar gelebilmiştir. Sanayici kimliği hiç bir zaman batı normlarına ulaşamamış, Emtia Montaj-Jant Sanayi boyutunu hiç bir zaman aşamamıştır. Sanayisi, yabancı teknolojilerine dayalı idi, yani buluş belgesi(Fr.Patent) yoktu. Çünkü, yabancı ürün donanımlı bir üretim yapısındaydı. Hep öyle kaldı ve kalmaya da devam ediyor. Sürekli kazanmasının nedeni yarışmanın (Arapça,Rekabet) olmamasıydı. Hiç aksamadı, çünkü gümrük duvarlarının koruması altındaydı. Tüm siyasi oluşumların/ iktidarların yanında yer aldı.
Sanayisine açık. İktidarlara açık, fakat sosyal yaşantısıyla topluma kapalıydı. Yaşamının hiç bir sürecini medyaya malzeme yapmayacak kadar sabırlı ve akıllı idi. Daima çalıştı kazanmak için. Salt kendisini zengin ederek, eşitsizlik boyutundaki gelir dağılımını örseledi.
Bilimsel Teknoloji kurumsallığını kâr kurumsallığına tercih etti. Ülke'nin ilklerinde, Galatasaray gibi sürekli onun imzası vardı, fakat Galatasaray kadar alkışlanmadı, ama yağdanlıklarla pohpohlandı.
Dediler ki bunlar: "Altmış yıllık iş hayatında sayın Koç; çaydan kibrite, demirden ilaca kadar tüm ürünlerinin dışalımını yaptı. Ülkenin insanlarına, batılıların kullandığı ürünleri sunmak için kolları sıvayarak 1928'de; Ford ve Standart Oil'in (Mobil) temsilciliklerin üstlendi. 1946 da General Electric Firması ile anlaşarak Ampul fabrikasını kurdu.
Sırasıyla 1955'te Arçelik şirket kurumsallığı ile ilk; Çamaşır makinesi, Buzdolabı ve Termosifonlarını üretmeye başladı. Otomotiv Endüstrisi için Türk demir döküm fabrikalarını kurdu. 1959'da ilk Türk kamyonu için montaja başladı.Uniroyal ile ilk Türk lastiğini üretmeye, Fiyat lisanslı Türk traktörlerle de ilk yerli Traktörü üretti. (1962). G. E. işbirliği ile 1965'te Türkiye'nin ilk elektrik motoru ve Kompresörünü üreten Fabrikayı kurdu Veeee, 1966 ilk Türk binek otomobilini yani "Anadolu" piyasaya sürdü (bildiğiniz gibi piyasaya sürülen bu ilk Türk otomobili "Anadolu”muz piyasada sürünüyor, yani kimse sürmüyor).
Daha sonra Türkiye'nin ilk çelik gövdeli otomobil olan Murat-124’u 1971'de Fiat lisansı ile Tofaş tarafından üretildi (bu, Otosan tarafından üretilen, Anadol'dan daha az sürünen bir ürün olarak piyasada yer alabildi). 1977'de Doktaş, Türkiye'nin ilk silindir bloklarını, dingil ve diferansiyellerini üretmeye başladı.."
Tüm bu oluşumlar bana göre; ülke İnsanı’na batı ürünlerini sunan oluşumlar değil, ülke'yi; insanı ile birlikte Batı sermayesine sunmaktı.
Sıraladığım, Koç'un Sanayi ürünlerinin "İlk"leri arasında bir tek olsun; teknolojik bağlamdaki yeni bir buluş, yani yeni bir ürün, yani; dünya için yeni olan bir "İlk" değildi. Sanayisinde salt Ülkemiz için yeni ve ilk olan batı sanayisinin modası geçmiş "İlk"lerini, Ülkemiz insanına ilk defa sunuyor du.
Temcit pilavı gibi ısıtıp-ısıtıp sunuyorsak da, tekrarda fayda var düşüncesiyle, yine diyoruz ki; Sayın Koç; sürekli kendisine kazandıran üretim sürecinde, devletten kesintisiz
himaye gördü.
Devletin himayesi olan "tek" olma kolaylığını sağladı. Bu da Tekelizmin kurumsallığını gündeme getirdi. O idi hep yüksek gümrük duvarlarını aşan (Devlet iskelesi ile). Çeşitli şirket oluşumları ile, holdingleşti. Kâr eden şirketi sakladı. Zarar eden şirketi; Ulusal servettir diye Devlet'e sattı. Devlet de; kâr eden veya etme potansiyeli olan veya örselenmiş olan kurumlarını satarken (Özelleştirirken)-zarar eden özel sektör kuruluşlarını "kamulaştırdı".
İkisinin ortasını yani "Özerkleştirme" yi hiç düşünmedi. Zarar eden özel kuruluşlar "Devletleştirdi- Kamulaştırdı" demiştik. Örneğin Koç'un büyük umutlarla kurduğu "Asil Çelik.." Otomotiv ve beyaz eşya sektöründe de çok yoğun kullanılan, stratejik öneme haiz çelik mamullerini üretmek için kurulmuştur (1974).
“Asil Çelik” 24 ocak kararları bahane edilerek 1983'de Devlet'e satıldı. Bugün kâra geçen bu kuruluş Allah’tan özelleştirme şarampolüne veya karambolüne düşürülmez veya getirilmez. Hisselerini yakında halka sunacakmış. Aslında açlar senfonisi, yani doyumsuzlar serenadı başlatılmasa, Asil Çelik; çalışanların ve halkın ortak edilmesiyle yeni bir üretim ve örgütlenme anlayışıyla; "Özerklleştirme" nin ikinci örneği haline getirilebilir. Ve bununla; özelleştirme değil de "özerkleştirme"nin ülke için gerçek bir gereklilik olduğu anlatılabilir.
Teknoloji ve Ürünleriyle Uzak Asya'nın Sanayi Devrimi
Bir dönem Japonya dahil tüm Asya ülkeleri üçüncü dünya grubunda yer alıyordu, fakat bu ülkelerde gelişen sanayi anlayışı, çağdaş dünya görüşü ile bırakın paralelliğini, paralelliği aşma noktasına gelerek inanılmaz bir hızla dünya piyasalarını altüst ettiler.
Şimdilerde liderliğini Japonya'nın yaptığı, Hong Kong (1.7.1997’de Birleşik Krallık Çin’e verdi), Tayvan, Singapur ve G. Kore; "Kaplanlar Diyarının" en etkin dört Asya kaplanı durumundalar. Bu anlayışla dünya piyasasının etkin isimler sayısı kesin artacağı savlanıyor.
Bu dört Asya kaplanının toplam nüfusu yaklaşık 90 milyon; Japonya ile birlikte 220 milyona yakınlar. Ama Piyasa Ekonomisi Kulübü’ndeki zenginler dünyasının bir milyar nüfusuna karşı büyük bir dinamizmle direnip, yarışma ortamını kızıştırabiliyorlar ve bu gelişmiş ülkelerin, geleneksel pazarlarını alt-üst edebiliyorlar...
Şevket ÇorbacıoğluTeknopolitikalar platformu
evesbere@gmail.com
0506 609 00 32
DEVRİM ARABALARI VE ÇAKMA SANAYİ İMPARATORLARIN ÖYKÜSÜ-4
Ya Uzakdoğu’nun Ejderhası Çin’e ne demeli(?!.)1.05.1996 günkü gazetelerden birinin iç sayfasında bir başlık: "Çin Artık Yüksek Teknoloji Satıyor". Çin'de yayımlanan "Economic Daily" gazetesinin haberinde; Çin'in yüksek teknoloji ihracat artışının, yüzde 59 ile 1985 yılından bu yana en yüksek düzeye ulaştığı belirtilmiş... Batı'nın yanı başındaki bizler ilerdeyiz? (!). Batı'nın çok-çok uzağındaki bir zamanların üçüncü dünya grubunun, Asya ve Uzakdoğu ülkeleri, dünya sanayisinin neresindeler. Biz hala batılı teknoloji üretici ülkelerin, ülkemizde teknoloji üretme yatırımlarında bulunmaları için yalvarmalardayız (!).
Bu alışkanlığımızı 2012’de de sürdürüyoruz. Çin ile, teknoloji gelişim anlaşmaları yapacağımıza, onun teknolojisinden yararlanarak ülkemde Uzakdoğu patentli egzotik sömürü süreci işletecek ekonomik anlaşmalar yapıyoruz.
Örneğin; Recep Tayyip Erdoğan’ın Çin ziyaretinde(10 Nisan 2012) ‘nükleer işbirliği’ anlaşması imzalandı. Sinop’a yapılacak ikinci nükleer santral yarışına Japonya ve Güney Kore’den sonra Çin de dahil oldu.
Düşünün; Japonya 14 yeni reaktörün inşaatını iptal ediyor.İsviçre 3 yeni nükleer reaktör planını iptal ediyor ve 2034 yılına kadar nükleer santrallerini kapatacağını açıklıyor. Almanya hükümeti 7 santrali kapatıyor ve 2022 yılı sonuna kadar nükleer enerjiden tümüyle vazgeçilmesi konusunda karar alıyor. İtalya’da nükleer santral kurulması konusu referanduma taşınıyor ve halkın yüzde 95’i ‘nükleere hayır’ diyor.
Kuveyt Başbakan yardımcısı Dr. Mohammad Al - Sabah, elektrik üretmek amacıyla nükleer güce ve nükleer teknolojiye sahip olma isteklerinden vazgeçtiklerini açıklıyor. Fransa Enerji Bakanı Eric Besson, nükleer enerjiyi tamamen devreden çıkartmayı gündeme getiriyor ve biz; Çin ile, üstelik; nükleer teknoloji konusunda yeni ve yetersiz olan, Rusya, Japonya ve Güney Kore gibi ülkelerin çok gerisinde olan ve deneyimsiz Çin ile anlaşma yapıyoruz. Evet;, bugüne dek sadece Pakistan’da-düşünün Pakistan’da- nükleer santral kuran Çin’e Nükleer Santral yaptırmak için anlaşma yapabiliyoruz.
Ayrıca; Enerji Bakanı Taner yıldız; Çin’in enerji kuruluşlarının CEO’larıyla bir araya gelerek, HES (Hidroelektrik Santral) için ön anlaşmalar yapıyor.
Üçüncü anlaşma, Hattat Holding ile Çinli China Avic International Holding arasında Bartın-Amasra'da yerli taşkömürü ile kurulacak olan bin 320 megawatt gücündeki termik santralin mühendislik, satın alma ve inşaat işlerine ilişkin Pekin’de yapılan anlaşma ise üçüncü büyük anlaşma. Toplam bedeli 1,5 milyar dolar olan anlaşma, termik santral kurma ve kömür çıkarma konularını kapsıyor.
İlk iki anlaşma gerçekten düşündürücü
Düşündürücü olmayan; iş dünyasının parlayan, fakat medyanın yeni m-izah malzemesi Ali Ağaoğlu’nun yaptığı enerji anlaşmasıdır. Ağaoğlu, Çin'in en büyük türbin üreticisi Sinovel arasında imzalanan türbin anlaşması sonucu kurulacak 600 MW'lık santrallerin toplam yatırım bedeli 1 milyar doları bulacak. Anlaşma kapsamında yapılacak yenilenebilir (temiz) enerji yatırımlarını içeren santrallerin devreye girmesiyle birlikte yıllık 2 milyon kWh net üretim gerçekleştirilecek. Santrallerin elektrik üretimi 700 bin kişinin sanayi, konut ve ortak aydınlatmalarda kullandığı elektrik ihtiyacını karşılayacak. Halen 750'si rüzgar olmak üzere 1.250 MW’lık portföye sahip olan Ağaoğlu, rüzgar enerjisinde Türkiye'de kurulu güç açısından üçüncü sırada yer alıyor.
Yapılan bu 4 anlaşma, öteden beri gelen mantığın değişmediğinin göstergesi. Ülkenin bu anlaşmalarla, sanayi sürecini ilerleteceklerini düşünenler yanılıyor. Sanayimizi değil, montaj sanayimizin varsıllaştırdığı gibi bireyleri ve kuruluşlarını varsılaştıracaktır.
Tüm bunlar, ülkemizi Pazar yerine dönüştürecek, yani Türkiye yabancıların yeni pazarı-belki de son Pazar- olacaktır. Süreç, tüketim toplumunu kamçılayacaktır, üretim toplumunu değil.
Düşünün (!) tüketim toplumunu ilk örgütleyen Koç Grubu; beyaz eşya pazar payının % 75'ini, Bulaşık Makinesinde % 86'sını, Buzdolabında % 53'ünü bulunduruyor. Nerde Endüstriyalizm (Sanayicilik) anlayışı demeyeceğim "hal böyle iken; o günlerde basından izlediğimiz kadarıyla; Gümrük Birliği'yle Avrupa beyaz eşya üreticileri Türkiye pazarına ilgi duymaya başlamışlardı. Yeni teknolojik ürünlerini Türkiye'ye pazarlamanın yollarını arıyorlardı. Bizimkiler ise Avrupa ve Dünya Pazarlarındaki yerini kaybetmemek için, batılı bir şirketi satın almaya karar vermişti. Amaç; hem Avrupa, hem Dünya pazarlarına daha entegre olarak Pazar paylarını artırmaktı. Eğer ilk amaçları (Türkiye'deki sanayileşme süreçlerinde) ülkelerindeki tekelleşmelerini kırdırmamak için, devlet himayesinde; endüstriyalizmi (sanayiciliği) engellemeyip yaygınlaştırsalardı, güçlü bir firmayı batıda değil ülkelerinde bulurlardı.
Ülkemiz sanayicileri teknolojik bağlamda bilimselliği yoğunlaştırıp, yeni buluşlar sunabilmesi için; kolay kazanım yolunu gösteren sistem analistlerinin yanında, Ar-Ge işlevini üstlenmiş sistem analistleri ve Uzman Danışman-Teoriysen gruplarını benimsemeleri gerekirdi. Ve böylelikle bu bilim grubu ile yeni sanayi politikaları geliştirilerek, dünyadaki değişime entegre olabilirlerdi.
Önümüzdeki süreçlerde yapılması gereken; ülkemiz tüm sanayi kuruluşlarının güçlerini birleştirip mühendislik kaynaklarını harekete geçirerek, dünya ölçeğindeki sanayi yaklaşımlarındaki yerlerini almak için adım atmaya çalışmalarıdır. Aksi takdirde yeni paralarla sermaye artırmanın ötesine geçemeyecekler -ki bunu da ülkemiz koşullarında bir yere kadar sürdürebilirler- ve yeni buluşlarla teknolojisini geliştirenlerin taşeronu olmaktan kendilerini kurtaramayacaklardır.
Nisan 2012’de gerçekleştirilen son Çin gezisi de bu bağlamda umut olmaktan uzaktır. Bakın "Le Monde Diplomatigue" gazetesi baş yazarı" Ingcıoramonet, köşesinde ne söylüyordu: "Microsoft(Küçük şey anlamındaki bilgisayar programının adı)'un, yani yazılım ve bilişim şirketininin patronu Bill Gates diyor ki; -ABD'nin üstünlüğü artacaktır, çünkü yeni teknolojiler onundur. Pazarın patlamasından en çok biz çıkar sağlayacağız...-"
Batının teknoloji şirketleri rekabet sürecinde bilişim teknolojileri dünyasına 2012’ye yeni bir yapı ile girdi. Evet; bilgiye daha hızlı erişim sağlamayı içeren, daha doğrusu, tüm bilgi işlem kaynakları olan; işlemci, depolama, bağlantı, yazılımlar vs’lere belli erişim ücreti ödeyerek uzaktan kullanma kolaylığı getiren, yeni bir model olan “Cloud Computing-bulut bilişim”’i bulgularken, biz bilişim teknolojisinin neresindeyiz? Üzülerek belirteyim ki, hiçbir yerinde.
Gates'in hedefi; teknoloji satın aldığımız Avrupa sanayisidir.. Burada başka bir şey söylemeye gerek var mı? Elbette ki üstünlük, dolayısıyla dünya; yeni teknolojilere sahip olanların olacaktır.
Oldu da; 2012’nin Türkiyesi bunu bize somut olarak gösteriyor. Bilişim teknolojisini bırakalım, sanayi teknolojisinin neresinde olduğumuza bakalım:
Günümüz inşaat sektörü, özellikle TOKİ aracılığıyla, tüm sektörlerin önüne geçmiş durumda. Diyorlar ki, barınma sorunun çözüyoruz, 2 milyon insana iş olanağı buluyoruz, onlarca sektörden girdi aldığımız için, o sektörleri besliyoruz, kısacası ekonomimizin lokomotifiyiz. İyi de bu lokomotifi kendi ürettiğin teknoloji ile mi sürüklüyorsun?
Evet, sadece bu soru değil, ardından gelen soruların da doğruluğunu dikkate almak gerekir:
Her şeyi özelleştiren iktidar neden TOKİ’yi özelleştirmedi? TOKİ, siyasi ve ekonomik getirinin aracı olarak mı kullanılıyor? Barınma sorunununda öncelik, sorunu yaşayanlara mı, yoksa parti ile yaşayanlara mı veriliyor? Konut sorunun çözmek için, dahası konut açığının giderilmesi için ilk 10 yıllık periyotta üretilmesi gereken ‘yıllık 500 bin konutun’ ancak 2002’den bu yana 500 bin konut üretmiş olan TOKİ bu bağlamda ne kadar başarılı?
İnşaat sektörünün, büyük kentlerde, ille de İstanbul’un tarihsel görselliğini bozan devasa sermaye tapınakları hangi sınıfa hitap ediyor? TOKİ; konut gereksinimi içinde olan dar gelirlilerin kaçının gereksinimlerine yanıt verdi? Yine TOKİ; Kente dönüştürülen varoş ve gecekondu bölge insanının kaçının sorununu giderdi? Bu kentsel dönüşüm alanları, kimlerin cepsel dönüşüm alanı olarak işletildi? 2 milyon insanın işsizliğini gidermek ne kadar doğru? İnşaat sektöründe ancak 6 ay çalışabilen vasıflı ve vasıfsız işçilerle mi bu rakam yakalanıyor? Bu görece rakamı nasıl olur da işsizliğin çözüm göstergesi olarak sunabiliriz?
En önemlisi, yukarıda başta değindiğim; inşaat sektörümüzün yapı elemanları ve malzemelerinin ve de teknolojisinin % kaçı sanayimiz ürünleri olduğu sorusudur. İşte benim anlatmak istediğim bu boyuttur. Bunun yanıtı çok kısa olacaktır: Ülkemde, üstün inşaat teknolojisinin en büyük parçası/ürünü, tüm yapı elemanlarının taşıyıcısı olan ağır iş makinesi ‘Kule Vinç’tir.
Ve ülkemde, özellikle Bursa ve Ankara’da, dünya pazarlarında rekabet edebilecek bu ağır iş makinesini üreten firmalar varken, yetersiz bulunup İ 2012’nin, salt son 2 ay(Şubat ve Mart ) ‘adeta cari açığa katkı, yani 7 milyar dolar dış ticaret açığı beslensin dercesine’ 8 milyon dolarlık vinç ithal edilmiştir.
Tüm yapı elemanları ve malzemeler , ille de ıslak zemin yapı elemanları(Seramik Banyo ve Mutfak Ürünleri · Tamamlayıcı Ürünler , Armatürler , Aksesuarlar , Küvetler, Duş Sistemleri ,Banyo Mobilyası, fayanslar vs...) bile, %50 dışalım, Arapçası ithal ürünler. Devasa lüks yapılarda ise, tamamı dışalım ürünü…Bunu bırakalım, Alış Veriş Merkezleri(AVM)’nde satılan ürünlerin 5 70’i dışalım-ki burada satılar ürünlerin çoğunu benim insanım üretiyor…
Kendi sanayi ürünün desteklemeyen bir toplum, nasıl olur da yerli otomobil yapar?
Bu yazıda söylenmek istenen; sanayi anlayışımızın "yeni teknolojiler üretme" boyutundaki eksikleridir. Kesinlikle bireysel girişimcilik ve de asla sermaye düşmanlığı değildir.
Koç grubunun 1995 yılı vergi ödemesinin 17 trilyon olduğu söyleniyor. Bu sadece Koç Otomotiv grubuna ait vergi.
Koç otomotivde % 96'sı yerli otomobil üretiliyormuş. Anlayacağınız Ülke ekonomisine dolayısıyla insanına getirdiklerinden söz ediliyor. Ama ülke ve insanından götürdüklerinden söz eden yok. Evet yıllık satışları 10 milyar dolarları geçen; 100 üzerinde şirket sahibi ve bu şirketlerle ülke pazarının yarısını elinde tutmuş bir "grup", ülkeye bir milyar dolar kazandırmış. Acaba, net dışsatım(Ar.ihracat) nedir? ve ülkeye ne kadar döviz kaybettirilmiştir?
Dışsatımı yapılan ürünlerin ülke ölçeğindeki maliyeti nedir? Bu maliyetlerde Dışalımın (Ar.ithalatın) payı nedir? İç piyasanın hâkimiyeti belki ithalatı engeller ve dövizimiz dışarı gitmez. Doğru da(!) bu yaklaşım, yani Koç'un ekonomik gücü ve pazar payı, sanayiciliğin yaygınlaşmasını engelleyen, sanayi demokrasisini yok eden tekel bir yapı değil midir?
İşte bu yapıdır eleştirilen. Yine üzerine basa-basa vurguluyorum; asla ve kat'a sermaye düşmanlığı değildir. Bu yapı, yani devlet ile beslenen korunan, yani devletin çeşitli şekillerde bazı sektörlere hızlı gelişmesi için maddi veya manevi desteği, yardım ve özendirmesi (Ar.teşvik ) ile ülkeye ortak edilen(Ar. Teşrik) anlayışın sürekli beslenmesi ve piyasaya kendinden başkasını sokmaması, yetmedi, yerli üretimi olan küçük sanayi ürünlerinin bile dışalımını yaparak, yerli sanayi üreticilerini zorda bırakması, ülkemizin ekonomi başta olmak üzere, sosyal ve siyasi dengelerini bozmaz mı? Sorumlusu böylesi oluşumlara ‘2002’ler sonrası daha da ivmelendirerek’ çanak tutanlar değil mi?
Düşünün(!) Dünyadaki dev otomobil şirketlerinde ortalama kârlılık oranı 9 ile 10 iken, bu oran Koç grubu için % 25'lerde seyrediyor ve bugün % 96'sını yerli olarak ürettiğini söylediğimiz otomobilin fiyatı iki emeklinin ikramiyesi olabiliyor.
Yukarıda da vurguladığım ve zaman-zaman yazılarımda yer verdiğim: "Ülkemiz hiçbir izm'i yaşayamadı" vurgusu galiba boşa çıkıyor. Çünkü ülkemizin doya-doya / doyasıya yaşadığı bir "izm'i" bulduk gibi... Evet ülkemiz Tekelin "izm'ini" yani Tekelizm'i doyasıya yaşıyor..
Ali'ye tanınan pazar payı veliye de tanınsa, yani tekel yapısı kırılsa, salt sermaye değil teknoloji de üretilse, sanayicilik(endüstriyalizm), sanayi demokrasisi içinde, çalışanlar ve halk boyutunda yaygınlaştırılsa, yani bir bağlamda, özerkleştirme kurumsallığı yaygınlaştırılsa; inanın, ekonomik nedenlerin yol açtığı, sosyal ve etnik göçlerin / çatışmaların önü –kısmen de olsa- alınabilir. Yoksulluğun yığınsallaşarak özellikle kent varoşlarında bilinçsizce örgütlenmelerinin önüne geçilebilir.
Yoksulluğun ulusal sorun olmaktan, çıkması olası değildir bugünkü boyutları ile, fakat belli boyutta disipline edilebilir.
Yoksulluk aslında, ne bölgesel, ne de ülkesel bir sorundur, yoksulluk bence evrensel bir sorun. "Ilo" temel ilke olarak bunu belirlemiştir: "Dünyanın herhangi bir yerindeki yoksulluk, dünya genelinde var olan gönenci (Ar. Refah) tehdit edebilir, sosyal diyalog ve erinci (Ar.huzur) bozabilir..." diyor Ilo, sözleşmesinde.
Yoksulluğun artması, yani zenginleşmesi, devlet yoksullaşmasının göstergesidir. Doğan boşluğu, işte bu aşamada; özel sektör doldurmaya çalışır. Daha doğrusu; özel girişimcilik boyutundaki bireysellik ön plana çıkar. Kurumsallıktan yoksun ayakları yere basmayan özel sektörleşme harekâtı...
Bu da, alt üretici(Fr. Fason) sanayimizin yarattığı ‘batı ölçeklerinden yoksun’ yapısıyla, batı burjuvazinin yükselen değerlerine ulaşmaya çalışan, her türlü etik'ten ve ekin'den (kültür) yoksun köşe dönücü bir girişimci ruhunu beraberinde getirir. Ve zamanla da, genellikle kapitalist üretim ilişkileriyle, üretim araçlarını eline geçirerek ‘ülkemize özgü kapitalist’/ anamal sahibi olan bir azınlık yaratır. Bu da, emeğiyle değil de, paranın ve değerli evrakların(hisse senedi) faiziyle geçinen anamalcı grupları egemen kılar ve bu süreç, hiçbir şey üretmeyen küçük bir ‘rantiye toplumu’nu yaratır.
Bu oluşumlar; 1980 sonrasının, ekonomik ve siyasi düzensizlik ortamında belirerek, 1983'ler de kurumsallaşan, 2002 sonrası zirve yapan anlayışın ürünleridir.
Bu yapının kırılması; yeni teknolojilerin, yeni siyasalların belirleyiciliğinde, üretim ve yönetim yapısının modernleştirilmesi ile olasıdır.
Nerde yeni teknoloji? Nerde, bu çizgideki yeni siyasalar?
Elin teknolojisi, elin siyasasını getirir. Biz kendi teknolojimizi kendimiz oluşturmalıyız. Ama öncelikle, ekonomik ve sosyal siyasi anlayışımızı, çağın özgün gelişim boyutunda yenilememiz gerekmektedir.
Yazıya, imparator sözcüğünün, birileri tarafından sayın Koç ile özdeşleştirildiği eleştirisi ile başlamıştık. Erol Toy, sayın Koç'un anlattığı kitaba "imparator adını koymuştu. Toy'lar düzenledi, toy kutlandı, alkışlandı...
Olumlu veya olumsuz alkışlanacağımı sanmıyorum. Beklemiyorum da(!) . Sadece kafamdan süzülenleri yazdım. “İmparator”'un son baskısında sayın Koç öldü. Erol Toy baskıdan vazgeçti; "Onlar istediğini soyabilir, ama ben ölü soyuculuğu yapmam" diye... Ona göre O soyguncu idi. Bildiğim kadarı ile o da ölü soyguncusu değildi.
1987 yılında yılın iş adamı seçilen (Dünya'da) sayın Koç'u alkışladı... Belki de kendisini de... Onun simgesi olduğu sınıfı sevmeyen, yaşamı boyunca da, kavgasını sürdüren sayın Erol Toy, o sınıfın gücünü, olanaklarını, destek ve değerlerini de fazla örselemedi. Koç'u alkışlarken ki şu tümcesi bunun somut kanıtıdır bana göre: "İşini iyi bilen hep değerlendirilsin isterim. Bu dostum olabilir, düşmanım da..."
Birilerine göre (bana göre de) sayın Toy'un, bu kısa ve etkili sözü, Liboşizm boyutundaki ülkemize özgü "Oportünizm" sayılabilir.. Hadi canım (!) bu ülkede hepimiz "işimizi" biliriz, gerçek "işimizden" başka... Hiç birimiz ölü soyucusu değiliz, sövücüsü de…
Sayın Çetin Altan'ın, çok önceleri söylediği bir tümceyi ben daha yeni duydum. Belli ki bu yeni zamanlarda kullanmıyor bu tümceyi: "Ülke iflas edeceğine, Koç iflas etseydi."
Bana göre ne Koç, ne de ülke iflas etsin, etmesine de 2002 sonrasının ülkesinde, ülkemden endişeliyim.
Günümüz gerçeği bunu gerektiriyor. Ama ülkemizdeki günümüz ekonomi ve siyasi anlayış sürdüğü taktirde bir gün Koç'u da iflasa taşıyıcaklar birileri.
Yeni teknolojik buluşlarla, yeni ürünler sunarak, dünya pazarında yer edinebilen, hem kendisini, hem ülkesini zengin edebilen sanayici gerçek sanayicidir, salt kendisini zengin edip, tüketim toplumunu artıran sanayici bana göre; "Tüketim Provakatörü”dür.
Yazımı, elimden geldiğince güncelledim ve bitti... Kulağım şimdiden çınlamaya başladı, O çok bilinen basmakalıp (klasik) haykırışları duyar gibiyim:
"servet ve sermaye düşmanı..." İşin üzücü yanı, iş ve aş arayanların da bağırması.
- Hayret(!) ben nerdeyim?
- Onlar nerdeler?
- Mustafa Taşar, iyi söylemiş de, yanlış yere söylemiş:
- "Hala bıraktığımız yerde otluyorsunuz"
Ezra Pound'un, "Göl Adası" adlı şiirin şu dizeleri ile yazımı noktalamak istiyorum:
Ey tanrım, ey Venüs, ey
Mercury hırsızların koruyucusu,
son günlerimde, n'olursun
bir küçük tütüncü dükkanı ver
bana.
Yazı bitmiş bağlamak üzereyim. Gelen gazetelere şöyle bir göz gezdireyim dedim. Yeni Yüzyıl'da Duygu B. Sezer'in "Habitat bir hayal mi?" başlıklı köşe yazısının şu son bölümü
dikkatimi çekti: ...Koç grupları, Koç Üniversitesi Rumeli Feneri ana kampusunun temelini atacaklarını kamuoyuna duyurmuşlardır.
Basına göre ise bu yer Boğaziçi "Sit" alanı içinde 160 hektarlık bir orman arazisidir ve inşaat izni konusunda hukuki engeller vardır. Bu iddia doğru mu? Boğaziçi Sit alanındaki hukuki engelleri aşıp, bu denli büyük bir orman arazisinde "Kampus" inşa edebilme gücü, "Koç" isminin yarattığı siyasal güçten mi kaynaklanmaktadır acaba? Koç Üniversitesi, ODTÜ'yü, BİLKENT'i ve ABD'deki kent dışı binlerce Üniversiteyi örnek almayı düşünemez miydi?, Sadece Koç değil, Sabancılar da…
Mülkiyeliler Birliği Dergisi ‘nin 201b sayısında(Cilt Xxı) Temmuz 1997’de yer alan yazımın güncellemesi 13 Nisan 2012, saat 19.08’de bitmiş, tuşlara vurmayı sonlandırırken, internet gazetesindeki haber beni tekrar tuşlara yöneltti:
“Çin ile yapılacak çılgın proje-Edirne'den Ardahan'a uzanan hızlı tren hattı için Çin ile masaya oturuldu. 35 milyar dolarlık finansman Uzakdoğulu ortak tarafından karşılanacak. Türkiye bu kez hızlı tren ağlarıyla örülecek.”
Öncelikle şunu belirteyim. Türkiye’nin tekrar demirağlarla örülmek istenmesi, ulaşım politikaları bağlamında sevindirici bir olgu. Fakat, bu projeyi Çin ile yaşama geçirmek, gerçekten çılgınlık. Çünkü, Çin ‘Hızlı Tren Teknolojisi’ konusunda, çok geride bir ülke.
İkincisi; Türkiye’nin ilk ‘Devrim Otomobili’ yapım yetkisi TCDD işletmesine verilmişti. Bu duruş; Türk mühendisleriyle birlikte "Anadolu insanının, sanayileşme konusundaki değişmeyen kötü talihine karşı bir meydan okuma" idi .Çalışma mekanı olarak Devlet Demiryollarının Eskişehir'deki Cer Atölyesi seçilmişti. Aynı yer niçin bu sefer ‘Hızlı Tren Projesi’ için işletilmez ki? Neden, Eskişehir vagon fabrikası, Hızlı Tren teknoloji üretim merkezine dönüştürülmez ki? TOKİ’ye tanınan fırsat, neden TCDD’ye tanınmaz ve de Çin’e tanınır ki?
Eğer TCDD’ye tanınır ise, bu özgörevi üstlenir ise, işte ben o zaman, bu projeye çılgın proje derim. Çin ile yaşama geçirilmeye çalışılan çılgın proje bence ekonomik getiri ve götürü kuşkuları içeren bir hızlı tren soygunu olmanın yanında, sanayileşmemizi öteleyen bir süreçtir.
Şimdi bu saplamaların ne gereği var? demeyin. Yazı ile olan ilgisini de kurmayabilirsiniz. Ama ülkemiz gerçeği ile çok Çoooook ilgisi var(!).
Gerçi, yazım; boş beyne günde 3 kez alınması gereken ilaç gibi değil ama, en azından, önümüzdeki sandıklara giderken, bir kez daha düşünmeyi sağlar.
Kaynakçalar:
- 1- Büyük Larousse, Meydan Larousse ve
- Ana Britannica.
- 2- Ezra Pound çevirisi (Ülkü Tamer).
- 3- 1997 Şubat-Mart ayı "Cumhuriyet, Milliyet
- Ve Yeni Yüzyıl" gazetesi ve ilgili yazıların Köşe yazarları
- 4- Sen-Ben ve bizim uzmanlar.
- 5- Bilişim ve sosyal ağlar.
Şevket Çorbacıoğlu
Teknopolitikalar platformu
evesbere@gmail.com
0506 609 00 32
Ek bir yazı:
İNŞAAT SEKTÖRÜ VE YERLİ OTOMOBİL
Bakın "Le Monde Diplomatigue" gazetesi baş yazarı "Ingcıoramonet, köşesinde ne söylüyordu:
"Microsoft(Küçük şey anlamındaki bilgisayar programının adı)'un, yani yazılım ve bilişim şirketinin patronu Bill Gates diyor ki; -ABD'nin üstünlüğü artacaktır, çünkü yeni teknolojiler onundur. Pazarın patlamasından en çok biz çıkar sağlayacağız...-"
Batının teknoloji şirketleri rekabet sürecinde bilişim teknolojileri dünyasına 2012’ye yeni bir yapı ile girdi. Evet; bilgiye daha hızlı erişim sağlamayı içeren, daha doğrusu, tüm bilgi işlem kaynakları olan; işlemci, depolama, bağlantı, yazılımlar vs’lere belli erişim ücreti ödeyerek uzaktan kullanma kolaylığı getiren, yeni bir model olan “Cloud Computing-bulut bilişim”’i bulgularken, biz bilişim teknolojisinin neresindeyiz? Üzülerek belirteyim ki, hiçbir yerinde.
Gates'in hedefi; teknoloji satın aldığımız Avrupa sanayisidir.. Burada başka bir şey söylemeye gerek var mı? Elbette ki üstünlük, dolayısıyla dünya; yeni teknolojilere sahip olanların olacaktır. Oldu da; 2012’nin Türkiye’si bunu bize somut olarak gösteriyor.
Bilişim teknolojisini bırakalım, sanayi teknolojisinin neresinde olduğumuza bakalım:
Günümüz inşaat sektörü, özellikle TOKİ aracılığıyla, tüm sektörlerin önüne geçmiş durumda. Diyorlar ki, barınma sorunun çözüyoruz, 2 milyon insana iş olanağı buluyoruz, onlarca sektörden girdi aldığımız için, o sektörleri besliyoruz, kısacası ekonomimizin lokomotifiyiz. İyi de bu lokomotifi kendi ürettiğin teknoloji ile mi sürüklüyorsun?
Evet, sadece bu soru değil, ardından gelen soruların da doğruluğunu dikkate almak gerekir:
Her şeyi özelleştiren iktidar neden TOKİ’yi özelleştirmedi?
TOKİ, siyasi ve ekonomik getirinin aracı olarak mı kullanılıyor?
Barınma sorununda öncelik, sorunu yaşayanlara mı, yoksa parti ile yaşayanlara mı veriliyor?
Konut sorunun çözmek için, dahası konut açığının giderilmesi için ilk 10 yıllık periyotta üretilmesi gereken ‘yıllık 500 bin konutun’ ancak 2002’den bu yana 500 bin konut üretmiş olan TOKİ bu bağlamda ne kadar başarılı?
İnşaat sektörünün, büyük kentlerde, ille de İstanbul’un tarihsel görselliğini (Siluetini) bozan devasa sermaye tapınakları hangi sınıfa hitap ediyor?
TOKİ; konut gereksinimi içinde olan dar gelirlilerin kaçının gereksinimlerine yanıt verdi?
Yine TOKİ; Kente dönüştürülen varoş ve gecekondu bölge insanının kaçının sorununu giderdi?
Bu kentsel dönüşüm alanları, kimlerin cepsel dönüşüm alanı olarak işletildi?
2 milyon insanın işsizliğini gidermek ne kadar doğru?
İnşaat sektöründe ancak 6 ay çalışabilen vasıflı ve vasıfsız işçilerle mi bu rakam yakalanıyor?
Bu görece rakamı nasıl olur da işsizliğin çözüm göstergesi olarak sunabiliriz?
En önemlisi, yukarıda başta değindiğim; inşaat sektörümüzün yapı elemanları ve malzemelerinin ve de teknolojisinin % kaçı sanayimiz ürünleri olduğu sorusudur. İşte benim anlatmak istediğim bu boyuttur. Bunun yanıtı çok kısa olacaktır: Ülkemde, üstün inşaat teknolojisinin en büyük parçası/ürünü, tüm yapı elemanlarının taşıyıcısı olan ağır iş makinesi ‘Kule Vinç’tir.
Ve ülkemde, özellikle Bursa ve Ankara’da, dünya pazarlarında rekabet edebilecek bu ağır iş makinesini üreten firmalar varken, yetersiz bulunup 2012’nin, salt son 2 ay(Şubat ve Mart ) ‘adeta cari açığa katkı, yani 7 milyar dolar dış ticaret açığı beslensin dercesine’ 8 milyon dolarlık vinç ithal edilmiştir.
Tüm yapı elemanları ve malzemeler , ille de ıslak zemin yapı elemanları (Seramik Banyo ve Mutfak Ürünleri · Tamamlayıcı Ürünler , Armatürler , Aksesuarlar , Küvetler, Duş Sistemleri ,Banyo Mobilyası, fayanslar vs...) bile, %50 dışalım, Arapçası ithal ürünler. Devasa lüks yapılarda ise, tamamı dışalım ürünü… Bunu bırakalım, Alış Veriş Merkezleri (AVM)’nde satılan ürünlerin %70’i dışalım-ki burada satılar ürünlerin çoğunu benim insanım üretiyor…
Kendi sanayi ürünün desteklemeyen bir toplum, nasıl olur da yerli otomobil yapar?
Bu yazıda söylenmek istenen; sanayi anlayışımızın "yeni teknolojiler üretme" boyutundaki eksikleridir. Kesinlikle bireysel girişimcilik ve de asla sermaye düşmanlığı değildir. Koç grubunun 1995 yılı vergi ödemesinin 17 trilyon olduğu söyleniyor. Bu sadece Koç Otomotiv grubuna ait vergi.
Koç otomotivde % 96'sı yerli otomobil üretiliyormuş. Anlayacağınız, ülke ekonomisine dolayısıyla insanına getirdiklerinden söz ediliyor. Ama ülke ve insanından götürdüklerinden söz eden yok.
Evet yıllık satışları 10 milyar dolarları geçen; 100 üzerinde şirket sahibi ve bu şirketlerle ülke pazarının yarısını elinde tutmuş bir "grup", ülkeye bir milyar dolar kazandırmış. Acaba, net dışsatım (Ar.ihracat) nedir? ve ülkeye ne kadar döviz kaybettirilmiştir?
Teknopolitikalar platformu
evesbere@gmail.com
0506 609 00 32
Milyonlarca lira verip Saab 9-3 platformunu ve isim hakkını satın aldılar. Sonra da çöpe attılar. Milletin parası hiç olup gitti yazık değil mi?
YanıtlaSil