2012’NİN
İSTANBUL’UNDA 19 GÜN GEZİLERİ
Tarih 11 Temmuz 2012, saat 10.30¸İstanbul’a gidişlerimizin
bilmem kaçıncısı. Seyran taksi’den Zekayi Kurnaz ile otogara gidiyoruz. Benim alışılan gelen konuşmalarım başladı.
Sivas-Suşehri’ndenmiş. 54 yaşında olduğunu söyleyince hemen kendi yaşımı
sordum, 60’ın üzerinde olduğumu söyledi . Bu ikinci yaş vakası. Meğer Zekayi
ile biz geçen yıl tanışmışız. Dahası geçen yılın Ağustos İstanbul gidişleri
için Ankara Şehirler arası Otomobil
Terminali’ne, yani otogar’a o götürmüş bizi. Ben tanıyamadım, Kadriye ve Ececan
tanıdı. Bilinen soruları karşısında yaşımı kasten büyük söylemiş. Her ne ise,
çok daha genç olduğumu söyleyerek, gönül rahatlığıyla Nilüfer turizmle
İstanbul’a doğru yola çıktık.
Üsküdar’daki Cumhuriyet caddesini(eski adı Selmani Pak
diyecektim ki, bu uzun caddenin üç adının olduğunu, dahası uzun caddenin üçe
bölündüğünü fark ettim:
III.Sultan Ahmet Çeşmesi, yani Üsküdar İskelesi’ne dek olan
yerin adı Selman-i Pak, Bülbülderesine dek olan kısmın adı Cumhuriyet, Bağlarbaşı’ndan geçen kısma
‘Çamlıca caddesi’ni kesen kısma ‘Selvilik caddesi’ deniyor. Selvilik caddesi’ndeyiz. Bahadır apartmanına girerken
saatin 16’si idi.
Araçlar Cumhuriyet
caddesinde alabildiğine deli dolu gidiyor. Selvilik caddesi ise daha tehlikeli,
çünkü, çift yönlü bu dar caddeye Cumhuriyet caddesinden gelen araçlar öylesine
hızla giriyor ki, inanın yayaları ürkütüyor. Yolun sağı ve solundaki araçların
park edişi tehlikeyi daha da artırıyor. Daracık tretuvardan indiğiniz an araç
sizi kapabilir.
Okulların açıldığında bu Selvilik caddesi daha tehlikeli
olduğunu düşünüyorum, çünkü bu caddesi üzerinde Halide Edip Adıvar Lisesi ve
Hattat İsmail Hakkı İlköğretim Okulu var. Şu an her iki okul da; İstanbul Özel
İdaresi’ne bağlı İstanbul Proje Koordinasyonu(İPKB) tarafından ‘İstanbul Sismik
Riskini Azaltılması ve Acil Durum Hazırlık Projesi(İSMEP)’ kapsamında
yapılandırılıyorlar. Yapılar hem güçlendiriliyor-ki çok doğru- hem de
büyütülüyor. İnşallah, ideolojik liselere, yani, İ.Hatip Lisesine
dönüştürülmez(ler).
Saat 18’de sahile indik. Dahası Salacak’taki Kız Kulesi’ne
indik. Sahildeki geçen yıl gecekondu görünümlü büfeler kaldırılmış ve yerine
daha estetik ve anlamlı ‘Kız Kulesi’ne benzer büfeler yapılmış. Sahilde Kız
Kulesi’ni ve Topkapı, Eminönü, Süleymaniye’nin yarattığı gizemli İstanbul
siluetini ılık akşam esintileriyle izlemek insanın ‘anlık da olsa’ Ankara kent
yorgunluğunu alıyor. Fakat başınızı
hafif sağa doğru çevirdiğinizde, İstanbul’un gizemli simgesi Silueti’nin üzerine
“Re-cep(imin) ‘İstanbul’un modern
Silueti’ dediği” sermaye tapınak
kulelerinin geldiğini görüyorsunuz. O an
Ankara yorgunluğunuz tekrar kendini gösteriyor ve bir anda kırmaya
çalıştığınız umutsuzluk duygusu sarmalıyor,
sizi.
İstanbul’a iyi bakmıyorlar; aksine her gelen İstanbul’dan bir şeyler alıyor,
vermeksizin. Verdikleri nedir? İstanbul Boğaz Köprüleri, Katlı kavşaklar,
Metrobüs hatları(bence, Melih Gökçek döneminde kaldırılan ve çok faydalı olan
Ankara’daki eski tahsisli yolun kopyası(aynı proje aynı yıllarda İstanbul için
de uygulanmıştı). Öyle bir kopya ki, deneyimli mühendisler dışlanıp,
ideolojilerine uygun yetersiz kimliklere yetki verdiklerinden dolayı
metrobus köprüsünün çöküp ölüme neden
olduğu, metrobus kapılarının perona uydurulamadığı yanlış uygulanan, doğru
kentiçi ulaşım projesi ve alışveriş merkezleri(AVM) . İşte tüm bunlar
İstanbul’un trafiğini öyle bir hale getirmiş ki, İstanbul’u yaşanılır olmaktan
çıkarmış.
12 Temmuz 2012; Ayasofya Müzesi’ne gideceğiz.
İstanbul’u taramadan önce yazılı basını tarıyorum ve yine
iktidar ve siyasilerin yarattıklarıyla sinirlerimi bozuyorum. İyi ki salt
yazılısını izliyorum; ya görselini de izlesek, Ankara kış yorgunluğuyla
birlikte, gerilimini de resmen yaşayacağız.
Üsküdar Cumhuriyet caddesi Abdülfeyyaz ve Karagazi
sokağındaki eski ahşap evlerin Tarihi
yapı olarak değerlendirilmesi ve dokunulmaması bana yalandan tarihe duyarlılık
olarak geldi. Çünkü, biliyoruz ki, bunlar nice tarihi yapıları yok ettiler ve
yok ediyorlar, tarihi İstanbul Yarımadası’ndaki imar planları değişikliğiyle.
Saat 12:10. Eminönü’ye gitmek için Üsküdar iskelesine indik.
Eminönü’ndeyiz ve saat 12:35.
İBB’nin İstanbul
tanıtım ve danışma birimleri faydalı birer oluşum. Sirkeci Gar’ının tam
karşısındaki Ankara Caddesi’nden Ayasofya’ya tırmanıyoruz, üç Ankaralı olarak.
Ezan vakti olduğu için, Ayasofya’nın açık olmayacağını düşündük ve bu nedenle
Süleymaniye köftecisinin bitişiğindeki parkta bekliyoruz. Sıcaktan hiçbirimizin
aklına gelmedi; 1935’ten beri buranın müze olarak değerlendirildiği. Kısacası,
Tarih resmen sıfır, yani kaldık.
Parkta her ulustan ve inançtan insan var. Fakat, ülkemdeki
farklı Müslüman figürleri en çok dikkati çekeni. Cüppeli ve sarıklı iki kişi,
kara çarşaflı ve de peçeli iki kişi ile açık ara oturuyorlar. Bu iki grubun
ortasında ayakta sigara içen, biri kot pantolonlu ve kıçının çatalı gözüken,
diğeri hiçbir yeri gözükmeyen yazın o sıcağında cennete gitmek için cehennemi
yaşayan yerleri süpüren bej pardösülü ağzında sigara 2 türbanlı bayan oturuyor,
arkalarında da sadece başı açık hiçbir yeri gözükmeyen, simit yiyen 4
bayan..Bunları izlerken kendi kendime ‘acaba bu gruptan hangisi cennetlik…?”
diye sordum, fakat hemen kafamda bir tepki sorusu belirdi; ’Allah bilir!”.
Aslında doğru, doğru olmasına da, bu
kadarının da kulun bilmesi gerektiğini düşündüm( tepki vermeniz gerekmiyordu).
Dindar olduğunu kanıtlamaya çalışan bu sevgili
insanlarımızın, kendi giyim formatları, dahası, militan ideolojik giyimden uzak
uygar ve çağdaşı giyinen insanlara küs-küs baktıklarını, daha doğrusu tepkili
duruş sergiledikleri dikkatimi çekti.
Bunları fazla kurcalamayayım, sinirlerim(iz) bozulacak.
Ne ise; Tarih dersimizin bütünleme sınavına girdik ve geçtik. Doğrusu,
Ayasofya’nın ibadete açık olmadığı aklımıza geldi, sürekli ibadete açılması
için Ayasofya bahçesinde namazlı eylemler yapıldığını anımsayarak.
Giriş için kuyruğa takıldık. Karşıdan başında takke olan 3
sakallı genç 12 yaşlarındaki çocuklara
Ayasofya’yı gezdirmiş çıkıyorlar. Üç genç bebelere öyle bağırıyorlar ki, cinnet
hali içindeler. Dahası birilerine duydukları öfkeyi çocuklara kusuyorlar.
Bebelerin tümünün başı yerde, ürkek-ürkek koşuşturmaları beni fazlasıyla üzdü.
Adeta, duygudan soyut tepkisizi robot gibi, ‘çocuksu dinamiklerinden soyut‘
takkeli kuvvetlerin etkisiyle mekanik davranıyorlardı.
Benzer olayı birkaç
gün sonra Üsküdar’da yaşıyorum. Cumhuriyet caddesi üzerindeki camii etrafı
cübbeli ve sarıklı, kara sakalı şalvar pantolonlu adamların cirit attığı yer.
Saat 10 sularında, caminin önünde bir son model BMW duruyor. Arabayı sarıklı
biri kullanıyor. Arkada, sarıklı bebeler dikkatimi çekti. Direksiyondaki
sarıklı arabadan iniyor, kendilerine bekleyen diğer sarıklılarla sarmaş dolaş
oluyorlar. 4’ünün de yürüyüşünde bir zafer edası olduğunu gözlemliyorsunuz. Bir
şeylere, dahası ayakta durmaya çalışan Laik Demokratik Cumhuriyet’e karşı
olmanın gururu içindeler adeta. Bunu yüzlerinden okuyabiliyorsunuz. Arabadan
inen, karşılayanlara çocukları getirdiklerini söylüyor. Heyecanla çocuklara
yöneliyorlar. Çocuklar, ürkek gözlerle onları, onlar ise bir şey başarmanın
tebessümüyle çocukları izliyor ve aynı gülümsemeyle de etrafa bakmayı ihmal
etmiyorlar.
Sert bir el işaretiyle çocukları arabadan indirdiler.
Öylesine ürkekler ki, başlarını kaldırıp etrafa bakamıyorlar.
Bu benim ülkem olamaz…
Böylesi kent profilini izleyerek Ayasofya’yı gezmeye
başladık.
Ayasofya; Bizans İmparatoru I.
Jüstinyen tarafından M.S. 532 - 537 yılları arasında İstanbul'un tarihi
yarımadasındaki eski şehir merkezine inşa ettirilmiş. Erken(kendini bir tarza
oturtamamış anlamında kullanılır) Hıristiyan ve Ortaçağ mimarilerinde, eski
kiliselerde binanın ana aksı yönünde devam eden koridorları/geçitleri
bulunan(yan nef), galerili veya galerisiz Kilise(bazilika) planlı bir patrik
katedralidir.
Ayasofya; İstanbul Fatih tarafından alınmasından sonra,
dönüştürülmüş(1453). 1935 yılından beri ise müze olarak hizmet vermektedir.
Mühendislik ve Mimari bakımdan, bazilika planı ile merkezî planı birleştiren,
kubbeli bazilika tipinde bir yapı olup kubbe geçişi ve taşıyıcı sistem
özellikleriyle mimarlık tarihinde önemli bir dönüm noktası olarak ele alınır.
Ayasofya’daki “Aya”
sözcüğü Yunancada “kutsallık”
anlamındadır. “Sofya” sözcüğü ise
“Bilgelik” anlamındaki ‘sophos’ sözcüğünden gelir. Dolayısıyla “Aya
Sofya” adı “Kutsal Bilgelik” ya da "ilahî bilgelik” anlamına gelmekte
olup, Ortodoksluk mezhebinde Tanrı'nın üç niteliğinden biri sayılır. 6.
yüzyılın ünlü mimarlarından Milet'li İsidoros ve Tralles'li Anthemius'un
yönettiği Ayasofya’nın inşasında yaklaşık 10.000 işçinin çalıştığı ve
Jüstinyen'in bu iş için büyük bir servet harcadığı belirtilir. Bu çok eski
binanın bir özelliği yapımında kullanılan bazı sütun, kapı ve taşların binadan
daha eski yapı ve tapınaklardan getirilmiş olmasıdır(tapınak hırsızlığı bu olsa
gerek).
Bizans döneminde Konstantinopolis Patriği'nin patrik
kilisesi ve Doğu Ortodoks Kilisesi’nin merkezi olmuş bulunan Ayasofya, doğal
olarak vaktiyle büyük bir “kutsal emanetler” koleksiyonunu içermekteydi.
1453’de
kilise camiye dönüştürüldükten sonra Osmanlı sultanı Fatih Sultan Mehmet’in
gösterdiği büyük hoşgörüyle mozaiklerinden insan figürleri içerenler tahrip
edilmemiş (içermeyenler ise olduğu gibi bırakılmıştır), yalnızca ince bir
sıvayla kaplanmış ve yüzyıllarca sıva altında kalan mozaikler bu sayede doğal
ve yapay tahribattan kurtulabilmiştir. Cami müzeye dönüştürülürken sıvaların bir
kısmı sökülmüş ve mozaikler yine gün ışığına çıkarılmıştır.
Günümüzde görülen Ayasofya binası aslında aynı yere üçüncü
kez inşa edilen kilise olduğundan ‘Üçüncü Ayasofya’ olarak da bilinir. İlk iki
kilise isyanlar sırasında yıkılmıştır. Döneminin en geniş kubbesi olan
Ayasofya’nın merkezî kubbesi, Bizans döneminde birçok kez çökmüş, Mimar
Sinan’ın binaya istinat duvarlarını eklemesinden itibaren hiç çökmemiştir.
Ayasofya; sanat tarihi ve mimarlık dünyasının baş yapıtları
arasında yer alır ve büyük kubbesiyle Bizans mimarisinin bir simgesi olmuştur.
Ayasofya diğer katedrallere kıyasla şu özellikleriyle ayırt edilir:
Dünya’nın en eski katedralidir.
Yapıldığı dönemden itibaren yaklaşık bin yıl boyunca (1520’de
İspanya’daki Sevilla Katedrali’nin inşaatı tamamlanana dek) dünyanın en büyük
katedrali unvanına sahip olmuştur. Günümüzde yüzölçümü bakımından dördüncü
sırada gelmektedir.Dünya’nın en hızlı (5 yılda) inşa edilmiş katedralidir.
Dünya’nın en uzun süreyle (15 yüzyıl) ibadet yeri olmuş yapılarından biridir. Kubbesi
"eski katedral" kubbeleri arasında çapı bakımından dördüncü büyük
kubbe sayılmaktadır.
1930 ile 1935 yılları arasında yenileme çalışmaları
nedeniyle halka kapatılan Ayasofya’da Mustafa Kemal Atatürk’ün emriyle bir dizi
çalışmalar yapıldı. Bu çalışmalar arasında çeşitli yenilemeler, kubbenin demir
kuşak ile çevrilmesi ve mozaiklerin ortaya çıkarılıp temizlenmesi sayılabilir.
Ayasofya Türkiye Cumhuriyeti’nin kurucusu Mustafa Kemal
Atatürk’ün isteği üzerine, Bakanlar Kurulu’nun 24 Kasım 1934 tarih ve 7/1589
sayılı kararıyla müzeye çevrilmiştir. 1 Şubat 1935’te ziyarete açılan müzeyi
Atatürk 6 Şubat 1935 tarihinde ziyaret etmiştir. Yüzyıllar sonra mermer
zemindeki halıların kaldırılmasıyla zemin döşemesi ve insan figürlü mozaikleri
örten sıvanın kaldırılmasıyla da muhteşem mozaikler tekrar gün ışığına
çıkarılmıştır.
İstanbul’un fethinden sonra, derhal Ayasofya Kilisesi camiye
dönüştürülmüş. Kordoba soylusu Pero Tafur
ve Florentine Cristoforo Buondelmonti
gibi Batılı ziyaretçilerin
betimlediği gibi Ayasofya tam bir harabe imiş. Fatih Sultan Mehmet adını
değiştirmeksizin kilisenin derhal temizlenip camiye çevrilmesini emretmiş. İlk
minaresi onun döneminde tuğladan inşa edilmiş. Minarelerden biri de sultan
Bayezid II tarafından eklenmiş. 16. yüzyılda Kanuni Sultan Süleyman fethettiği
Macaristan’daki bir kiliseden Ayasofya’ya iki devasa kandil getirtmiştir ki,
günümüzde bu kandiller mihrabın iki yanında yer alıyor.
II. Selim döneminde (1566–1574) bina yorgunluk ya da dayanıksızlık belirtileri
gösterdiğinde, dünyanın ilk deprem mühendislerinden biri sayılan Osmanlı baş
mimarı Mimar Sinan tarafından eklenen dış istinat yapılarıyla (payanda) takviye
edilerek, son derece sağlamlaştırılmış. Binanın dört tarafındaki toplam 24
payandanın bir kısmı Osmanlı dönemine, bir kısmı Bizans dönemine aittir(bana
göre bu payandalar Ayasofya’nın estetiğini tümden bozmaktadır. Günümüzde bu
payandaların sitemli şekilde kaldırılıp eski gizemli görselliğine
kavuşturulabilir). Bu istinat yapılarıyla birlikte, Sinan ayrıca, kubbeyi taşıyan
payeler ile yan duvarlar arasındaki boşlukları kemerler ile besleyerek kubbeyi
iyice sağlamlaştırmış ve binaya iki geniş minare (batı kısmına), hünkar mahfili
ve II. Selim’in türbesini (güneydoğu kısmına) eklemiştir (1577). III. Murat’ın
ve III. Mehmed’in türbeleri ise 1600’lerde eklenmiştir.
Ayasofya binasının içine Osmanlı döneminde eklenen diğer
yapılar arasında mermerden minber, hünkar mahfiline açılan galeri, müezzin
mahfili (mevlit balkonu), vaaz kürsüsü ve sayılabilir. III. Murat Bergama’da
bulunmuş, Helenistik dönemden kalma (M.Ö. IV. yüzyıl), "bektaşi "ndan
(İng.alabaster ) yapılma iki küpü Ayasofya'nın ana nefine (ana salon)
yerleştirmiştir. I. Mahmut 1739’da binanın restore edilmesini emretti ve bir
kütüphane ile binanın yanına (bahçesine) bir medrese, bir imarethane ve bir
şadırvan ekletti. Böylece Ayasofya binası, civarındaki yapılarla birlikte bir
külliyeye dönüştü. Bu dönemde ayrıca yeni bir sultan galerisi ve yeni bir
mihrap yapıldı.
Ayasofya’nın Osmanlı dönemindeki en ünlü restorasyonlarından
biri sultan Abdülmecit’in emriyle İsviçre İtalyanı olan Gaspare Fossati ve
kardeşi Giuseppe Fossati’nin nezaretinde 1847 ile 1849 yılları arasında
yapılmıştır. Fossati kardeşler, kubbe, tonoz ve sütunları sağlamlaştırdı ve
binanın iç ve dış dekorasyonunu yeniden elden geçirdi. Üst kattaki galeri
mozaiklerinin bir kısmı temizlendi, çok tahrip olanları ise sıvayla kaplandı ve
altta kalan mozaik motifleri bu sıva üzerine resmedildi. Işıklandırma sistemini
sağlayan yağ lambası avizeleri yenilendi. Kazasker İzzet Efendi'nin (1801–1877)
eseri olan, önemli isimlerin hat
sanatıyla yazılı olduğu yuvarlak dev tablolar yenilenip sütunlara asıldı.
Ayasofya’nın dışına yeni bir medrese ve muvakkithane inşa edildi. Minareler aynı
boya getirildi. Bu restorasyon çalışması bittiğinde Ayasofya Camii 13 Temmuz
1849’da görkemli bir törenle yeniden halka açıldı. Ayasofya külliyesinin
Osmanlı dönemindeki diğer yapıları arasında sübyan mektebi, şehzadeler türbesi,
sebil, sultan Mustafa ve sultan İbrahim türbesi (önceden vaftizhane) ve hazine
dairesi sayılabilir.
İşin gerçeği
şu: Ayasofya Osmanlı döneminde, gerçek mimari kimliğinden soyutlarcasına
güçlendirmeler ile estetikten uzak
devasa bir yapı karmaşasına dönüştürülmüş, iç ve dış mekânlarıyla. Bu da;
Osmanlı-Selçuklu tarihinin Bizans ve
antik İstanbul mühendisliği tarihi üstünde inşa edilmesidir.
Bir
antrparantez açmak istiyorum; “Kuzguncuk’ta dikkatimi çekti. Kilise ve Cami bir
arada. İkisi de tarihi yapı. Yani iki dinin ibadethanesi bir arada. Ben, dinler
arası diyalog buna derim. Dahası, inançlara saygı.. Ayasofya’nın yanında da
Süleymaniye var olmasına karşın, neden bir zamanlar Ayasofya camiye
dönüştürüldü. En azında şimdiki gibi Müze olarak bırakılabilirdi.”
AKP İBB
zabıtaları ve özel güvenlikçiler, CHP milletvekili Mahmut Tanal’ı ‘ Kentsel
Dönüşüm eylemcilerine destek verirken’ tekme ve yumruklarla kafasını yardılar.
Ne de olsa,
sivil faşizmin ayak sesleri…Bizler politikalarımızı yeterli çizgiye
taşıyamadığımız sürece daha çok dayak yeriz…
Bu kişi ve
kente saldıran mantıktır, bugün İstanbul
Çamlıca’ya, İstanbul’un her yerinde görülecek devasa cami inşa etmeye çalışan.
İstanbul’un
gizemli silueti salt minareler değildir, antik çağ ve Osmanlı uygarlığı ile
birlikte, Osmanlı öncesi uygarlıkların tarihi yapılardır İstanbul’un siluetini
oluşturan. Üzülerek belirteyim ki, bugün Osmanlı-Selçuklu mimarisi öne
çıkarılmakta antik çağ ve sonrasının uygarlıkların mimarisi ötelenmektedir.
Bu bağlamda yapılan yenilemelerin( Fr.restorasyon), Osmanlı
tarihi yapılarına zarar verdiğini gözlemliyoruz. Örneğin, Süleymaniye Camii'nde
Mimar Sinan'ın mükemmel yankılanımı(Fr.akustik), yenilemede bozuldu. Ses,
onlarca hoparlörle yayılabiliyor.
Yapılması planlanan “devasa
cami”nin projesini çizen mimar Hacı Mehmet Güner’in, “Ecdadın yaptığından da
geniş kubbe kullanacağız. En az 6 minaresi olacak ve minareleri dünyadaki en
yüksek cami olacak” sözleri, inanın mühendislik-mimarlık disiplini ve bilimini
dikkate almayan algısızlık ve etiksizliktir bence.
Günümüz üstün teknoloji çağında, böylesi yapısallığı ve
tasarımı başarı diye gösterenlerin bu
duruşundaki asıl amaçlarının
ideolojilerinin anıtsallaştırmaktan başka bir anlam taşımaz.
İBB’nin bülteni
dikkatimi çekiyor: “Boğaz’a teleferik; Zincirlikuyu-Altünizade-Çamlıca arasında
hizmet verecek teleferik hattı ile 6 bin yolcu taşınacak.”
İstanbul, resmen bilimkurgu kentine dönüşüyor; kaosun hüküm
sürdüğü bilimkurgu kentine…Düşünebiliyor musunuz; o güzelim boğazın üzerinden
sürekli uçan tenekelerin seyretmesini…Aslında haklılar; Çamlıca’nın tepesine
dünyanın en yüksek minareli devasa cami’ye nasıl ulaşacaklar. Adam resmen
padişahlarla yarışıyor. İstanbul’a Süleymaniye’den ve diğerlerinden daha büyük
cami yapılmalı ve adına da ‘R-cebül el-tayyip’ koymak gerekir(Çamlıca tepesine
yapılacak Camii ile ilgili detaya yazının ilerleyen bölümlerinde yer
vereceğim).
Ve son olarak; İstanbul’un simgelerinden biri olan,
Kandilli’deki 57 dönümlük “Sevde Tepesi” de Suudi Arabistan Kralına satıldı.
1980’lerden bu yana bu alanın imara açılması, yargıdan ve
Koruma Kurulu’ndan geri dönüyordu. AKP iktidarı bunu çözdü: Başbakanın
başkanlığında bazı bakanların katılımında oluşan Boğaziçi İmar Yüksek
Koordinasyon Kurulu aracılığıyla Sevda
Tepe’yi imara açtı ve Araba sattı. Bunun için de Sevda Tepesi dosyası Boğaziçi
İmar Müdürlüğü’nde askıya çıkarıldı(26 Aralık 2012 haberi). Bu kararlar, bana
göre Boğaziçi askıya alındı, dahası asıldı. Kim bilir bu karar kimleri yeni
gemiciklerin sahibi yapacak.
İstanbul trafiği resmen insanı çıldırtıyor. Asıl çıldırtan
ise; Fatih köprüsünün onarımı nedeniyle trafiğin tıkanmasının dahi 3. Boğaz
Köprüsü’ne gerekçe gösterilmesi. Mantıkla birlikte hiç mühendislik ve kentleşme
ve de ulaşım bilgisi yok ki bunu söyleyebiliyorlar. Yıllardır uyardık, ulaşım
politikalarını kapitalistler ranta tahvil etmek için, özellikle karayolunu
kullandıklarını. Yıllardır söyledik, yazdık; köprünün köprü doğurduğunu ve iki
yakadaki yapılaşmalarla ulaşım sorunu yarattığını. Dinleyen yok; aksine bu
dinlemeyenler çıkıp bir köprü kapanınca, gördünüz mu biz bunun için 3. köprüyü
yapıyoruz fırsatçılığını gösterebildiler. Bakalım 4. köprü sonrası ne
diyecekler!?…Eğer, siz karayolu trafiğini İstanbul’a akıtmasaydınız,
yandaşların arazilerine özel köprüler yaptırmasaydınız, Avrupa geçişlerini
Yalova ve İzmit körfez üzerinden Çanakkale, Gelibolu üzerinden yapsaydınız
bunların hiçbiri yaşanmazdı(eğri otur doğru konuş; tüm bu hatalar AKP’nin
hataları değil. AKP’nin hatası önceden eleştirdiği geçmişin ulaşım
politikalarını abartarak yinelemesi).
Aklımız sonradan geliyor. İBB başkanı hemşerim Kadir Topbaş
tam 24 gün sonra, Fatih köprüsüzlüğünün yarattığı ulaşım karmaşasına çözüm
geliştirmeye başladı. O kadar kolaydı ki, çünkü boğazdaki deniz ulaşımını
yoğunlaştırdığında çözüm beraberinde gelecekti. Yoğunlaştırmadılar, çünkü deniz
ulaşımının sistemli bir şekilde ulaşım politikalarına entegre edilmesi ve sonuç
vermesi işlerine gelmiyordu, çünkü boğaz köprülerinin gereksizliği açığa
çıkardı, teleferik fantezisi önemini yitirdi. Çünkü, çünkü..çünküsü çok,ama
anlayan yok.
Karayolları Genel Müdürü, insanlara tatile çıkın diyor,
Uzmanlar ise; bisküvi, limonata, yoğurt, ekmek, kraker,
kısacası mutfağı yanınızda taşıyın ve çılbıra dönmüş trafikte yumurta ile
çılbır yapın…
İBB’nin, yani
İstanbul Büyükşehir Belediyesi tanıtım broşürüne bakıyorum, sürekli Osmanlı
tarihi yapılarının tanıtımı ve onarımı içinde olunduğunu gözlemliyorsunuz. Buna
itirazım yok, fakat İstanbul tarihinin, Osmanlı ve Selçuklu tarihinden ibaret
olmadığını gözardı edemeyiz. Nerde, antik çağ ve sonrası uygarlıklarının
İstanbul tarihi?
Broşür’de bir dikkati çeken olay da, İstanbul’u adeta türbeler
kenti gösteren, türbe tanıtım ve onarımları ile ilgili içerikler.
Fatih’e Eminönü’yü de katmışlar, yakındır İstanbul’u da
katıp İstanbul’un adını “Fatih” yapmamız.
13 Temmuz 2012. Yine Topkapı’dayız. Saat 12.00.
Topkapı Sarayı’nın o devasa (en küçüğü 300 yaşında)
çınarları deri değiştirircesine kabuk değiştiriyor; kabuklar kuruyup yaprak
gibi dökülüyor. 16.yüzyılda çıkan yangında(1.avludan başlamış) bu görkemli
ağaçların çoğu yanmış. Yanık halleriyle hala ayakta olan Çınarlar var; insanlar
‘yangının yarattığı’ oyuklarında resim çektiriyorlar(o insanlardan biri de
benim. Ya yangın çıkmasa, ben hangi oyukta resim çektirir olacaktım acaba?
Yangın sonrası Mimar Sinan yapılardaki bacaları geniş inşa etmiş.
“Bakanlık benden bıktı, ben de onlardan” diyerek,Topkapı
Sarayı Müze Başkanlığından ayrılan,
meslektaşım Emeldar Ortaylı’nın ağabeyi
Prof. Dr. İlber Ortaylı Topkapı Sarayı Müzelerine çok şey katmış, fakat
birilerine de katıp karıştırdığı için rahatsız olmuş o birileri. Yaş hattı
gerekçesi bence bahane. İsteselerdi görevini uzatabilirlerdi. Sayın Ortaylı
değil 7 yıl, en azından bir 7 yıl daha kalsaydı, Topkapı Müzesi’nin evrensel
kimliğini daha da varsıllaştırırdı. Görevden ayrılması kendini gösteriyor,
çünkü büyük bir sistemsizlik var. Geçen yıl ziyaretler daha düzenli idi.
Ortaylı bu gerçeği; Topkapı Sarayı
Müzesi'nde yönetimin yanlış
olduğunu ve idare sisteminin düzeltilmesi
gerektiğinin altını çizerek belirtti.
Hoca, koca Topkapı Saray müzesinde 12 Küratör(Latince
sözcük) var diyor. Yani, Türkçesi; sergi düzenleyen müze yöneticisi. Bu
yöneticilerin 6’sı yaş sınırını hayli aşmış. Bunun için sayın Ortaylı,
üniversitelerde sanat adına verilen derslerin de düzenlenmesi gerektiğini ve
öğrenciler yetiştirmek gerektiğini ve
Ulusal Anıt(Abide-i Milliye)olarak gördüğü Topkapı Sarayı Müzesi'nin
kadro yenilenmesi gerektiğini vurguluyor. Ödenek sorununun ise bir başka
sıkıntı olduğunu, bünyedeki Müze dernekleri kapatılınca sergi düzenlemelerinin
zorlaştığını özellikle belirtiyor.
Müze'de noksanların kapatılması gerektiğini belirtti.
Kültür ve Turizm Bakanlığı'nın kadro yetiştirmediğini hatırlatan İlber
Ortaylı 1980 yılından beri müze asistanı
imtihanının açılmadığını da sözlerine ekledi.
Topkapı Sarayı Müzesi'nde meydana gelen aksaklıklarla
İstanbul Büyükşehir Belediyesi'nin sık-sık ilgilendiğini belirten Ortaylı,
Kültür Bakanlığı'nın daha etkin olması gerektiğini açıklaması, bence İBB’nin
kendi ideolojisi doğrultusunda Topkapı Sarayı Müzesi’ne kimlik vermeye
çalıştığının işareti bence. çünkü Kültür Bakanı Ertuğrul Günay olguya biraz
daha doğrularla bakan bir kimlik. Bence Ortaylı’nın görevden ayrılışına neden
AKP parti yapısı ve İBB’dir, özellikle Kadir Topbaş.
Saray divan’ının gezmiyorum, çünkü geçen yıl gezdim. Bu
nedenle Divan’ın önündeki açık alanda bekliyorum. Yorulunca da banka oturdum.
Biri daha yanıma ilişti. Kendi kendine konuşuyor. Topkapı Saray’ını pek zengin bulmadığını sövgüler eşliğinde
mırıldanıyor. Benim Türkçe bildiğimi anlayınca, övgülere geçti. “Hayatımız
hasar oldu, para çok, hayat yok” diyerek Kuzey Irak yönetimini eleştirmeye,
Tayyip’e övgüler yağdırmaya başladı. Ben Tayyip; Suriye’ye kafa tutacağına, ABD
yanında yer alacağına size sahip çıksın diyerek uyarınca bu sefer Tayyip’a
saymaya başladı, Barzani ve Talabani ile birlikte… El sıkıştık “Gözümle,
hayatımız hasaaar” diyerek uzaklaştı.
Osmanlı Sarayı’nın Üç bölümden oluşuyor; “Birun(iç dairenin dışında kalan
alan), Enderün(saray okulu) ve Harem(Padişah Evi. İç avluya bakacak mimariye
sahip korunan yapı).
Padişah Evi( Harem);
Topkapı Sarayı’nın genelini geçen yıl yazdım. Bu yıl sadece
Harem bölümünü yazacağım:
Harem’i geziyoruz Kadriye Çorbacıoğluve Ececan Çorbacıoğlu.
Ececan ikinci kez geziyor.
Harem gezilirken Hürrem sanki bizi izliyor veya izletiyor
duygusuna kapılıyorsunuz ‘Muhteşem Yüzyıl’ abartısı yüzünden. Bu nedenle ne
olur ne olmaz diye kendimizi koruyoruz.
Harem benim için, pek de o dönemini mimari ve mühendislik
harikası değil, aksine basık ve sıkıcı dar mekânlara sahip. Baskı ve
monarşizmin katı kurallarını ikinci kattaki demir kafesli pencerelerde
görüyorsunuz.
Osmanlı-Selçuklu mimarisi resmen batı mimarisiyle
harmanlanıp oluşturulmuş. Batıdan salt sütun mimarisi, yani taşıyıcı/karkas
mimarisi alınmış. Tüm kapılar ve pencereler avluya açılıyor. Boğaza açılan
pencerelerin tümü demir kafesle örülü. Dahası, Osmanlı tarihi yapıları önceki
uygarlıkların yapıları üzerinde inşa edilirken batı mimarisini de örselemiş.
Devlet içinde yer edinmeye başlayan haremin İki temel
fonksiyonu vardır. Birincisi Padişahın özel yaşamını sürdüğü ve eş bulduğu
yerdir. Fatih'le birlikte şehzadeler yabancı hanedanlarla evlenmeyi
bıraktıklarından bu çok önemli ve hanedanın devamı için vazgeçilmez bir
fonksiyondur. İkincisi bir okuldur. Enderun mezunu devşirme gençlerle sarayda
eğitim almış cariyelerin evlendirilmesiyle eğitime dayanan bir aristokrasi
kurulmuştur. Padişaha ve hanedana bağlı bir aristokrasi yaratılmasını sağlamak
için cariyelerin eğitilmesini sağlayan kurumdur.
Harem, Osmanlı Türkçesinde: korunan, mukaddes ve muhterem
yer anlamına gelir. Ev, konak ve saraylarda genellikle iç avluya bakacak bir
şekilde planlanan, kadınların yabancı erkeklerle karşılaşmadan rahatça günlük
hayatlarını sürdürdükleri kısımdır. Burada yaşayan kadınlara da harem deniyor
olması, İslamiyet'in bu bölümlere, özellikle hane kadınlarıyla belirli bir kan
bağı dışında kalan erkeklerin (Arapçası, namahrem) girişini yasaklamasından
kaynaklanır. Bir diğer anlatımla; Osmanlı’da harem, herkesin giremediği bir
ortamdı. Sözcük olarak harem 'dokunulmaz, kutsal' anlamına gelir. Bilinenin
aksine Osmanlı'da 'Harem-i Humayun', devlet adamları yetiştiren 'Enderun'
mekteplerine paralel bir kurumdu.
Osmanlı haremine alınan hadım erkek hizmetçiler (tavaşiler)
iki gruba ayrılmaktaydı: Ak Hadımlar ve Siyah hadımlar.
İşin özü; Harem yapısı, kadınlara yönelik despotizmin
mimarisi.
Böylesi, içiçelik, dışarıdan soyut, salt avlulara bakan
yapıdan amaç, kadınlara başka erkekler bakmasın, fakat padişah cinsel obje
olarak gördükleri kadınlara baksın.
Kadını cinsel ve baskının tek objesi olarak gören
düşünceleri günümüzde de takdir edenler var. Doğrusu, Osmanlı saray
ideolojisini kurumsallaştırmak isteyen türbanlı rüküşün biri geçenlerde çıktı,
ben arkadaşımı kocama ikram ettim diyebildi. Fakat yine de Harem öylesine
aşağılanacak yer değil, yani cinsel kölelerin mekanı değil, ama
cariyeler padişahların evlatlıkları olmadığı gibi burası da
evlatlıkların okulu da değil. Doğrudur, padişahın beğenmedikleri evlendirilirdi,
eğitim verilerek. Eee doğrayacak değildi ya, ikramda da bulunacak elbette ki…
En iyisi bu konuda
fazla bilgiçlik yapmayıp, ‘ değerlendirmesine belli bölümlerde katılmadığım
Harem’i Prof. Dr. İlber Ortaylı hocadan okuyalım:
“Harem, Arapça "yasak" anlamındadır. Mahrem bundan
türer; çoğumuzun avami(sıradan) bîr yanlış olarak düşündüğümüz
"selamlık" karşıtı "haremlik" sözü de bu anlamda doğrudur;
hatta Yemen gibi ülkelerde de kullanılmaktadır.
Topkapı Sarayı'nın en çok sözü edilen ama en yanlış bilinen yeri,
Harem'dir. Sarayın ve bütün devlet protokolünün en başta gelen bölümüdür, çünkü
padişahın evidir ve padişah evinin başında da valide sultan yer alır. Sarayın
haremi iki yazımızın konusunu teşkil edecek.
Çok kişinin sandığının aksine Harem, Şark Müslümanlarına has
bir kurum değildir, üniverseldir(evrensel). Yani zamanlara ve mekânlara
yayılmıştır. Harem gibi uygulamaların görülmediği mîlletlerin ve hükümdarların
da kadına daha saygılı oldukları söylenemez. Versailles Sarayı'ndaki XIV Louis,
çağdaşı II. Mustafa ve III. Ahmed'i kıskandıracak kadar bol hatunlu, bol
masraflı bir hayata sahipti.
Eski Çin'de, Hint'te, İran'da ve Bizans'ta, hatta Floransa
senyörlerinin saraylarında harem ağası da, cariye de vardır. Osmanlı bu kurumun
en son bilinen örneğidir. Bugün belki bazı petrol zenginlerinin saraylarında
kadın kalabalığı olabilir; ama bu gelenekle ilgisi olmayan bir bidattir, yani
sapmadır.
15. yüzyıl sonuna kadar Osmanlı padişahları çokeşli evlilik
yapsalar da, komşu hükümdarların kızları tercih edilirdi. Orhan Gazi,
Kantakuzenos'un kızı Prenses Karlofene, I.Murad ise imparator Bulgar Kralı İvan
Aleksandr'ın kızı ile evlendi. Yıldırım Bayezid Han ise Kütahya Germiyan
hükümdarı Süleyman Şah'ın kızı, sonra bir Bizans prensesi ve sonra Sırp
despotunun kızlarından biri ve nihayet Aydınoğlu İsa Bey'in kızı Hafsa Hatun
ile evlendi. II. Bayezid Han'ın annesi Dulkadiroğlu hanedanından Sitti
Hatun'dur.
Son yıllarda şeceresi tartışılmakla birlikte, hanedandaki en
son mavi kanlı prenses; Yavuz Sultan Selim Han'ın eşi ve Kanuni Sultan Süleyman
Han'ın validesi, Kırım Hanı Mengli Giray Han'ın kızı Hafsa Hatun'dur.
Osmanlı hanedanın büyükannesi Hürrem Sultan, çocukları tahta
çıkmadan vefat ettiği halde Kanuni Sultan Süleyman tarafından sultan unvanı
verilen, Avrupalıların Roksolana dediği Ukraynalı zekî ve güzel bir kızdı.
Diğer büyükanne de gene Ukraynalı olan Hatice Turhan Sultan'dır. I.İbrahim'in
eşi, IV. Mehmed'in annesidir. Anlaşılan hanedanımız Türk-Ukrayna karışımıdır.
Saraya gelen cariyeler, ya Kırım Hanlığı atlılarının Ukrayna
ve Polonya ovalarından toplayıp getirdiği esireler ya da Azak ve Kefe sancak
beyi gibi görevlilerin satın alıp hediye ettikleri veya Akdeniz'deki Cezayir
korsanlarının ele geçirdikleri güzellerdir. Venedik soylusu Bafo ailesinin kızı
Safiye Sultan da bunlardandır. Bunlardan başka Kafkasya veya Akdeniz
adalarındaki, Balkan dağlarındaki fakir fukaranın canları kurtulsun diye saraya
gönderdiği veya esirciye verdiği genç kızlar hareme gelirdi.
19. yüzyılda durum çok değişti. Daha çok hanedana ve halifeye
bağlılık duygusu ile Çerkez veya Dağıstan aileleri, hem de soylu kesimi,
hanedana gelin verircesine kızlarını saraya gönderirlerdi. Örnek vermek
gerekirse II. Abdülhamid Han'ın dördüncü kadını ve Ayşe Sultan'ın annesi
Müşfika Kadınefendi, Abhaz beylerinden Ağır Mustafa Han'ın kızıydı.
Her topluluk gibi Harem'de de eşitsizlik vardı. Bu doğaldır.
Güzelliği ve zekâsıyla temayüz edenler padişah gözdesi, ikbal ve giderek
şehzade veya sultan annesi haseki olur, hatta günün birinde valide sultanlığa
ulaşırdı. Hiç belli olmaz, kocası padişah ölünce Eski Saray'a gönderilmiş bir
hasekinin, günün birinde oğlu padişah olunca Beyazıt'tan Topkapı'ya her karakol
menzilinde ihtiramla selamlanıp, sarayda padişah tarafından eli öpülerek valide
makamına ulaşması da mümkündü. Bu raddeye çıkamayanlar dışarıdan evlilik yapar,
yani çirağ edilirlerdi. Asıl olan da buydu.
Sarayın enderundaki gençlerinin biruna çıkması, yani idarede
görevlendirilmeleri gibi Harem halkı da kimi zaman padişahın gözdesi dahi olsa
saraylılarla veya diğer görevlilerle evlendirilirlerdi. Harem'in kapısındaki
"Hayırlı kapılar açan Allah'ım bize de hayırlı kapılar aç" ibaresi
bunu gösterir.
Enderun ve Harem birlikte yönetici bir sınıf yaratan iki
kurum, iki topluluktu. Talihi o kadar yaver gitmeyenler sarayda kalır, zekâ ve
sadakati ölçüsünde harem kethüdalıklarına, hazinedar usta gibi bir memuriyete
kadar yükselebilirlerdi. Nihayet bunu da yapamayanların basit hizmetçilikte
kaldıkları da bir gerçekti. Geçmiş asırların korkunç hastalığı verem de haremdeki
güzelleri tehdit edenbelalardandı.
Bununla beraber karamsar manzaraların yanında ilginç
görünümler de vardır. Harem halkına yılda üç kat elbise verilir, makul bir
yevmiye de buna ilavedir.
Sarayın yemekleri malum, bundan başka Osmanlı sarayı okuma
yazma oranının hayli yüksek olduğu bir yerdir. Hatta bazı cariyelerin,
hizmetinde bulundukları şehzadeler kadar düzgün imlası vardı. Hürrem Sultan
gibi şiir yazacak dil ve edebiyat öğrenimini başarıyla tamamlayanları
unutmayalım. Harem kadınları Osmanlı kültürünü, dil ve musikisini kapardı.
Evlenip dışarıya çıkanlar halkın arasında saraylı hanım olarak bu kültürü
etrafa yayarlardı.
Topkapı Sarayı Harem bölümünün, bugüne kadar ciddi bir
rölövesi(bi yapının bütün boyutlarını ölçüp biçerek o yapının plan,kesit ve görünüşünü
yeniden çıkarmaya deniyor.) ve mimari değerlendirmesi yapılmış değildir.
1960'larda bir bölümü restore eden Yüksek Mimar Mualla Eyüboğlu'nun eserinden
ve yaptıklarından anlaşılıyor ki, Harem'e 19. yüzyıla kadar ilaveler yapılmış,
bazı koğuş ve odalar da ahşap yapılarla ikiye bölünmüştür. Esasen Harem'in
Topkapı Sarayı'na nakli de 17. yüzyılda Kanuni Sultan Süleyman devrine ait bir
olaydır. Bu vakte kadar bugünkü Topkapı Sarayı, padişahların günlük hayatlarını
geçirdikleri ve daha çok resmî büroların bulunduğu bir yerdi. Beyazıt'ta
üniversitenin bulunduğu bölgedeki saray, padişahın evi ve haremiydi.
16. yüzyıldan sonra da sarayın mimarisi ile pek uyum teşkil
etmeyen bu bölüm genişlemiş, hatta padişah evini teşkil eden birtakım bina ve
köşkler sahile doğru yayılmıştır. Bugün bunların çoğu elimizde yok. Sepetçiler
Kasrı ise padişah pavyonlarından sayılmaz. Sultan Abdülaziz döneminde bu
bölgeden geçen demiryolu her şeyi altüst etmiştir. Demiryolu hattının
kaldırılmasıyla, Sirkeci-Ahırkapı bölgesinin yeniden bir gezi ve restorasyon
bölgesi olarak ağaçlandırılması düşünülmelidir.
Osmanlı Saray Haremi'ni uçsuz bucaksız koridorlar, sayısız
odalar, çıplak cariyelerin yüzdüğü havuzlu sofalardan oluşan büyük bir mimari
kompleks olarak düşünmek abestir. Harem bölümü aslında 16. yüzyılda oluşan yeni
idari anlayışın mühim bîr aygıtı, bir önemli kurumudur. Ama aynı zamanda trajik
bir mekândır.
Bugünkü Harem, sarayın Gülhane Parkı'na doğru eğimli arazisi
üzerinde Mimar Sinan tarafından inşa edilmiştir. Şurası muhakkak ki, bütün
saray gibi Harem bölümü de gayet sıkışık yaşanılan, ölçünün ve sert kuralların
hükmettiği bir yerdi.
Harem aslında iki bölümden oluşur: Üst ve alt bölümler.
Gözdelerin, yani ikballerin, hasekilerin oturduğu üst bölüme sarayın
"Kuşhane Kapısı" denen orta avludaki kapıdan girilir. Burada Altın
Yol üstünde ilk olarak darüssaade ağası ve ona bağlı harem ağalarının odaları
yer alır. Esirciler tarafından Habeşistan'ın güneyinde avlanan zenci çocuklar
ne gariptir ki Yukarı Mısır'daki Hıristiyan Kıptî manastırlarındaki rahipler
tarafından ameliyatla hadım edilir ve haremlere sevk edilirdi. Sarayın bu
kesimi onların muhafazasındaydı.
Yine üst katta, yani Harem'in saray avluları hizasındaki bu
bölücünde I. Abdülhamit, III. Osman, III. Ahmet gibi padişahların odaları
bulunur. Çinileriyle meşhur bu bölümde Veliaht dairesi de yer alır. Harem'in
derin katına, Cariyeler Avlusu'ndan aşağıya "Kırk Merdiven" denen
basamaklarla inilir. Burada iki tarafta koğuşlar bulunur. En alt sofada ise
Cariyeler Hastanesi, Gasılhane ve Meyyid Kapısı denen -isminden de anlaşılacağı
üzere cenazenin çıktığı- kapı yer alır. Harem, Gülhane Parkı'na doğru eğimli
bir arazi üzerinde kurulduğundan Kuşhane Kapısı ile bu kapı arasında dik bir
merdivenin bağlantı kurduğunu ve havalandırma deliklerinin de buna paralel
olduğunu belirtelim.
Yetenekli veya yeteneksiz, güzel veya az güzel, sağlıklı
veya sağlıksız olarak doğmuş olmanın ve zekâ farklılığının insan hayatını harem
kadar etkilediği bir başka mekân yoktur. Enderunlular kadar olmasa da Harem
halkının da eğitimi vardır; okuma yazma başta olmak üzere musiki, dikiş nakış
ve adap erkân olmak üzere dışarıdakilere göre iyi eğitim görebileceği açıktır.
Hiç kuşkusuz entrika düzeni kendine göre zengindir. Haremin sürekli politika ve
entrika üretilen bir yer olduğu ise tartışılır. Bu özellik, yani Harem'in
politik entrika merkezi olması bizim tarihimizde bir asrı kapsar. Yani Hürrem
Sultan ile Kösem Sultan'ın büyük valide olduğu iki devir arası dışında; saray
hareminin herhangi bir mahfelden daha politik olduğunu söylemek zordur.
Harem halkı yani cariyeler, ikbal denen gözdeler, hasekiler
ve valide sultan, nihayet kalfalar ve ustalar gibi görevliler sınıfı dışında;
hanedan üyesi olan sultanlar, şehzadeler, IV. Mehmet ve III. Selim gibi
şimşirlik denen hapishaneye kapatılan eski padişahlar Harem halkını
oluştururdu. 15. ve 16. yüzyılda Harem'de hiç de kalabalık bir nüfus yoktu.
Vakıa ki şehzadelerin sancaklara gönderilmesinden vazgeçildi, kafes ve
şimşirlikteki cariye sayısı da arttı.
Tarihçilerin verdiği rakamların mekânla uyuştuğu şüphelidir.
Üstelik bunlar başka kaynaklarla da pek kontrol edilmişe benzemiyor. 18. yüzyıl
için verilen 400 küsur rakamı fazla görünüyor. 19. yüzyıl için tekrarlanan
Dolmabahçe ve Yıldız Sarayı'nın 600 küsur kişilik nüfusu da haremin konumu
açısından yeniden gözden geçirilmelidir.
Harem bahtsız genç hayatların başladığı bir mekândır, talihi
yaver giden kızlar en üst noktaya kadar tırmanır. Harem'de yaşam hiç de kolay
değildi; halk arasında ağzını yaya yaya Harem'den bahseden insanların gerek
burada yaşanan çetin hayatı, ama aynı zamanda buradaki yetenekli ve zeki
kadınların yarattığı kültürel ortamı tanıyıp anlamadıkları ve tarihteki bir
topluluğa bilir bilmez saygısızlık ettikleri çok açıktır.
Harem eğlencelik bir yer değildir, her şeyden önce bir
evdir. Hiç değilse her ailenin evi kadar saygı gösterilmesi gerekir. Topkapı
Sarayı'nın Harem dairesi önceden öğrenerek sessizce ve edeple gezilecek bir yer
olmalıdır.”
BKG(Bilkent Kültür
Girişimi) katkılarıyla, Bilintur BKG ile Topkapı Sarayı Müzesi Müdürlüğü
tarafından hazırlanan ve “TAV Havalimanları”nın ana sponsorluğunu üstlendiği “Harem-i
Hümayun(padişah ailesinin, cariyelerinin, hizmetçilerinin ve hadim ağalarının
kaldığı bölüm. Bir adı da, Darüsseade)Sergisi” Topkapı Sarayı Müzesi’nin II.
Avlusunda yer alan Has Ahırlar Sergi Salonu’nda ziyaretçilere 13 Haziran’da
kapılarını açmış. Amaç, Türkiye’de ve dünyada Harem konusunda oluşan eksik ve
hatalı bilgilerin düzeltilmesi ve Harem’in hiç bilinmeyen yönlerinin gerçeğe
uygun olarak anlatılması
Tam bir ay sonra biz gezdik sergiyi.
Dört ana bölümden oluşan serginin ilk bölümünde “Padişahın
Evi (Harem’in)” inşa dönemleri minyatürler, gravürler ve planlar eşliğinde
anlatılırken, ikinci bölümde yine mimarideki hiyerarşik düzene uygun olarak
Harem’in koruyucuları ve hizmetlileri olan haremağaları ve cariyeler teşkilatı
anlatılmış. Üçüncü bölümde has odalıktan hasekiliğe ve nihayetinde valide
sultanlığa yükselen padişah kadınları, kız ve erkek çocukları ile kız
kardeşlerinden oluşan hanedan üyelerinin Harem’deki yaşamları, eğitimleri,
hiyerarşideki yerleri vurgulanmış. Sergi, Harem’de günlük yaşamın, eğlencelerin
ve geleneklerin yine başyapıtlarla ve görsellerle anlatıldığı dördüncü bölümle
tamamlanmış.
16. Yüzyılın ikinci yarısına kadar veraset yoluyla, yani
babadan oğula geçecek şekilde tahta çıkarlarmış. Fatih Sultan Mehmet çıkardığı
kanunname ile en güçlü olanın tahta
geçme anlayışını getirdi. Bu süreç 16. yüzyılın ikinci yarısı ve 17.
Yüzyıllarında işletilmeye başlandı. Süreç içinde; Osmanlı tarihinde
padişahlığın babadan oğula geçmesi kuralı
“1. Mustafa”nın tahta çıkmasıyla(1617) farklı bir şekilde
işletilerek kardeşinin arkasından tahta
çıktı.
Bu noktada, Osmanlı Veraset Sistemindeki Değişmelere göz
atmak gerekir.
-
a)Osman(1299-1326) ve Orhan(1326-59) Beyler zamanında ülke
hükümdar ailesinin ortak malı idi.
- b)I.Murat'tan(1359-99) itibaren ülke sadece
padişah ve oğullarının sayıldı.
- c)Fatih Sultan Mehmet(1451-81) en güçlü olanın
tahta geçme anlayışını getirdi. Ülke padişahın malı sayıldı (Kardeş katliyle
amaç ülkenin birliğini sağlayarak bölünmesini önlemek ve en güçlü olanın başa
geçmesi sağlamaktı.).
- d) I. Ahmet (1603-17 Duraklama Devri) döneminde yapılan
değişiklikle Osmanlı Hanedanı içinde en yaşlı ve akıllı olanın padişah olması
esası benimsendi.
Sonrasında devlet adamlarının yetersizliği gündeme gelmeye başladı:
-
a) Devlet adamlarının pek azı makamlarının gerektirdiği
tecrübe ve bilgiye sahip olması.
- b) Önceki devirlerdeki gibi devlet adamlarında
tecrübe ve bilgiye bakılmadan rüşvet ve iltimasla devlet makamları dağıtılması.
- c) Rüşvetle göreve gelenler, verdiklerini geri almak için halka ağır vergiler
yüklüyorlardı ve bu tutumlarıyla, ülkede hoşnutsuzluğa neden olmaktaydılar.
- d)
Diğer yandan, görevin gerektirdiği yeterlikte olmadıklarından, işlerin
aksamasına neden oluyorlardı.
- e)Sadrazamlar görevlerinde fazla kalamıyorlar ve
azlediliyorlardı. XVII. yüzyılda bu göreve 61 kişi gelmiştir. bunlar içinde
sadrazamlık görevinde dört saat kalanlar bile vardı. Hâlbuki bu zamana kadar
geçen üç yüzyılda Osmanlı Devleti’nde 55 sadrazam görev yapmıştır. 17. yüzyılda
göreve getirilen sadrazamlar ve diğer devlet adamları, getirildikleri görevlere
uygun nitelikte değildiler.
- f) önceden ilmiye zümresi (ulema, ilim adamları)
geleceklerinden emin oldukları için, kendilerini ilme verirler, adaletten
ayrılmazlardı. duraklama döneminde kadılık, müezzinlik, müderrislik de
satılmaya veya etkili kişilerin akraba ve çocuklarına verilmeye
başlandı (günümüzü çağrıştırdığını yadsıyanın ta… daha net söylemle. AKP’nin
iktidardaki duruşu).
Sancağa Çıkma;
Osmanlı’da şehzadelerin devlet yönetiminde tecrübe kazanması
için çeşitli eyaletlere gönderilmesi ne zaman
kaldırıldı; işte o zaman Osmanlı
yeteneksiz devlet adamlarıyla doldu.
Şehzadeler belli bir yaşa gelince sancağa çıkardı. Sancağa
gönderilen şehzadelere bu görevlerinde, lala adı verilen bilgili ve deneyli
kişiler yardımcı olurlardı. Şehzadeler bu uygulama ile yönetimde deneyim
kazanıyor ve devletin başına geçince bu deneyimlerden yararlanıyorlardı. İlk
zamanlarda İzmit, Bursa, Kütahya , Manisa ve Amasya önemli şehzade
sancaklarıydı.
Sünnet Şenlikleri;
Önemli bir şenliktir. Kızlar ağasının şehzadenin sünnet
çağına eriştiğini padişaha bildirmesiyle başlar. Padişah, sünnet düğünün
süresini ve ayrıntılarını konuşmak için Harem’e gider ve haber, haremdekilere, Bab-ı Ali divanına,
İstanbul’a ve tüm imparatorluğa duyurulur. Haseki Sultan, Şehzade ve harem
kadınlarına armağanlar dağıtılır, o gece saray bahçesinde Çin usulü fener alayı
düzenlenir; cariyeler gözalıcı giysilerle dans ederek, cüceler ve hokkabazlar
da çeşitli numaralarla padişahı eğlendirirlerdi. Daha sonra halkın ve yabancı
konukların katılacağı ve günlerce sürecek şölen ve şenliklere geçilirdi.
Şenllikler, Topkapı Sarayı merkez alınarak, At Meydanı, İncili Köşk, Yalı
Köşkü, Alay Köşkü, Aynalıkavak, Dolmabahçe ve Kağıthane önlerinde şenlik
hazırlıklarına başlanırdı. Şenliğin yapılacağı yerde saray erkanı ve yabancı
konuklar için pavyonlar hazırlanır, rengarenk çadırlar kurulur, kadınlar için
tahtadan cumbalı bölmeler yapılırdı. Şenlikler sırasında verilen şölenlerle
halka sürekli olarak yemek sunulurdu. Bu şölenlere Müslüman, Rum, Ermeni ve
Katolik okulları da davet edilirdi.
Şehzadelik;
Padişahların erkek çocuklarına, Sultan 1.
Mehmet(Sal.1413-12) dönemine dek ‘Çelebi’, daha sonra ‘Şehzade’ denilmiştir.
Ekberiyet (en büyük) uygulamasına kadar okuma çağında yanlarına
verilen Lala ile eğitme başlayan ve
sancağa çıkan şehzadeler yıllar süren
zorlu bir taht mücadelesi sonrası tahta çıkıp padişah olurlar ya da çıkamayıp
ya tutsak hayatı yaşarlar ya da öldürülürlerdi. Taht mücadelesini en iyi olan
kazanırdı.
Valide alayı;
Oğlu padişah olan kadın kadın ‘Valide sultan’ olurdu.
Fatih’teki eski saray’dan, Topkapı sarayı Harem Dairesi’ne törenle gelirdi.
Valide Alayı, ilk kez, Sultan lll.Murat(Sal 1574-95)
zamanında gerçekleştirilmiştir. Süreç içinde, zengin ve ayrıntılı bir tören
haline getirilmiştir.
Cariyeler;
İmparatorluğun gayrimüslim halkından devşirilen fetihlerden
esir alınmış ya da hediye olarak sunulmuş köle kızlar için Harem bir okuldu.
Harem;
17 ve 18. Yüzyıllarda Haremin çok kalabalıklaşması, büyük
yangınlar ve padişahların, Harem’de kendilerine birer ‘Has Oda’ yaptırmalarının
geleneksel hale gelmesiyle, yapılaşma devam etmiştir. V. Mehmet döneminde çıkan
Harem yangını(1665) sonrası çok köklü değişikliklere gidilmemiştir.
Arapça, ‘girmesine izin verilmeyen kutsal yer’ anlamına
gelen harem, Müslüman ülkelerde mahrem aile yaşantısını tanımlar. Aslında 2
farklı anlamda kullanılır, Harem sözcüğü. Birincisi, ‘Padişahın haremini’, yani
kadınlarını, ikincisi; ailenin içinde yaşadığı mekânı ifade eder.
Harem Dairesi;
Osmanlı devletinin yönetim merkezi ve padişahların
ikametgahları olan Topkapı Sarayı, Fatih Sultan Mehmet tarafından 1462-78
yıllarında yapılmıştır.
Topkapı Sarayı Haremi’nde ilk kapsamlı yapı Kanuni Sultan
Süleymen döneminde(1520-66) Haseki Hürrem Sultan’ın Topkapı Sarayı’na
yerleşmesiyle başlamıştır..
Tandır;
Genellikle soğuk kış dönemlerinde büyük mekanları ısıtmak
zordu. Tandır bu tip mekanlarda kullanılan bir ısınma aracıdır.
Arabalar;
Üst kısım biçim ve süslemeleri Osmanlı uslubu olup, teker ve
yay siztemi İtalyan-Torine imalatıdır.
Kuşhane Mutfağı;
Harem dairesinde, Altın yoldan Kalfalar darisine çıkan
merdivenin altındaki kapıdan girilen ve ‘padişah mutfağı’ ya da ‘Kuşhane
Mutfağı’ adı verilen küçük mutfak. Özel gün ve gecelerde ve gerektiğinde padişah
ve üst düzey hanedan mensuplarına hizmet ederdi.
Haremde Yaşam;
Harem hiyerarşisinin her kademesinde; eğitim, ibadet, günlük
yaşamın en önemli olayları arasında yer alırdı.
İstanbul tarihi bir yarımada. İşte bu tarihi yarımadayı
kısmen anlatmaya çalıştık.
Sözde bu tarihi yarımada’yı siyasal iktidar; İstanbul yerel
uzantısı olan İBB aracılığıyla, ‘1/5000 ölçekli koruma amaçlı Nazım İmar Planı’
ile korumaya çalışıyor. Bu işe önce; 30.12.2011 tarihinde onanarak yürürlüğe
giren Tarihi Yarımada (Fatih) 1/5000
ölçekli Koruma Amaçlı Nazım İmar Planı, Fatih 1/1000 Ölçekli Uygulama
İmar Planı ile başladılar. Koruma değil, İstanbul’u siyasi ve ekonomik
rantlarına eklemlendirmek, İstanbul’u salt Osmanlı tarihi ile öne çıkarıp,
geçmiş uygarlıkların tarihini edilgenleştirerek ideolojilerine eklemlendirmek
adına ‘Nazım İmar Planları’nı yaşama geçirmeye çalışmaktadırlar. Bunun önüne
geçmek için TMM0B-Mimarlar Odası, bu planların iptali için dava açtı.
Ayrıca; Taksim Meydanı’nın kimliksizleştirilmesi ve
insansızlaştırılması Projesi yargıda.
17 Ocak 2012 tarihinde İBB tarafından onaylanın ve 14
Şubat’ta askıya çıkarılan ‘Beyoğlu İlçesi Taksim Meydanı Yayalaştırma
Projesi’ne ilişkin 17 Ocak 2012 onay tarihli 1/5000 ve 1/1000 ölçekli koruma
amaçlı Nazım ve Uygulama İmar Planı Tadilatının yürütmesinin durdurulması ve
iptali istemiyle dava açıldı.
Taksim’de ne yapılıyor? Taksim yayaya açılıyor. Bu yaklaşım
bence hiç eleştirilecek bir yaklaşım değil. Araç trafiğini bir şekilde kent
merkezinden uzaklaştırıyorsunuz. Fakat, bu işin fakatı var. Taksim’deki tarihi
19. Yüzyıl kışlasını yıkıp, 21. Yüzyıl teknolojisiyle yeniden inşa etmenin
anlamının anlayan var ise yanıma gelsin. Ben biraz anladım galiba. Ben geleyim
kendi yanıma; belki bu kışla inşasıyla, yeni bir ticari merkezler oluşturacak.
Yani açık alanlar ticari alanlara dönüştürülecek. Gezi parkı ve meydan olma
kimliğini yitirecek Taksim, resmen rant
parkına dönüşecek. Böylesi bir proje, yerin altına aldığınız Taksim trafiğini
alabildiğine yoğunlaştırmaz mı? Bu yaklaşım aynı zamanda Taksim’in tarihsel
görselliğini yok etmeyecek mi?
Peki, İBB tarafından ‘prestij alanı’ ilan edilen ve ardından
800 milyon dolara Dubai Şeyhi El Maktum’a satılan, fakat hukuksal sorunlar
nedeniyle satışı gerçekleşemeyen Şişli’deki 46 bin metre kare büyüklüğündeki
İETT arazisi ne durumda? Bildiğim kadarıyla;
Belediye ile TMMOB Şehir Plancıları Odası ve İnşaat Mühendisleri Odası
arasında hukuk savaşına neden olan “eski imar planı”, İBB Meclisi’nde oy
çokluğuyla onaylandı. Böylelikle Levent’teki İETT araziyle ilgili plan
değişikliğini iptal eden mahkeme kararını bozan Danıştay 6. Dairesinin verdiği
karar doğrultusunda, 2006 yılında yüksek imar artışıyla yapılan plana geri
dönülmüş idi. Ondan sonrası meçhul!
Kimse Taksim’in kültürel merkez olarak yenilenmesine karşı
değil. Siz Beyoğlu’ndaki
–Taksim’deki tarihi kültürel dokuyu yıkacaksınız, sonra çıkıp,
buraları koruyoruz diyeceksiniz. Beyoğlu’nu ‘kentsel dönüşüm’ yalanıyla
dönüştürüyoruz diyeceksiniz; hade be! Ben inşaat mühendisiyim. Nerede, kolektif
dayanışma bütününde seçenek projelerin üretilmesi ilkesi?
Adamlar faşizan duruşlarıyla kentlere saldırıyorlar. Düne
kadar polis saldırıyordu, şimdi güvenlik görevlileri gestapo timleri gibi,
kentsel dönüşüm projesi kapsamındaki yıkımları protesto eden gruba saldırdı,
polis seyretti(13 Temmuz 2012).
Cinsel tacizden aldığı 13 yıl hapis cezası kesinleşen 80
yaşındaki Hüseyin Üzmez; “Bana ceza verilecekse, şeriat kanunlarına göre
verilmeliydi. Bu cezayı tanımıyorum. O yüzden İslam devleti kurulmalı.” Bunları
diyen Üzmez’i üzmemek için Ankara’da M.Gökçek’in himayesinde yaşlılar
bakımevi’nde kalıyor.
Bitmedi, Has Parti Genel Başkanı Prof. Dr. Numan Kurtulmuş;
“Harun gibi geldiler, karın oldular, türbanlı cipliler” diyordu, şimdi
Karunculara karışıyor, AKP’ye girmek için HAS partiyi kapatıyor. Belli ki,
Abdullah Gül değil, Numan Başbakan,..
2012’nin 13 Temmuzunu bitirdik. İkinci kez Topkapıdayız.
İnanın, İlber Ortaylı hocanın gitmesi düzensizliği beraberinde getirmiş..
Üsküdar, Selvilik caddesi ve Cumhuriyet caddesinin kesiştiği nokta müthiş
tehlikeli. Özellikle, Selvilik caddesi çift yönlü ve gidiş gelişi yolunu ayıran
orta kaldırım yok(Fr. Refüj), çünkü dar bir sokak resmen caddeye dönüştürülmüş.
Eet; neden cadde denmiş, bilinmiyor. Cumhuriyet caddesinden kopan araçlar,
hızla Selvilik caddesine girdiğinde, insanlar sağa-sola kaçışıyor.
İstanbul’un trafiği
öncekini artan bir yoğunluk içinde. Çünkü, Fatih köprüsünün bakımı
nedeniyleTrafik, bozulmuş durumda. Nasıl bozulmasın ki, 10 yılda 300’un
üzerinde AVM yapılan İstanbul’da.. Ne oldu AKP’nin 6 yıl önce oluşturduğu
Trafik Komisyonuna?
Başbakan çıkıp, köprü geçişlerini köprü bakımı nedeniyle 2
ay bedava yaptık demesi, halkım rüşvete alıştı varsayımının göstergesi. Böylesi
bir düşünce olmasa, başbakan böylesi bir rüşveti aklına getirmezdi.
3. Köprünün tanıtımı yapılıyor. Bu keşmekeşlik devam etsin,
5 sene sonra, 4. Köprüyü tanıtacaklar, ardından, 5, 6, 7. Köprü derken, boğazı
tümden tek parça(İng. Monoblok. Arapçası, yekpare) betonla kapatacaklar
böylelikle.
3. Köprü, 1875 mt uzunluğundaymış. Japonya’nın 1991’de
yaptığı Akashikaikyo’dan sonra dünyanın 2. Büyük köprüsü. İçinden raylı sistem
geçeceği için, bu kategoride birinci imiş.
Övünmeye bak. Köprü üzerinde, ikinci ulaşım yolu raylı
sistem, oldu olacak köprüyü daha geniş yapıp, üzerine bir de su yolu
bindirelim. Arkadaşlar, köprü üzerinde, geliştireceğiniz diğer ulaşım yolu,
yine trafiği alıp karşı tarafa yığmayacak mı? Neden, bunu tüp geçişle
yapmıyoruz ki. Yooo, köprü çevre yollarıyla, birilerinin arazilerine ulaşacak.
Doğru, tüp geçişle de ulaşır. Hayır, ulaşmaz. Siz tüp geçiş trafiğini kente
mevcut yolları metro ve benzeri raylı sistem ve metrobüs projeleriyle varsıllaştırırsanız, üçüncü ve
4… köprülere ve doğayı yok etme kanalları olan çevre yollarına gereksinimin
kalmaz.
Ulaşım dokusu bozuk, dolayısıyla sosyal doku da… Güney
Doğu’dan getirilen çocuklar mafyanın elinde kenti kirletenlerin başında.
Nerede, devletin koruması. Devlet ne yapsın; hükümet
duyarsızlığı bu konuda alabildiğine artmış durumda. SSK, Bağkur ve Emekli
Sandığı “Sosyal Güvenlik Kurumu” adı altında birleştirilmeye çalışılıyor,
çalışılmasına da, devletin koruma işlevi olan bu olguyu da, her şey gibi özelleştirilmeye başlanmış. Özel yabancı
sigortalar devrede. Bunlar mı, Güney Doğulu çocuklarımıza sahip çıkacak…
14 Temmuz 2012; Çatalca’ya gidiyoruz. Saat 17.38.
Sevgili Ömürcan’ın sözü kesilecek. Vay be, yaşlanıyoruz
galiba. Baksanıza, daha dün sünnette kesilen Ömürcan’ın şimdi sözü kesiliyor.
Sözlüsü Eda Otlatıcı, Çatalca’nın yerlisi. 1976’dan beri Çatalca’da olmamıza
karşın ancak bir Çatalcalı kız alabildik. O’nu da Kardeşim Hüseyin
Çorbacıoğlu’nun oğlu Ömürcan Çorbacıoğlu başardı.
3 saattir Çatalca yolundayız. Avcılara yeni ulaştık. E5,
karayolu satıcılarının ticaret bulvarına dönmüş; sucu, kağıt helva, fındıkçı
arabaların arasında müşteri arıyorlar. Çünkü, metrobüs yolu (Melih Gökçek’in
kaldırdığı Ankara’daki Tahsis yol) çalışması nedeniyle trafik karınca hızında
ilerliyor. İşte İstanbul’un her anı ayrı bir fırsat olduğu için, satıcılar E5
üstünde koşuşturup duruyorlar.
15 Temmuz 2012, Esat karşıtı, Suriye muhaliflerinin özgür
Süriye Ordusu’nda görev alan kadın asker Thawaiba Kanafani, başını örtmediği
için görevinden alındı. Düşünün, Esat diktasını devirmeye çalışanların ne kadar
özgürlük yanlısı olduklarını. Resmen, radikal İslam Suriye’yi ele geçirmeye
çalışıyor. Tıpkı, Mısır, Libya ve Tunus’ta olduğu gibi.
İlkyaz Çorbacıoğlu, Ececan Çorbacıoğlu ve Şebnem Çorbacıoğlu
‘Çatalca Erguvan Festivali’nde dilek balonlarını uçuramadılar. Önümüzdeki Ekim
Kurban bayramına ötelediler. Bu ara bir hadise yaşadılar, fakat bu hadise
olumlu bir hadise, çünkü ‘Hadise’nin konserine gittiler. Hepsi çok mutlu, çünkü
ilk kez Hadise’yi izlediler.
17 Temmuz 2012. Pencereden, Çatalca ferhatpaşa
Mahallesi’ndeki inşaatta çalışan ustaları izliyorum. Kalıpçı, demirci, duvarcı
ve sıvacıyı. Biz Mimarlar ve mühendisler projeyi hazırlar, onlara teslim
ederiz. Onlar, çoğu mühendisten iyi okur projelerimizi. Onlardır binaları
bina(kurma) eden, yapılara yaşam katan. Onlar benim için ‘Tanrının kutsal
ustaları’dır, çünkü insanlar için kutsal olan barınma mekânlarını onlar
oluştururlar. Kalıpçı, demirci, duvarcı, kısacası yapı ustaları olmasa, siz
projeyi hazırlasanız ne yazar, o’nu uygulamaya geçiremedikten sonra. Yılın 7
ayı çalışırlar ve Ekim ayında Trabzon’a, Kırşehir’e, Ordu’ya, Mardin’e, yani
memleketlerine dönerler, çocuklarına aş, elbise olacak parayı götürmek
için. Ve 4 ay sonra, yapılar kurmak
için, kentlere dağılırlar. Onun için onlara ‘Tanrının kutsal yapı ustaları’
diyorum.
Tam bunları izlerken, TV’den bir anons; ‘İstanbul’da;
Amerika’daki 11 Eylül ikiz kuleleri
benzeri büyük bir patlama oldu’. Meğer Adnan Polat’ın Fulya’daki 152 metre
yüksekliğindeki 42 katlı ‘Polat Towers’ın izolasyon çalışması esnasında,
çeşitli yapı malzemelerin yanmasıyla, tüm cepheyi saran bir yangın çıkıyor. Ve
üstün teknoloji donanımlı akıllı bina yanmaktan kurtarılıyor. Yani akıllı
söndürme sistemi devreye giriyor ve cepheyi saran alevlerin içeri girmesini
engelliyor. Meteroloji Mühendisler Odası Başkanı sevgili İsmail Küçük’ün
kardeşi Metarluji Mühendisleri Odası Başkanı Cemalettin Küçük, TV7’de dış cephe
kaplamalarındaki Polimer esaslı
yalıtım malzemenin yandığını
söylüyor.
18 Temmuz 2012, Çatalca’dan ayrılıyoruz. Önce Çatalca
minibüsüyle Yeni Bosna’ya, oradan 82 ile Eminönü’ne, oradan da Üsküdar
vapuruna.
Anketler, Tayyip’in oylarının %46’lara düştüğünü söylüyor.
Birileri, oyların değil de Tayyip’in düşmesinin önemli olacağını düşündüğünü
düşünüyorum, haberi okurken. Başbakan bir harika, korkutmuş dünya’yı.
Baksanıza, namertlikle suçladığı Wall Street Journal bu kez Türkiye için ve de
R-cep için methiyeler sıralamış. Tayyip ile dünyanın en güvenirli ülkesi
olmuşuz da bihaberiz. Baksanıza, uçak gemileri(Amerikan’ın canım) Antalya’da.
R-cep güçleniyor mu? Suriye’yi alacak
mı(daha Suriye sınırındaki PKK’yi halledemedik, Süriye’yi mi halledeceğiz):)
19 Temmuz 2012; Yıldız parkına gideceğiz, Deniz Müzesini
gezeceğiz.
Ve, saat 13.33. Beşiktaş’taki Deniz Müzesi’ndeyiz. 61
yaşında olduğumu söyleyince, kapıdaki arkadaş beni mutlandırdı “Olamaz, çok
genç gösteriyorsunuz, sizden para almamız gerekir” şeklinde yaptığı espriyle.
Çünkü 60 yaşını geçenlerden para alınmıyormuş. Görevli arkadaşın söyledikleri
beni daha da gençleştirdi.
Deniz müzesi, gerçekten bizleri ürpertti. Müthiş bir proje…
Sizi ilk; ‘Zırhlı Mesudiye Fırkateyn-i ve Zırhlı Hamidiye
Fırkateyn-i ve Zırhlı Aziziye Fırkatyn-i’ karşılıyor. Abdülaziz
tarafından(1861-1876) yaptırılan Aziziye Fırkateyn-i’nin boyu 91,4 metre,
genişliği 16,9 ve derinliği 7,9 metre. 1862’de Glasgow’ daki bir şirkete
yaptırılmış ve 1864’te denize indirilmiş.
150 yıl öncesinin objeleri bir harika; Kristal avize, ahşap
oyma sandalyeler, deri koltuk, ipek halılar, kadife perdeler ilk göze
çarpanlar. Bunun yanı sıra, Sultan Abdülaziz tuğraları, İstanbul’un Fethi ve
Haliç’in ağzına gerilen zincir, donanma silahları v.s ile varsıl bir müze.
24 ayar altın varakla (yaprak inceliğinde yaldız) kaplı gemi
armaları, gemi baş figürleri, gemilerde ve karargâhlarda kullanılan tuğralar
ile gemilerin isim plaketlerinin içinde yer aldığı “Osmanlı Bahriyesinde Ahşap
Sanatı”ını içeren sergi dikkat çekici.
En önemlisi; Atatürk’ün 17 Ocak 1938 tarihinde Celal Bayar’a
yazdığı mektup: “Yeni 4 denizaltı gemilerimiz için bulduğumuz isimler
şunlardır: 1-Saldıray, 2-Batıray, 3-Atılay, 4- Yıldıray. Bunların manalarını
izaha bile hacet olmadığı kanaatindeyim. Manaaları esasen Türkçe olan bu
kelimelerin kendisindedir, yani, saldıran, batıran, atılan ve yıldıran.”
Ve Mustafa Kemal Atatürk’ün Ölüm Raporu. 10 Kasım Nowenber
1938.
Hopalı Laz hemşerim ile tanıştım. Mustafa Uzuner. Üniversite
mezunu, güvenlik görevlisi. Epey söyleştik.
Saat 17.00. Yıldız parkındayız. Şale ve Malta köşkünü
gezdik. Nasıl anlatayım ki; tek kelimeyle
harikalar.. Yıldız Porselen’e uğradık; o bile ayrı bir güzellik. Epey şey aldık.
Yıldız parkı bana bakımsız geldi. İnşallah buralar yandaşlara
peşkeş çekilmez.
20 Temmuz 2012. Sabah gazetelerini aldım. Selvilik
caddesinden eve geliyorum.. Bayilerin ve Bakkalların en alt sırasında yer alan
Zaman gazetesini, bazı apartmanların girişinde yer aldığı dikkatimi çekti.
Terkedilmiş, kimsesiz evin önüne de bırakmışlar. Gazetenin, Garip-garip
yetimsi yalnızlığı dokundu, aldım birini
eve götürdüm. Götürdüğüme pişman etti. Yetim falan değil, tam bir sinsi. Bu
gazeteyi bedava dağıtanlar bu paraları nerden buluyorlar. Baktım; gizemli
varsıl Zaman Car-car CHP’ye küfrediyor. Dahası, CHP’li seçmen tabanına. Başlık;
“CHP’de değişim liste dışı.” Devamında; “CHP delegesi açılım yanlısı isimlerden
desteğini çekti. Kılıçdaroğlu’nun yeni CHP’sinde değişime imza atan 60 kişilik
anahtar listesinde alt sıralarda yer buldu. Adnan Keskin, Murat Karayalçın,
Ercan Karakaş, Fikri Sağlar, Haluk Koç Gülsüm Bilgehan gibi isimler eski
tüfekler en fazla oy alan parti meclisi üyeleri oldu.”
Bilinen gerçek şu ki; başta Murat Karayalçın olmak üzere,
Ercan Karakaş v.d değişimi sürekli savunmuş kimliklerdir. Onların cebi ve
beyni dolar değil proje ve program
doludur. Zaman’ın değiişmden yana dediği kimlik Muhammet Çakmak’tır. Muhammet
Çakmak, ‘‘Kutlu Doğum haftası için konuşmasını hazırlayan bir Fetullah Gülen
hayranı kimlik.
Muhafazakar kesime açılımın mimarı Bülent Kuşoğlu’da listeye
giremedi.
Zaman’ın şu söyledikleri isi beni hayli düşündürdü;
“Fetullah cemaatının siyasete karıştığına dair elimizde veri yok”
Fethi Paşa Koruluğu:
Saat 18.30; Fethi Paşa Korusu’ndayız. Buradan yürüyerek
Kuzguncuk mahallesine indik. O ünlü ‘Perihan Abla Dizisi’nin çekildiği
mahalleye. Karadenizliler, ille de Rizelilerin çoğunlukta olduğu yer.
‘PaşaLimanı Gıda Pazarı’nın önünde durduk. Sahibi Rizeli İdris Kabil. Bir
zamanlar Milletvekililliği yapan Ahmet Kabil’in kuzeni. Şadan Kalkavanlar
buralarda büyüdü diyor, hep Rizeliyiz burada diyor. Söyleştik, ayrıldım.
Paşalimanı(Öküzlimanı) soldan Üsküdar iskelesine çıkar,
sağdan Kuzguncuk, Beylerbeyi ve Beykoz, daha ilerisi-içerisi ise Polonezköy.
Fethi Paşa Koruluğu(Kuzguncuk Koruluğu) bizim Ankara Papazın
Bağı’nın benzeri, fakat en az 15 katı büyük bir nefes alma odaklarından bir
tanesi.
25 hektarlık bir
alan.Üsküdar’ın kuzeyindeki bütün dik yamaçlarını kaplayan ve Kuzguncuk
tepesine kadar ulaşan bir koru, Tophane Müşiri(Mareşal) Fethi Ahmet
Paşa(1801-1858) aitmiş. II. Mahmud ve Abdülmecid devirlerinde valilik, elçilik
ve nazırlık yapmış olan Fethi bey ölünce varisleri tarafından paylaşılmış,
torunu olan Şevket Mocan da kendi payına düşen hisseyi 1958'de Belediyeye
devretmiştir. Bu yüzden bir müddet de “Mocan Korusu” diye adlandırılmıştır.
Belediye zaman içinde korunun büyük bir bölümünü
hissedarlardan istimlak suretiyle alarak 16 hektar kamulaştırılmıştır. Bu
koruluktan hâlen özel mülkiyette bulunan Demirağ korusudur. Fethi Paşa korusu
1960-1980 arasında mülkiyet nedenleri ile çok bakımsız, perişan ve cangıl
durumunda idi. Yabani böğürtlen ve sarmaşıkların kapladığı bu koruluğa girmek
neredeyse olanaksızmış. Büyükşehir Belediyesi kamulaştırma(Ar. istimlâk) işlerini
bitirdikten sonra 1985-1987'de koruyu bakım altına aldırmış, yabani ot ve
sarmaşıkları temizletip içerisine gezinti yolları, koşu parkurları, seyir
yerleri, kafeterya ve spor alanları yaptırarak halkın hizmetine
sunmuş.
Şu anda Koru Büyükşehir Belediyesi Park ve Bahçeler
Müdürlüğüne bağlıdır. Korunun çevresi tamamen duvarla çevrili olup, biri
Üsküdar-Kuzguncuk arasında, diğeri İcadiye Mahallesinde olan iki kapıdan
içeriye girilebilmektedir. Korunun sırta yakın yerinde eski bir köşkün temel
izleri görülmektedir. Buradan aşağıya doğru da, farklı yüksekliliklerdeki
havuzların birinden öbürüne akan sularla çağlayan oluşturan(Kaskatlı) havuz
yenilenirken devrinde kullanılan malzemenin aynısı uygulanamadığından iyi bir
yenileme(Fr. restorasyon) göremediği söylenmektedir.
Koru ağaç türleri bakımından çok zengindir. Her cinste
çamlar, Meşe cinsleri, sakızağacı, akçakesme, at kestanesi, Trabzon hurması,
yalancı akasya, dişbudak, porsuk ve nadide bir ağaç olan Japon kadife çamı
,korunun ağaç örtüsünü meydana getirmektedir(Kenthaber Kültür Kurulu alıntısı).
21 Temmuz 2012: Saliseler hızında
yıllar geçiyor. Doğrusu; Salise saniyeyi, saniye dakikayı, dakika saatleri,
saatler günleri, günler haftaları, haftalar ayları ve aylar yılları tüm hızıyla
kovalarken değerler değişiyor, her şey değişiyor fakat zaman hiç değişmeksizin,
tükenmeksizin hızla koşuyor. Bunun için zamanla yarışmayın, zamanı yaşayın,
çünkü her yeni bir zamanın kendine özgü güzelliği vardır.
Bu zaman içindeki yakın zamanda AKP nedense tükenmiyor,
aksine tüketirken çoğalıyor, CHP yerinde sayıyor.
Onlar; “Biz merkezin dışındakilerde yoksulduk, merkezdekiler
zengin, örgütlendik merkezi ele geçirdik ’ diyorlar ve sözüm ona dünün bazı
solcuları bunları destekliyor.
İşte onlar; merkezde yer aldıktan sonra doymaz oldular ‘hep
bana Rabbena’lardalar Şimdi, merkezin dışındakilere zerre kadar dönüp
bakmıyorlar. Her yerde onlar var. Her şey onlar da var. Bunlardan bir tanesi,
Cumhuriyet caddesinde az kalsın yayayı eziyordu. Halk umurlarında değil halk
onlara vız geliyor, hız yapıyorlar,
altındaki BMW veya Mercedes arabalarıyla, başı türbanlı, göz Ray Banlı
kimlikler. Kırmızı, sarı umurlarında değil, her renk onlar için yeşil,
istedikleri gibi geçiyorlar.
Üsküdar iskelesine gideceğiz, kırmızıyı yeşil gören
türbanlı, Ray Banlı bayan yayaların
arasına daldı, dalar dalmaz ben de ona…Yanındaki, ceketli, kravatsız beyaz
gömlekli sakallıyı yakalamaktı, kaçtılar…Başlarındaki türban at gözlüğü gibi
sağını solunu göstermiyor, bu nedenle trafikte potansiyel bomba gibi hız
yapıyorlar; trafik polisleri de bunlara selam duruyor.
İslam düşünürü, İhsan Eliaçık diyor ki; “Kapitalizme abdest
aldırıyorlar. Aç ve hor bırakılmış dini çevrelerin doyma süreci henüz
tamamlanmadı. Birgün dağılma ve kaçış günleri gelecek. İktidar partisinde rant
ve yağma var”.
Gerçekten doymuyorlar ve de yüzsüzler. Land Rrover’li hatun
er kişi, başındaki türban ve gözündeki Ray Ban yüzünden, tıpkı at gözlüğü
takmış gibi, sağını ve solunu görmüyor. Ve, sağdaki bir yayayı dürttü,. Adaman
tepkisi, benden beterdi;”Türbanlı…pu” derken.
Dün, HAS Parti’nin Genel Başkanı da, ‘Harun geldiler, Karun
oldular. Jipli türbanlılardan geçilmiyor” dememiş miydi? Bugün AKP’ye gidiyor.
İhsan Eliaçık kardeşim AKP değil de, CHP’den teklif alır mı dersiniz?
Üsküdar Anadolu Spor takımının binası Cumhuriyet
caddesindeymiş. 3 senedir, ilk kez farkında oldum.
AKP’li İzmit(Kocaeli) Büyükşehir Belediyesi’ne haciz gelmiş.
Meğer, seçim döneminde, öğrencilere bedava bilgisayar dağıtmış, ödeyememiş..
Nedensi İzmir Büyükşehir Belediyesi ve Başkanı Aziz
Kocaoğlu’nun ‘suç ve çıkar örgütü oluşturmaktan’ gözaltına alınması aklıma
geldi.
Saat, 14.20. 41 yıl sonra Beşiktaş Pazarı’ndayım. En son,
çocuk yaşta sevgili yengem Şadiye Çorbacıoğlu ile gelmiştim, 1970’lerin başı.
Türkiye’nin en ucuz pazarı diyebilirim. İstanbul’un, ayrı bir rengi Beşiktaş Pazarı.
O ünlü, Beşiktaş çarşı devamı Ihlamur kokulu Ihlamurdere Caddesi’ni özlemişim. Gördüm ki;
cadde yerinde duruyor, sevindim. Fakat, kent kokusuna karışan, o beyazımsı,
sarı renkli Ihlamur çiçeklerinin hoş
kokusu yok, çünkü ıhlamur ağaçları yok.
Adı üstünde, dere yatağında inşa edilmiş. Binaların büyük
bölümü 40-50 yaşlarında. Deprem felaketinin en çok hissedileceği bir cadde.
Belli ki, bu dere yatağı ıhlamur ağaçlarıyla varsıl bir alanmış. Şimdi tek tük
Dut ağacı var. O ıhlamurların bir kısmı 1980’lere dek taşımıştı kendisini.
Yoklar artık. Beşiktaş Belediye Başkanı, yaya kaldırımlarına(Fr. Tretuvar)
dikmiş, tekrar yaşatmak adına.
Ben Beşiktaş pazarında fazla oturmadım. Ihlamurdere
caddesinde, geçen günleri anarak yürüyorum, bir aşağı bir yukarı, son aşağı
yürüyüşte bir banka oturdum. İnsan görünümlerini izliyorum; mutlusu, mutsuzu,
karamsarı, heyecanlısı, öfkelisi, umutsuzu, neşelisi, neşesizi, kendinden emin
olanı; kısacası, anlık insan kişiliğinin yüze vurmuş görsel dansını izlerken,
sıkılmaya başladım, çünkü sıkışmıştım. Sağımdaki bankta oturan beyefendiye
döndüm, tuvalet yeri sormak için. Telefonla konuştuğunun görünce, tekrar insan
manzaralarına dönüş yaptım. Beyefendinin konuşması bitmiyordu, çünkü uluslar
arası bir konuşma yapıyordu. İster istemez dinlemek durumunda kaldım, çünkü
banklar arası 2 metrelik bir mesafe vardı.
Bir sipariş alıyordu ve öfkeliydi. Anladığım kadarıyla,
kendileri Türkiye’nin önemli bir Askeri birimin başındaydı ve şifreli
konuşuyordu. Karşıdaki kişi de aynı işlevi üstlenmiş bir birimin sorumlusuydu.
Bir silah siparişiydi bu. Silahları 3 gün içinde teslim alıp Ortadoğu’ya sevk
etmesi gerekiyordu. Aksi taktirde, karşı tarafın istediği önemli materyali
göndermeyecekti. Bu şekilde tehdit ediyordu, karşı tarafı. Ben o materyalin
uranyum olduğunu anladım.
Para konusunda anlaşamadılar, silahların parası, göndereceği
uranyumun çok altında olduğu için, aradaki Euro farkını, İsviçre frangı olarak
İsviçre’nin Cenevre bankalarını yatırmasını söyledi. Hesap numarasını
söylerken, sağa sola bakınarak sesinin tonunun düşürdü. Sağında ve solunda,
kendi gibi kravatlı takım elbiseli iri kıyım adam belirdi. Sürekli adamı
kolluyorlar.
Telefonunun değiştirdi. Yeni telefonunun kulağına
yapıştırdı, ve verdiği siparişleri, not etmeye başladı. Sırtını bana çevirdiği
için, rahat bakabiliyordum kendisine. Bir ara, kulağındaki telefonu bıraktı.
Banka bıraktığı telefondan ses
gelmiyordu, fakat o yüksek sesle verdiği siparişin listesini yazıyordu.
Sinirlendi, banktaki telefonu aldı; şöyle bir etrafını süzdü; kendinden emin,
adımlarlarla bankın arkasında sakladığı, Pazar çantasını aldı ve yürümeye
başladı. Pazar çantasında, neler yoktu ki. Naylon poşetler, Amerikan ve Nato
bayrakları, Türk bayrağı, eski pompalı bisiklet kornası ve daha nice çöpler.
Adam, banktan uzaklaşır uzaklaşmaz, iri kıyım iki kişi hemen
banka konuşlandılar. Biri bana dönerek; “Bu ne ki, dün Nasa yetkileri ile
anlaşamadı, kıyamet koptu Ihlamurdere’sinde.”
Ececan Çorbacıoğlu ve Kadriye Çorbacıoğlu geldi. Ciğerciye
gideceğiz. Yaşadıklarımı orda anlatacağım.
Yıllar sonra, Edirne’nin o ünlü ciğer kebabını, erbabından
yiyeceğiz, yani Edirne’nin ünlü tava ciğerini(www.edirne tava cigeri.com).
Evet, Ihlamurdere caddesi’ndeki ‘Naci Ustanın Yeri’ndeyiz.
“Edirne Selimiye’deki yerin tadını bulur muyuz?” sorusu aklımızdan geçmiyor
değil. Tadı bulduk, fakat Edirne’deki Naci ustanın yerini bulmak olası
değilmiş, çünkü kapatmışlar. Edirne’de o damak tadını yakalayamayanlar,
Beşiktaş Ihlamurdere’deki Naci Ustanın Yerinde yakalayabilirler.
Naci Şahin ağabey rahatsızlanınca, oğlu Sinan Şahin Beşiktaş
Ihlamurdere caddesindeki yeri işletmeye başlamış. Oraya kadar yetişememiş.
Fatih Çekirge ve Murat Çelik Ankara’da da Naci Usta’nın
yerini açmak istemişler, fakat anlaşamamışlar.
Saat 17.45. Üsküdar’a dönüyoruz. Yeni iskeleden indik.
Cumhuriyet caddesinden değil de, Sultantepe’ye çıkan ‘Mihrimah Sultan Camii’nin
sağındaki dünyanın en uzun merdivenli sokağı diyebileceğimiz Yeni Dünya
sokağından, yine Ankara’daki Başçavuş sokağı gibi Türkiye’nin en uzun caddesi denebilecek Selvilik Caddesine ulaştık. Daha
kestirme geldiği için sürekli burayı kullandık.
AKP’li, toplam 31 milletvekili son 1 yılda; ne bir kanun
teklifi, ne bir önerge, ne de kürsüde konuştu. Sadece el kaldırıp maaşlarını
aldılar. Böylesi vekillerle, elbette ki istediği kararı alır ve istediği gibi
at koşturur.
R-Cep istedi; İstanbul Ataşehir’de ‘Mimar Sinan Cami’
yaptırıldı. Açılışında; “Avrupa yakasında Süleymaniye ve Mimar Sinan’ın
İstanbul’daki ilk eseri Şehzadebaşı Camii var, fakat bu yakada böyle bir Cuma
camisi, bir Selatin camısı yoktu. Arzu ettik ki, bu yakada da bir tane Selatin
Camisi olsun” demesi, Osmanlılık konusundaki tüm niyetleri açığa vuran bir
konuşma idi.
Selatin Camisi demek, sultan ailesinin, sultanın yaptırdığı
cami demek. Belli ki, modern zamanların sultanı R-cep ailesinin de bir camisi
oldu artık.
Bu bir insanın kendisini sultan ilan etmesi değil elbette
ki, fakat Osmanlı sultanlarıyla yarıştığının göstergesi.
Çünkü;
Çok geçmeden İstanbul Yarımadası’nın 7 tepenin sonuncusu
Çamlıc Tepe’ye, Süleymaniye’nin bir kopyasını inşa ettirmeye karar verdi.
Yetmedi Taksim’de de bir başka camii inşa edeceğini söyledi.
Ben değil, biz değil, bakınız elin adamı ne diyor:
İngiliz Reuters haber ajansı; Bazı muhafazakarlar bile
,Çamlıca’daki cami projesi “ucuz replika(kopya)dır diyen İngiliz ajansı,
devamında; Modern cumhuriyetin kuruluş ilkelerinden laikliği yavaş-yavaş yok
eden Recep, Türkiye’nin doğuya yöneliminin sembolü olduğunu söylüyor. Yetmedi,
şu değerlendirmede bulunuyor; Avrupa tarafında Sultan Süleyman, 16. Yüzyıldaki
Mimar Sinan’ın Süleymaniye Camisi’yle
şehre izini koydu. Şimdi birçok kişi Erdoğan’ın şehrin Asya tarafına kendi izini
koymak istediğini düşünüyor.Geçen pazar günü Muhteşem Yüzyıl dizisiyle ilgili
sözleri de hükümetin Osmanlı İmparatorluğu’nun üç kıtaya yayıldığı zamanki
İstanbul’un emperyal geçmişini
kucakladığını göstermektedir.”
Benim halkım bu gerçekleri ne zaman görecek?
Ben dinden ve yoksuldan geçinenlerin, inançlarında halkla
bütün davrandıklarını zannetmiyorum. Halk bunları için, sıradan basit
kimlikler. Böyle olmasaydı, R-cebin açılışını yaptığı camide VIP(Veryimportant
person-çok önemli kişi) bölümü oluşturmazlardı. Belli ki ülkemde cami cemaati ikiye
ayrılıyor artık; 1-VIP’li ve JİP’li Müslümanlar 2- Yoksul Müslümanlar.
Bu yoksul Müslüman kardeşlerimin bir grubu, geçende
Mecidiyeköy’de bir cafede çay içen Elif Ilgaz ve arkadaşlarına, ellerindeki
taşları göstererek, “Oruç tutun, oruç tutun” diye bağırabiliyor.
“Batı bile Erdoğan’ı çözdü” diyerek, beklemeye geçmek
duyarsızlığın devamıdır. Önemli olan, bu gerçekleri %50’ye dayanan kitlenin
görmesi için politikalar geliştirmektir.
İktidar, dahası R-cep resmen Vakıflar Genel Müdürlüğü’nü
‘Osmanlılığa’ vakf ettirmiş. İstanbul’un sadece Osmanlı tarihini onarması,
başkanlık sistemiyle Osmanlıya geçiş yapmanın savaşı içinde adeta.
Özellikle, halkın parasıyla halka iftar yemekleri
verdirtmesi(bana kimse sponsorlar veriyor parasını demesin. Eğer öyle ise, bu
sponsor yandaş müteahhit veya ticaret erbabı ise, ‘nasıl kazanıyor?’un
sorgulanması gerekir.)
Bir haberle bu konudaki duyarsızlığımıza dikkat çekmek
istiyorum: ““Geçen günlerde(2012’nin sonlarında) İtalyan arkeologlar, 2.
yüzyılda Roma İmparatorluğu’nun başına geçen Hadrian’ın yaptırdığı 900 kişilik
sanat merkezinin bugün Roma’nın en kalabalık kavşağı Piazza Venezia’nın sadece
18 adım altında olduğunu açıkladı. Son 80 yılın en önemli keşfi olarak görülen
sanat merkezi için çalışmalar 5 yıldır sürüyordu ve şehrin üçüncü metro
hattının kazılmasıyla ortaya çıktı.”
Bunu niye yazdım? Osmanlı’dan kalanların dışında hiçbir şeyi
‘tarihi eser’ saymayan izlenimi veren, Osmanlı hayranı Murat Bardakçı, Bergama’daki Yortanlı barajı
inşasında su altında kalacak ‘Allıanoı’
‘çevrecileri pelteklikle
suçlayarak, kendi anlaşılmaz diliyle şunları söylemişti.: “…Boğaz’da
inşa edilecek üçüncü köprüyü hedef alan patırtılar daha bitmeden, çevrecilerimize
yaz aylarında yepyeni bir eğlence çıktı: Bergama taraflarında yapılan ama henüz
faaliyete geçmeyen Yortanlı Barajı bahanesi ile Allianoi yaygarası!
Çevrecilerimiz, Allianoi olduğu iddia edilen yerde birkaç günden buyana
“Hayıııır!” çığlıkları atarak kendilerini dağlara-taşlara zincirlemekle ve dâva
üstüne dâva açmakla meşguller.”
Anlayın, İstanbul’da salt Osmanlı yapılarını yenileyen
mantığı kimlerin beslediğini.
22 Temmuz 2012. Muratlara, yani Ececan Çorbacıoğlu’nun kuzeni olan
yeğenlerimiz Murat Kahraman ve Deniz
Kahramanlara gideceğiz. İkisi de Görsel basının önemli isimleri. Kutluyoruz
onları.
Saat
13.40. Murat ve Deniz Kahraman’ın Gayrettepe’deki evindeyiz.
Saat
15.30. Etiler’den Rümeli Hısarı’na, ordan da Emirgan’daki ‘Sabancı Sanat
Müzesi’ne geldik. Muhteşem bir Atlı köşk ve de muhteşem bir sanat duyarlılığı.
Ben
Ankara’nın orta derece bir semtin zemin katında yaşarken, Sabancılar,
Emirgan’da boğazı seyreden Atlı Köşk’te ‘yaşıyor’u sorgulamıyorum; bu olguyu;
benim yazgım ve onun yazgısı arasındaki farkın yaratıcısına havale ediyorum ve
Sabancı’nın yarattığı ‘Sabancı Sanat Müzesi’ni alkışlıyorum.
Müzede,
uluslar arası kobra hareketinin en önemli yapıtlarını ilk kez sergiliyor.
Kobra;
Pariste 1948’de kurulmuş. Çeşitli Avrupa ülkelerinden gelen sanatçıların(yazar,
şair ve ressam) kobra grubuna katılmış.
Galerilerin
sonuncusu ilgimi çekti, Tanzimat’tan Cumhuriyet’e Türk Ressamları galerisini
gururlar izliyorum:
“Şevket
Dağ(1876-1944)-Osman Hamdi Bey(1842-1910)- Şehzade Abdülmecit Efendi(1868-1944,
Hanzade Sultan Portresi)-Halil Paşa(1852-1939, Pembeli kadın)- Feyhaman
Duran(1886-1919, Hatmi Natürmort/cansız varlıklar, yani ölü hayvanlar veya
nesneler, vazo, meyve, çiçek v.s)- Hüsref Zekayi Paşa(1860-1970)- Şeker Ahmet
Paşa(1841-1907)- Süleyman Seyyid Bey(1842-1913)-Hüseyin Zeki Paşa(1860-1919,
Yıldız Parkı)- Hoca Ali Rıza(1864-1930)- Hüseyin Avni Lifij(1886-1927)-Hikmet
Onat(1882-1977, peyzaj İstanbul)- Mehmet Ali Laga(1878-1947)-Sami
Yetik(1878-1945)-İzzet Ziya(1880-1934)-Halil Paşa(1852-1939)-Hasan Vecihi
Bereketoğlu(1895-1971- İbrahim Çallı(1882-1960, Hamakta uzanmış kadın)-Nazmi
Ziya Guran(1881-1937)- Fikret Mualla(1903-1967, sokak,mavi)-Cevat
Dereli(1900-1989), Avni Ali Çelebi(1904-1993)-Hamit Görele(1894-1981)-Zeki
Kocamemi(1901-1959)”
‘Sabancı
Sanat Müzesi’nden 17.05’te çıktık, yola, gittik karakola(ne bu şimdi?)
Arnavutköy’deki
‘Adem Baba’dayız. Kalamar, çoban salata ve mevsiminde ızgara sardalye ve de mısır ekmeği nefisti.
Bebek;
Gerçekten,
İstanbul’un bebeği ‘Bebek’teyiz.
Bebek,
beşiktaş ilçesine bağlı bir semt, Boğaziçi’nin Avrupa yakasındaki Rumeli Hisarı
ile Arnavutköy arasında yer alan en güzel semt. Varsılların pahalı mekânı.
Adı
ilginç değil mi? Söylenceye göre,
Osmanlı döneminde, Dahası İstanbul’un fethi esnasında II.Mehmed’in Rumeli
Hisarı’nı inşa ettirirken, asayişi sağlamak üzere buraya Bebek Çelebi lakaplı
bir bölükbaşı atar, Bebek Çelebi bu köye bir köşk yaptırmış. Ölümünden sonra
semti onun adıyla anılmış, tıpkı Batı Bizans İmparatorluğu döneminde Arhavi
adlı bir derebeyin, Doğu Karadeniz’deki Doğu Bizans’ın doğusundaki bir köye
atanması ve bu köye süreç içinde Arhavi
adının verildiği söylencesi gibi.
Bebek
köyüne ilgi; III. Ahmet(1703-1730) ve sadrazam Neşehirli Damat İbrahim
Paşa zamanında yoğunlaşmış. Bu dönemde
Bebek Bahçesi'nde, Varsıl mutluluk anlamına gelen Hümayunabad Kasrı/köşkü( 1700’lerin başında
Nevşehirli Damat İbrahim Paşa tarafından yapıldı, Cezayirli Gazi Hasan Paşa
tarafından yenilendi ve Abdülmecit tarafından da yıkılarak ve yerine Bebek
Kasrı inşa edildi), Bebek Camii, mektep, çeşme, hamam, değirmen ve dükkânlar
inşa edilmiş, semt kalabalıklaşmaya başlamıştır; 19. yy ortalarından sonra,
Bebek köyü, dinlence yeri olmaktan çıkmış, eğlence mekanına dönüştürülmüştür.
Bebek Camii’nin yanında, Mısır
Konsolosluğu'na (Ali Paşa Yalısı/Hıdiva Sarayı. 1700’lerde III. Ahmet
zamanında inşa edilen saray, yalı olarak da anılır) doğru park olarak uzanan
bölgede, 1908'den 1986'ya kadar Bebek Gazinosu bulunuyormuş. Sahilde ve
sırtlara doğru Türkler, Rumlar, Yahudiler, Gürcüler, Ermeniler, İngilizler,
Fransız ve Amerikalılar köşkler konaklar, yalılar yaptırmışlar. Amerikalıların
1863’te Bebek sırtlarında Robert Koleji
ve Arnavutköy Amerikan Kız Koleji bile
açma gereksinimi duymuşlar.
Ve
süreç içinde Bebek Köyüne ve Bebek
koyuna saldırılar alabildiğine yoğunlaşmıştır. Özellikle 1965 sonrasındaki Boğaz tepelerini ve korularını
tahrip eden hızlı yapılaşma sırasında Bebek sırtlarının yeşili büyük ölçüde yok
edilerek betonlaşmaya gidilmiştir. Yetmedi,
Bebek çok işlek bir yolla (İnşirah Yokuşu) Etiler'e bağlanmıştır.
Güney'deki Küçükbebek, kuzeydeki Büyükbebek kesimine oranla daha yoğun bir
yerleşmedir(Büyükçekmece, Küçükçekmece gibi). Akıntıburnu'ndan Aşiyan’a
kadar olan sahil şeridinde pek az yalı kalmıştır, gene burada yoğun
trafikli sahil yolu geçmektedir.
Bir
zamanlar, kötü havalarda teknelerin sığınmaya çalıştıkları ve bir dönem
kalafat(teknelerin su almaması için fitillenip, ziftlenmesi) yeri olarak
kullanılmış ‘balıkçı köyü’ Bebek köyü
ve Bebek Koyu bugün yatların,
yelkenlilerin ve sürat motorlarının demirledikleri bir koy görünümündedir.
İşte Bu bebek gibi, Bebekten geçiyoruz ve
moralimizi bozuyoruz. Çünkü, magandalar, adeta su kıyılarına çöken mandalar
gibi yayılmış insanları izliyoruz. Denize giriyorlar. Gayri resmi, çünkü,
adamlar çizgili pijamalarıyla, mangalı yakmışlar, bir yandan yiyorlar,
bunalınca da pijamalarını çıkarıp donlarıyla denize giriyorlar. Sanki, duruşun,
rahatlığın altında, buradaki mutlu azınlığı rahatsız etmek yatıyor. Bu
görüntüleri, boğazın yalı ve köşkleriyle dizili tüm sahil şeridinde
görebilirsiniz.
Bir
nevi işgal. İşgal bunlarla bitmiyor, içkisiz lokantalarıyla, insanların özgür
yaşamlarına gem vurulmuş. Murat Kahraman, yemek yiyip denizi göremediğiniz yer
olarak tanımlıyor buraları.
‘Grandola’da’, günlük taze meyve ve
sebzelerden yapımlaş enfes “Gelato Italıano Dondurması” yedik. Karışık meyve
salatası, süt, gülaç ve yoğurtlu çikolata, kaymak, karameli dondurma, krem
şanti, krokan, kağit helva ve karamel soslu. Canınız çekti mi, yoksa canınızı
sıktım mı? Hepsi güzeldi, çocukluğumda, Samsun 56’larında ve Çiftlikte
konaklayan, o üç tekerlekli, üzerinde “Lüks Dondurma” yazan kırmızı arabasında
sattığı dondurmanın tadını, değil bunlarda, ‘Kahraman Maraş’ dondurmasında
bulamadım. Yani, Samsun sakız dondurmasındaki tadı..
Galatasaray
Adası’ndan geçiyoruz. Geçmez olaydım. Katrilyon değerindeki ada 49 yıllığına
birisi tarafından(Adnan Polat deniyor) kiraya verilmiş. Ali Sami Yen için de
benzer şeyler söyleniyor. Bir söylentiye göre, birini(buna da Polat deniyor)
iflasın eşeğinden bu satışlar kurtarmış. Belli ki Galatasaray’ı değil, kişisel sarayını kurtarmış.
Emirgan;
Emirgan’ı
da görmüştük ya, o’nu da geçmeyelim:
Emirgan;
İstinye’den Rumeli Hisarı’na giderken sahildeki çay bahçeleriyle ve arkasındaki
‘İstanbul’un nefes alma odağı’ Emirgan Koruluğu(parkı) ile ünlü semt. Sarıyer
İlçesine bağlı. Osmanlı mimarisinin örneklerini burada da görebiliyorsunuz. Örneğin;
Şerifler Yalısı, Park içinde kafe olarak kullanılan köşkler.
Yıldız
parkı kadar olmasa da, hatırı sayılır bir büyüklüğe sahip Emirgan
Korusu’nda, sizleri tarihi devasa
çınarlardaki sincaplar, yerdeki Laleler ve her yerdeki Papağanlar karşılıyor. İçerisindeki Pembe , Sarı ve Beyaz Köşk isimlerinde 3 köşk sizi cennetin
izdüşümünde yaşatıyor adeta.
Doğaldır
ki, her güzelin ve varsılın ismi merak
edilir. Yoksulun adı kimin umurunda. Emirgan’ın adı da bir İranlı kale
komutanının adından geldiği söylenir. IV. Murat İran seferi düzenler. Erivan
kalesini kuşatır. Kali komutanı Emir Güne Han, hiç karşılık vermezden, kaleyi
teslim eder. İran için vatan hainidir-ki doğru- İşte bu vatan hainine IV. Murat
sahip çakar-ki bana göre yanlıştır. Hani derler ya; bugün sana, yarın bana;
onun çin). Emir Güne'yi alıp İstanbul’a
getirdi ve o zamana kadar "Feridun Bey Bahçeleri" adıyla
anılan bugün Emirgan'ın yer aldığı semti kendisine bağışladı. Bir başka
söylenceye göre, buraya Fatih Terim, pardon Fatih Sultan Mehmet zamanında Kırım hanlının çocukları, yani
emirler gelermiş ve Emirlerin yeri Emirgah anlamından esinlenenler buraya
Emirgan demiş. Oğlancı yeri anlamına gelen Emir Kun’dan geldiği de savlanır. Her neyse, hangisini beğendiniz ise, adının
oradan geldiğini kabul edin.
Bebek’e
saldıranlar, yani Bebek katilleri, Emirgan gibi yetişkine niçin saldırmasın ki.
Emirgan’ın yeşil dokusu, gri acımasız gri dokuya, yani betonlaşmaya bırakmış.
Sahil, tıpkı Bebek’teki gibi, pijamalı donlulara teslim. O devas çınarların
altına yayılanlar, yeşil dokuyu da, görsel dokuyu da alabildiğine içine ederek
bozmaktadırlar.
Kanlıca;
23
Temmuz 2012. Niyetimiz Kanlıca’ya gitmek. Önce, Kuzguncuk’a ve Beykoz’a gitmek
adına Fehmi Paşa Korusu’ndan geçelim dedik.
Yoğurdu
ile ünlü, Kanlıca’dayız. Yoğurt yiyemedik, çünkü, Kanlıca, inanç sahibi
insanlardan çok, yobaz sahibi bir ilçe. Ramazan ayı ya, her yer kapalı değil
de, yoğurt ikram yerleri kapalı. Bunlarda hoşgörü yok. Herkesin kendi gibi
düşünmesini istiyorlar, inançlara saygıları yok. Doğrusu kendileri gibi herkes ucube.
Kanlıca, Anadoluhisarı ile Çubuklu arasında yer alır
ve İstanbul’un Anadolu Yakası’ndaki Beykoz
ilçesinin ünlü bir semtidir. I. Mahmut(1669-1754) zamanında oluşturulan
Mihrabat Korusu ve yalılarıyla, dağ sularının akıtıldığı çeşmeleriyle(Berberbaşı Ali Efendi Çeşmesi,
Dutdibi Çeşmesi, Halepli Çeşmesi, Kavacık Çeşmesi, Mahmud Aziz Bey Çeşmesi,
Mehmed Said Efendi Çeşmesi, Orta Çeşme, Baba Ali Çeşmesi, Berberbaşı Ali Efendi
Çeşmesi, Çeşmesi) ve hiç susmayan bülbülleri
dinlemek için gelinen Bülbülderesi, en önemlisi süt tozundan yapılan ve pudra
şekeri ile yenen yoğurdu-ki bana göre
pek de doğru değil, çünkü doğal yoğurt yok edilmiştir) ile ünlüdür. Bir
ikincisi, Adı ile ilgili onlarca söylenceleriyle. Yoğurda, pudra şekerini fazla
kaçırmayın, ağzınızın tadını kaçırırsınız
Kanlıca'nın
ismi konusundaki söylenceleri sıralıya cağım. Hangisi aklınıza yatar ise, o’nu
doğru kabul edin:
Osmanlı
sultanlarından biri bir gün ‘İstanbul'un havası en temiz semtinin bulunmasın
için her semte kanlı bir et astırır. Etin en geç bozulduğu yer burası olarak
saptanmış ve adı Kanlıca olmuş.
Köyde
yetişen ve yoğurda özel tat veren otu yiyen, ineklerin sütü kırmızımtırak/kanlı
gibi olurmuş, bundan dolayı köy Kanlıca olarak anılır olmuş.
İstanbul’un
fethinden önce burada yaşayan “Kanglı” adlı Türk boyundan geldiği de söylenir.
Anadolu’dan
Kağnıyla göç edenler, adına ‘Kağnılıca’
demiş.
Osmanlılar’dan
kalma mezar taşlarının üzerinde köyün ismi “Kanlıcak” olarak geçer.
Kanlıca
iskelesinde yer alan, İskender Paşa Camii(1559-1560) tarihleri arasında bu
camiyi yaptıran İskender Paşa, Kanuni Sultan Süleyman’ın vezirlerindendir.
Mimarı Mimar Sinandır. Yanıbaşında oğlu Ahmed Paşa ile birlikte yattıkları İskender Paşa türbesi yer
almaktadır. Bununla birlikte bu türbenin hemen yanında, İskender Paşa
döneminden kalma bir kütüphane bulunmaktadır.
Kanlıca
yalıları ile de ünlüdür. Bahai Efendi’nin yalısı on dokuzuncu yüzyılda yanarak
yok olmuştur. Bu yerde İhtisap(hesap sorma) Ağası Kör Tahsin Efendi yeni bir
yalı yaptırmıştır. Bu koyun solunda Hacı Raşit Bey Yalısı yer almaktadır.
Türk-Yunan Antlaşmasının imzalahrığı, Tanzimat döneminin önemli paşalarından
Ali Paşa’nın yalısı, Ali Paşa Yalısı,Saffet Paşa Yalısı. Yine Kanlıca koyunun
sol tarafında yer alan Yağlıkçı Hacı Reşit Bey Yalısı, Prenses Rukiye Sultan
Yalısı(1895), Bir botanik aşığı ve üç padişahın hekimliğini yapmış olan
Hekimbaşı Salih Efendi tarafından yaptırılan Hekimbaşı Yalısı, Amcazade Hüseyin
Paşa Yalısı(1669), Türk müzeciliğinin kurucusu sanat adamı Osman Hamdi Bey’in
babası Halil Ethem İbrahim Paşa’nın kendi adını alan yalısı, Müslüman
olmuş bir Fransız Markisi’ne ait olan Marki Necip Bey Yalısı ile Necip Bey
köşkü, 1900’lerin başında Mustafa Reşid Paşa tarafından yaptırılan, Manolya
Yalısı(Bahriyeli Sedat Bey Yalısı), 1848 senesinde Mustafa Paşa tarafından
satın alınan, şu anda yalnızca selamlık kısmı ayakta duran, Esat Bey Yalısı
olarak da bilinen Zarif Mustafa Paşa Yalısı; 1895 yılında Yıldız Sarayı’nda
görevli bir subay tarafından yaptırılan ve çok daha sonra Rahmi Koç tarafından
satın alınan Nuri Paşa Yalısı; II. Abdülmamid döneminde yaptırılan Rıza Bey
Yalısı ve son olarak da Kadri Paşa Yalısı, Kanlıca’yı tarihsel bağlamda
varsıllaştıran Osmanlı yapılarıdır.
Sezen
Aksu’nun yalısının da bulunduğu söylenmektedir. Magazin ve televole zekalılar,
Kanlıca’nın, Sezen Aksu buraya yerleşmesiyle ünlendiğin söylemesi, beni
gerçekten üzdü. Bu bizim, tarihimize ve doğal güzelliklerimize olmayan saygının
bir ifadesi benim için.
Kanlıca
ile ilgili olarak bir dönem çok güzel bir mesire yeri olan Kavacık’a da
değinmek gerekmektedir. Kavacık isimli mesire alanı Körfezin yukarısında büyük
İmrahor Sadık Ağa ve Hüseyin Ağa tarafından kurulmuştur. Buradaki Kavacık
Çiftliği satın alınıp parsellenmiş, 1950 yılından sonra da Kavacık Mahallesi
haline getirilmiştir.
Otağtepe
de Kanlıca’nın bir diğer tarihsel mekânıdır. Yıldırım Bayezid İstanbul’u
kuşattığında otağ kurduğu yer Otağtepe olarak adlandırılmış ve burada aynı
isimle anılan bir semt kurulmuştur. Günümüzde Otağtepe'de Tema Vakfı'nın
geliştirdiği Doğa Kültür Parkı bulunmaktadır.
Kanlıca,
eskiden beri mehtabıyla ve düzenlenen boğaz eğlenceleriyle ünlüdür. Kayıklarla
Bahai Körfezi’nden boğaza açılarak yapılan mehtap gezileri birçok romanın ve
şiirin konusu olmuştur. Körfezin etrafında bulunan koru bülbül yatağı
olduğundan, buradan denize dökülen dereye “Bülbülderesi” adı verilmiştir.
Kuzguncuk;
Üsküdar’ın
bir semti. Paşalimanı(Öküzlimanı. Rumeli öküzlerinin Anadolu’ya taşındığı
liman) ve Beylerbeyi arasında yer alır.
Elbette ki, İstanbul’un Anadolu yakasında. Kuzeybatı-güneydoğu
doğrultusunda oluşmuş, Boğaziçi’ne açılan bir vadi içinde gelişmiş. Evliya
Çelebiye göre Kuzguncuk adı; Fatih Sultan Mehmet( II. Mehmet 1451-1481)
zamanında buraya yerleşmiş “Kuzgun Baba” adlı bir veliden gelmektedir. Bir
başka söylenceye göre; “Kosinitza”
adının zamanla (M.S 6. yüzyılda) bozularak “Kuzguncuk” olmuş. Bizans
çağındaki bir başka adı ise; altın
kiremit anlamına gelen Hrisokeramos”
olduğu ve bu adın da; II. İustinos( 565-578) tarafından yaptırılmış olan,çatısı
altın yaldızlı kiremitlerle kaplı bir kiliseden geldiği yazılmaktadır.
İstanbul’un
Asya kesimindeki ilk Musevi yerleşim bölgesi Kuzguncuk’tur. Kuzguncuk’un
Avrupa Musevileri tarafından “Kutsal
topraklara varmadan önceki son durak” olarak kabul edildiği ve herhangi bir
nedenle vaat edilmiş topraklara gidemeyenlerin hiç değilse Kuzguncuk’a yerleşip
orada ölmeyi ve gömülmeyi vasiyet ettikleri bilinir. Müsevilerin yanında,
Rumlar ve Ermeniler’de bu bölgede varlıklarını sürdürmüşlerdir.
Kuzguncuk
sahilinde yer alan yalılardan günümüze kalan görkemli örnek,Fethi Ahmed Paşa
Yalısı’dır. Yalının arkasında çam,çınar,köknar ağaçlarının çoğunlukta olduğu
büyük Fethi Paşa Koruluğu bulunmaktadır.
Kuzguncuk’un
köy içi dokusunu,bugüne dek geçirdiği yangınlardan kalabilen Osmanlı ve
Hıristiyan, Musevi tarihini içeren sıra evler,tek evler,köşkler yavaş-yavaş yok edilerek yerlerini beton yapılar yer
almaktadır.Son dönemlerde Kuzguncuk’un tarihi dokusuna sadık kalınarak, eski
evlerin restorasyonu hızlanmıştır. Kuzguncuk, yine de İstanbul’un geleneksel
Boğaziçi köylerinin özelliklerini bir
ölçüde taşımayı sürdüren yerleşmelerinden biridir.
İstanbul
Yarımadası 7 tepeli bir kenti yüreğine basmış. 7 tepenin 7’sini de yediler
bitirdiler. Son tepe, Çamlıca Tepesi’ne, R-Cep Sultan camisi inşa ediliyor.
İstanbul’u
yedi bitirdi dediklerimiz genellikle sağ iktidarlar ve sağın son alternatifi
son iktidar(AKP iktidarı).
Dünya’da
başka 7 tepeli kent var mı. Var; Almanya’nın Bavyera eyaleti’nin 70 bin nufüslü
Bamberg. İşte bu Bamberg’in tepeleri ve yapıları UNESCO tarafından ‘Dünya
Mirası’ listesine alınmış. Bamberg bir İstanbul etmez, fakat İstanbul’un içine
edenler, Bamberg’i acaba hiç dikkate aldılar mı?
Bizde cadde
ve sokak kültürü yok. Adlandırma hastalıklı davranış( Fr. Kompleks)var.
Örneğin, Üsküdar’ın en işlek caddesinin üç adı var. Nedendir bilinmez; Mihrimah
Sultan camii ve Mustafa Pervati türbesine inen kısmın adı ‘Selman Pak’, Orta
kısmın adı ‘Cumhuriyet’, sonrasının adı ‘Çamlıca cad(Zannedersem Çamlıca’ya
çıktığı için). Paşalimanı caddesinin adı, Kuzguncuk çarşı caddesi ve Şemsipaşa
caddesi.
İstanbul
adeta Türbeler kenti. Tam 115 türbe var. Bunun 71’i Fatih’te, 25’i Eyüp’te, 11
‘i Üsküdür’da, 4’ü Beşiktaş’ta(biri de üniversite öğrencilerinin bira
şişelerini gömerek sakladıkları ve insanların türbe olarak belledikleri türbe
olsa gerek), 1’i de Beykoz’da.
Saat
17.00. Fehmi Paşa Korluğu’ndayız. Gerçekten, doğa tüm doğallığıyla karşınızda,
çünkü, çalılar resmen vahşi orman görselliğini sunuyor size.
Üsküdar’dan
Beylerbeyi ve Beykoz kıyı boyunca yaya yol almanız, araç trafiğinden tehlikeli.
Paşalimanı caddesin’den başlayarak, kıyı boyunca yürüyoruz. Sağ tarafımızı
görebiliyoruz, Fethi Paşa Koruluğunu ve yol üstündeki evleri, solunuzu görmeniz
olası değil, Güney Doğu aşiret konaklarıyla, kıyı yapıların(yayıar) ve yen
yapılan yapılar yüksek duvarlarla çevrili; İstanbul7un Boğaz Aşireti, kamu
iyeliğindeki kıyıları ve denizi insanlardan soyutlamış. Gerçekten, üzücü ve
düşündürücü. Açık olan alanlara da, sözde park inşa etmişler, fakat orada da
pijamalı donlu magandalar ve türbanlı tesettürlü bayanlar mangal ve masalarla
işgal etmiş.
İstanbul
sende değil, birilerinde. Birileri İstanbul’u resmen gasp etmiş.
25
Temmuz 2012.
Günlük
gazeteleri tarıyorum. “Aman, yazma; bizleri daha zor durumda bırakırlar”
diyerek beni uyardıkları dramatik olay haber olmuş: “İnsanlık da, Sakin Çetin
gibi öldü. Kanser hastası personelini sürgün eden AKP iktidarının SGK’u bir
özrü bile çok gördü…Bugün bile ailesinden özür dilemek için mesai arkadaşları
ailesini ziyaret ederken kurum yönetiminden hâlâ ses yok. Ölümcül bir hastalığa
yakalanan personelini hastanede ziyaret etmeyen, hasta yatağında sürgüne
gönderdiği Sakin Çetin’in en azından vefatından sonra, ailesine başsağlığı dahi
dilemeyen bir kurum insani değerlerini kaybetmiştir.”
Bu
tayini kim yapıyor biliyor musunuz? Bakan Faruk Çelik’in SGK İnşaat Daire
Başkanlığına atadığı ‘2 yıllık mektupla öğretim’ mezunu bir zart…
Bu
haberin devamında, çok, ama çok ilginç bir haber var: “Hafızlık eğitimine giden
devamsız sayılmayacak…”
Sakin
Çetin, kanser yatağında devamsızlıkla tehdit ediliyor, bir yobazın eğitimine
giden zart devamsız sayılmayacak…
Allah’ım,
gör bunları..Bunlar bir de utanmadan namaz kılıyorlar….
Geziyoruz,
yazıyoruz; gezerken, yaşarken düşünmeliyiz..Eğer ülkemde turizm bağlamında en
çok İzmir, İstanbul, Samsun, Konya, Trabzon, Bursa, Diyarbakır, Eskişehir,
Edirne, Urfa, Kars, Erzurum, Arhavi ve Antalya ziyaret ediliyor, fakat Ankara
ziyaretin sonların sonlarında, Birileri bunu sorgulamalı. Bu durumu birileri
düşünmesi gerekmez mı? Doğru, denizi yok. İyi de, Bursa, Eskişehir, Edirne,
Van(hadi Van golünü deniz diye düşünelim), Diyarbakır, Konya ve Urfa’nın denizi
mi var? Tüm bu denizsiz kentlerin, Tarihi zenginlikleri var diyelim. Güzel de,
Ankara’nın dünyanın en büyük Roma tapınağına sahip olduğunu, devasa tarihi bir
kalesinin olduğunu, Ulus Semtinin neresine kazma vurursanız antik çağ tarihinin
fışkırdığını bilmeyen var mı?! Yok, bu işin içinde bir bilinmeyen var. O
bilinmeyen de, herkesin bilineni. İnsanlar Ankara kent saldırganı katlı kavşağı
sevmiyor. Rant adına Ankara’yı parselleyen kimliği sevmiyor. Sinan Çetin
seviyor. Sinan’ın neyi sevdiğini herkes biliyor; birileri de Sinan’ı sevmiyor.
Ankara’nın
Anıtkabiri olmasa, hiç kimse ziyaret etmeyecek. Belki de Atatürk’ün
felsefesinin ve de kurumlarının etkinliğini kırmak için, birileri bilerek
Ankara’yı sevimsiz kılıyor. Bu nedenle, sanki birileri Ankara’yı gözden
çıkarmış. O birileri de iktidar ve çevreleri. Ha babam, de babam, Ankara
değerleri olan kurum ve kuruluşlar
İstanbul’a taşınıyor,. Örneğin İş Bankası bunların öncüsü oldu
denebilir. O taşındı ya, R-cep Merkez Bankasını da düşünüyor taşımayı.
Niçin
taşımasın ki; İstanbul’a bunun için ikinci boğaz ve de 3. Boğaz köprüsü inşa
ettiriyor. Eee, küresel efendi İstanbul’u ‘Kent Devleti’ne dönüştür dediyse,
yapacaksın bunları.
Evet,
2. Boğaz için değil de, 3. Boğaz Köprüsü için kamulaştırma başladı bile. Köprü
bağlantı yollarının Silivri, Çatalca, Büyükçekmece, Arnavutköy, Başakşehir,
Beykoz, Sariyer, Eyüp, Sancaktepe, Ümraniye, Tuzla, Pendik, ve Sultangazi için
uygulama imar planları hiçbir yerel yönetime danışmadan “ulaştırma, denizcilik
ve Haberleşme Bakanlığı”’nca, tepeden
inme otoriten imar planlarıyla İstanbul 4. Boğaz köprüsünün önün açan, 3. Boğaz
Köprüsü’nün kamulaştırmasına başladılar. Bu yerleşim alanlarında kimler arsa
kapattı acaba. Hangi yandaşlara peşkeş çekildi buralar.
İstanbul’u,
Fatih ve Haliç köprülerinin onarımı adeta bunalıma soktu. Biz bu bunalımdan
etkilenmedik. Etkilenmememizin
nedeni, yerey ve merkezi yönetimin aldığı önlem değil, bizim aldığımız önlem.
Şöyle ki, biz Üsküdar’da kaldık ve karşıya sürekli deniz araçlarıyla geçtik.
İkincisi; kendi arabamızı kullanmadık, çünkü arabamız yoktu. Bunun da çünküsü
var; biz ayak tabanımızın altındaki her coğrafyayı yazdığımız için transit
geçişlerden kaçındık ve yaya geçişleri kullandık. Bunun içindir ki Şile’de 150
basamaklı merdiveni tırmanabildik. Araba olsaydı, tırmanmamız olası değildi.
Kadriye
Çorbacıoğlu ve Ömrü Uzunoğlu buluşacaklar. Biz de yanlarında olacağız. Ömrü
Uzunoğlu sevgili kızım Ececan Çorbacıoğlu’na metemetiği(Ececan Matematik
diyemedi uzun zaman) sevdiren, Giresun-Piraziz’li Matematik öğretmeni. İnanın
Türkiye’nin matematiği en iyi anlatan hocası. Ececan Üniversiteyi onun
sayesinde kazandı diyebilirim. Oğulları,
Özgür Uzunoğlu Boğaziçi’ni, Onur Uzunoğlu da Bilkenti bitirdi. Özgür Finans
Bank’ın önemli biriminin müdürü. Onur da Yapı Kredi Bankası’nın.. Hukuk yüksek
lisans sınavların kazanan Ececan Çorbacıoğlu da Ömrü Uzunoğlu hocasına çok şey
borçlu.
Üsküdar-Kız
Kulesi’nde bir araya geldik. Kısa bir gezintiden sonra tam karşıdaki ‘Filizler
Restaurant ve Kafe’de, hasretle birlikte açlığımız giderdik. Söyleştik,
siyasetten, ticarete, İstanbul’a taşınmaktan, Ankara’daki dostlardan,
mahalleden söz ederek, saatlerce konuştuk. Babaları Cemil Uzunoğlu’da telefonla
bizlere(Ankara’dan) iştirak etti. İştirak ettiğine de pişman oldu. Çünkü, Ömrü
hanımdan fırça yedi, nedeni şeker hastası olmasına karşın oruç tutması..
Filizler
Restauran’ttan boğazı adeta yukarıdan izler gibisiniz. Bu nefis yerde rakı
içmeniz, dahası rakı yudumlayarak boğazı seyretmeniz yasak, İstanbul
yorgunluğunu atmak, boğazın güzelliklerini yüreğinizde ve beyninizde tatmak çok
görülüyor insanlara. Alkol yok. Fakat, en az Alkol kadar keyif verici maddeler
içeren, kahve çeşitleri ve çay almak serbest. Eğer insanların sağlığını
düşünüyorsanız, bunları da yasak edin veya sınırlayın. Yok amacınız, İslami
kuralları işletmek ise, iyi de oraya İseviler, Museviler veya başka dinden
insanların geleceğini lütfen bir nebze aklınıza getirin.
Evet;
Filizler Köfteistan bol köftenin ve tatlının yendiği bir yer. Adeta obezliğin
eğitim merkezi. Doğrudur; çay içerek, kahve içerek boğazı seyredebilirsiniz,
ama nereye kadar..AKP iktidarına kadar galiba..
Baksanıza
Üsküdar Belediyesi içkinin yasak edildiği sokakların haritasını çıkarmış. Bunu
böbürlenerek anlatıyorlar. Restaurantlarda yasak bir yana, büfelerde ve
marketlerde de satış yasağı getirmek üzereler. Adamları, resmen 4. Murat içki
yasağını geri getirmişler ve çekinmeden “4. Murat’ın ruhu şad olsun”
diyebilmektedirler. Resmen Osmanlılığın ilk adımları…
“Kötülüklerin ve Hastalıkların Anası Alkol”
uyarı levhalarına rastlıyorsunuz. İyi de, alkol almayanların kolon kanserine
veya akciğer kanserine yakalanmasına ne dersiniz? Bu hangi kötülük anası acaba. Ya ‘homini
gırtlak, pufidi kandil ve tumba yatak’ gidenlerin kalpten gitmesine ne
diyeceğiz.
Özal
döneminin “iş bitirici, köşe dönücü, kolay kazanım” uygulamasını dinden ve
yoksuldan geçinenler daha da ileriye
taşıdı ve siyasi erke sırtını dayayan oturduğu yerden para kazanan; “Homini
girtlak, püfidi kandil, tumba yatak”
tiplemelerini sayısın artırdı. Bunlara postmodern insanlar diyorlar; bana göre
boşmodern din tacirleridir bunlar. Bunlar hiçbir iş yapmazlar, tüm işlevleri
parti kapısında beklemek ve…Örnek; çantacı HES’çiler. Adam, birkaç kuruş
maliyetle, parti aracılığıyla HES belgesi alıyor ve 3-4 trilyona yatırımcı
kuruluşa devrediyor. Bu homini girtlak gitmesin de kim gitsin
Rezervasyon
kartı verdiler “Filizler..” Tuzla’da bile şubesi varmış. Özellikle,
R-cepgiller için özel-güzel güvenli
bölümler bile…
Anlayacağınız,
sadece İstanbul’un değil, insanın keyfinin içine de etmişler. Ayda bir kez,
boğazın keyfini çıkaran insanların dinlence alanlarını ideolojik alanlarla
kirletmişler; tıpkı insanların umudunu şans oyunlarıyla sektöre dönüştürdükleri
gibi, alkolsüzlüğü de sektöre dönüştürdüler.
27
Temmuz 2012; salatalığıyla ünlü Çengelköy’e ve Yoğurduyla ünlü Kanlıca’ya
gideceğiz bugün.
Buraları
yarın gezeceğiz. Sıcaklar nedeniyle, erken eve döndük.
28
Temmuz 2013. Saat 10. Nereye, ne tarafa gideceğimizi kararlaştırmış değiliz.
Fakat bir şeyin bir yere gitmesini kararlaştırılan bir şey var; o da “Berta
Köprüsü”. Evet, Artvin’in 750 yıllık Berta köprüsü, yapımı 14 yıldır süren
‘Deriner Barajı’nın suları altında kalacak. Bir barajın ömrü en az 50 yıl
sürdüğüne göre, Berta, 80 metre su ve 50 metre balçık altında nasıl korumaya
alınır ki, boğulur orda. Boğuldu da. Berta köprüsü, özenle sökülüp bir başka
yere taşınabilirdi. Nasıl mı? Hasankeyf’i Ilısu barajı nedeniyle taşımayı
düşleyenler, niçin Berta köprüsünü taşıyamasınlar ki?
Aklıma
yini Murat Bardakçı denen densizin sözleri geldi. “ İzmir'in Bergama İlçesi'nde
bulunan Allianoi Antik Kenti'nin Yortanlı Baraj suları altında kalmaması için bir ‘meramınızı 150 kelime ile sınırlı
peltek bir Türkçe ile ifadeye çalışan’ grup sözde çevreci doğa anarşisti savaş veriyor. Yıllardır
toprak altında kalan yapılar, sular altında kalsa ne yazar”
Saat
13’te Üsküdar’a indik. Beykoz’a gideceğiz-ki bu yaşıma ilk kez Beykoz’a
gideceğim- Oradan da niyet Polonezköy’e gitmek.
Halkımızla
birlikte, halk otobüsündeyiz. Saat 13.18. 13.50’de Baykoz-Paşabahçe’de indik.
Polonezköy’e nasıl gidebileceğimizi araştırdık. Polonezköy’e, ne dolmuş, ne de
otobus var. Taksi gidiyormuş. O da anasının nikahını isteyince vazgeçtik.
Düşünün Polonezköy’e ulaşım yok. Ya taksi, ya kendi araban. İlk kez,
arabasızlık başımıza vurdu. Polonez köy’e giderdik gitmesine, fakat dönüşte
araç bulma şansımızın olmadığını söylediler. Şunu belirtmek isterim,
Polonezköy’ü kent içi trafiğinden soyutlamaları ve ulaşımı zorlaştırmaları
düşündürücü geldi bana.
İskele
Cafe’ye indik; ‘Araf Zamanı’ TV dizisinin final sahneleri çekiliyormuş. Set
ekibi ve oyuncular ‘İskele Cafe’de söyleşiyorlar. Çekimler biraz önce bitmiş.
Denize ve karşı tarafa birkaç kez
deklanşöre bastık. İstinye’yi, Tarabya’yı, Beykoz’u, Kanlıca’yı, Emirgan’ı,
Bebek’i, Anadolu Hisarı ve Rümeli Hisarı’nı İskele Cafe’den
görselliyebiliyorsunuz. Doğrudur, daha çok Avrupa’yı izleme olanağınız var,
burnunuzun yön verdiği ufuktan. Bu nedenle, burnunuzu dümen olarak kullanıp,
Beykozu, Kanlıca’yı, Anadolu Hisarı’nı izlemeniz için, sağa ve sola dönüşler
yaparak yeni yönler belirlemeniz gerekiyor. En güzeli, de 2 dakika’da bir,
Emirgan, Bebek, Rumeli Hisarı’na yolcu taşıyan küçük motorlarını kalkışını
izlemek. İnsanlar, farklı-farkıl. Kimi heyecanlı, kimi sakin, kimi mutsuz, kimi
mutlu, kimi ikisi ortası çeşit-çeşit, yüz ifadelerini belirleyen maskeleriyle
motora binme telaşı içinde.
Çayımızı içtik ve de Paşabahçe’den çekip
gitmek için İskele Cafe’den kalktık. Giresunlular Vakfı’nın şirin bir yeri var.
Bahçesinde şerbeti kıvamında hamur lokum tatlısı aldık, nefisti.
Üsküdar’a
dek, yürümeye karar verdik. Kıyıdan-kıyıdan gitmeye başladık. Araçta iken fark
etmediğiniz gerçekleri görüyorsunuz.
İstanbul’un
en güzel yerleri kıyıları, yanı boğazın
kıyıları; üzülerek belirteyim ki, adeta bir metro tüneli gibi. Asırlık
çınarlar, asırlık koruluklar, sağlı sollu yalıların ortasından geçen yol sizi kıyıdan alıyor, çıkışı olmayan bir
koridora sokuyor adeta. Cumhuriyet
sonrasının tüm evlerini yalı sınıfına sok ve demir kapılarla ör. tıpkı aşiret
reislerinin kıyı konaklarına dönüştür, olacak iş mi? Kıyı yolunu
genişletmek ve boğazın kıyıları açmak
için çınarları keselim, yalıları yıkalım demiyorum. Demek istediğim; denize sıfır yalıları demir kapılı yüksek
duvarlarla örüp, buraları kamu
iyeliğinden, doğrusu, boğazın görselliğini halktan uzak tutmayalım diyorum.
Yapacağınız tek şey buradaki duvarları yıkıp kıyı metro geçişi vererek ve tek
yön( gidişi dönüşlü) metrobus hattıyla
ulaşımı sağlamanız.
Kanlıca’nın
‘Çınaraltı Büfe Cafe’de soluklanmaya karar verdik. Emirgan’ı, Bebek’i, Rümeli
Hisarı’nı izleyerek çay içmiyoruz, bu işi Paşabahçe’de yapmıştık. Burada, yoğurt
yiyoruz, Evet, yoğurt. Çünkü, Kanlıca yoğurduyla ünlü, ama o’nu da
pudralamışlar. Birden fazla yemeyin, çünkü pudralı yoğurt gerçek yoğurttan
sizi soğutabilir.
Yaa,
Beykoz’un paçası, mısırı, Kanlıca’nın yoğurdu ve Çengelköy’ün hıyarı ünlü. Bu
ünlülerden sadece yoğurdu tanıdık. Bir pudralı, bir pudrasız yoğurt aldım.
Yanlış yaptım, önce pudrasız, ondan sonra pudralı almalıydım.
Şunu
söyleyeyim, Kanlıca yoğurdu, asla ve asla Ankara’nın Atatürk Orman Çiftliği
Yoğurdundan iyi değildi.
Hıyar
ile Yoğurda taktım;
Çengelköy’de
bazı yörelerde badem denen salatalık yok, fakat hıyar çok. Kanlıca’da, yoğurt
yok. Var da pudralısı var. Hıyar ve yoğurt denince, akla cacık gelir ya,
Kanlıca ve Çengelköy sahilinde yürü, oradaki yoğunluk ve bakımsızlık,
buralardan bir cacık olmayacağını gösterir size.
Cacık
denince, elbette ki sarımsak akla gelir. Sarmısaksız cacık düşünülmez. Sarımsak
denince, bugün okuduğum bir habere yer verme gereksinimi duydum. Adam, Sakarya
Üniversitesi Adli Tip Anabilim dalı
öğretim görevlisi. Diyor ki; “Peygamber efendimiz ‘soğan ve sarımsak yiyen
mescidimize gelmesin’ buyurmuş. Sigara içenin de cenaze namazı kılınmasın”
Yorum
yapmaya bile değmiz. Fakat nedense ucube aklıma geldi. Hani R-Cep; Karsta’ki
İnsanlık anıtına ucube demişti ya, nedense, Afyon sucuklarının, İnegöl köftesinin
anıtlarındaki ucubeliği görmüyor. Ben kendilerinden olsam; Kanlıca’ya yoğurt
anıtı, Çengelköye’de hıyar anıtına izin verirdim. Zaman yok, çünkü 2 adımda bir
Cami inşa etmekle yoğunlaşmışlar.
29
Temmuz 2013. Bugun boğaz turuna katılacağız.
Üç yıldır,
İstanbul’u çarçabuk geziyoruz. Korkudan. Evet, korkudan, çünkü
‘tekrar etmekte fayda görüyorum’; R-cep İstanbul’u Hong Kong benzeri bir Dünya
finans merkezi yapıyor. Bunun için, Anadolu’daki, dahası Ankara’daki tüm
değerleri İstanbul’a taşıyor. Baksanıza, Türkiye’nin uluslar arası yatırımları
çekmesi, şirket evlilikleri ve satışlarıyla birlikte büyük ofis alanlarına
gereksinim duymaktadır, pazarın genişletmek için. Bu ofis bölgeleri için de,
İstanbul seçilmiştir. “Bunun neresi korkuya neden ki?” Diyebilirsiniz. Bunun
korkutan yanı, küresel efendilerin sonunda İstanbul’u ‘Kent Devlet’in
dönüştürüp, Bizanslılardan sonra, İstanbul’u Anadolu’ya kapatmaları.
‘İstanbul’a vize koyalım’ diyen, Rizeli(?) R-cep değil miydi? Bu nedenle, üç
yıldır ayak tabanımın altındaki İstanbul coğrafyasını yazıyorum.
Boğaz
turuna katılmamızın ikinci nedeni, Karaya düştüğünüzde, İstanbul’da denize
inemeyişisiniz, denize düştüğünüzde Karaya inemeyişiniz. Bu nedenle dün karada
idik, bugün denizdeyiz.
Fantastik
amacımızda, İstanbul’un batırılan kıyılarındaki gün batımını izlemek görsellemek.
Beylerbeyi,
Beykoz, Bebek, Emirgan, Anadolu Hisarı, Rumeli Hisarı, Paşabahçe, Çengelköy,
Kanlıca, Kuzguncuk ve Üsküdar’ı denizden izliyoruz. Yalıların güzelliği müthiş.
İlginç tarafı, Amazon nehrinin acımasız yırtıcısı Kaplanın su için kıyıya inen
ve kendini suya bırakan sessizliği içinde, yalıların yaşlı sakinleri tek başına
ve de bencil sessizliğiyle boğazın serin sularına kendisini bırakıyor. Siz ise,
o’nu ve yalısını ancak uzaktan izleyebiliyorsunuz. Kara tarafından örülmüş
duvarlar ile Halktan soyutlanmış kıyı yalılarını bir kısmı eğlence merkezine
dönüştürülmüş, onları izliyorsunuz.
Arhavili
Turgut:
Her
şeyi gezen görür, okuyan değil. Okuyan öğrenir. Bugünkü Hürriyet’in
“Hürriyet’te Ramazan” köşesinde, Okan Konurlap’ın(okonural@hurruyit.com.tr)
“Karadeniz’li Turgut’un Küba’da ne işi vardı” yazısı ilginç geldi bana.
Konuralp
diyor ki; “Küba’nın Havana Limanı’na demir atan San Agustin adlı İspanyol
Kadırgası’nda kürek mahkûmu olarak Karadenizli Turgut, Gelibolulu Hüseyin,
Anadolulu Recep’le birlikte 44 Müslüman forsa bulunuyordu…16’ncı ve 17’nci
yüzyıl Osmanlı- İspanya Deniz Savaşları’nı dünya edebiyatına en üst seviyeden
sokan eser İspanyol edebiyatının da zirvesi kabul edilen “Don Quijote/ Don
Kişot” romanıdır. 1575 yılında İtalya’dan gemiyle İspanya’ya dönerken gemisi
Osmanlı denizcileri tarafından ele geçirilen, 1580 yılına kadar Cezayir’de esir
olarak kalan Cervantes, romanında askerliğine ve esirliğine atıf yaptığı
bölümlere yer verir....İspanyol denizcilik tarihi San Agustin adlı bir İspanyol
Kadırgası’nın 1590’lı yıllarda San Francisco açıklarında battığını yazar. Aynı
tarihlerde Küba’nın Havana limanı kayıtlarında da “San Agustin’le ilgili
bilgiler var. Muhtemelen San Francisco açıklarında batan San Agustin, Havana
Limanı’na demirleyen gemi. Ve ihtimal ki Akdeniz’deki deniz savaşları sırasında
İspanyollara esir düşmüş 44 Osmanlı denizcisi bu gemideydi. Bu ihtimal Kübalı
genç akademisyen Yana Brossard Reyes’in yüksek lisans tezine dayanıyor.
Reyes’in “Osmanlı İmparatorluğu ile Küba Arasında Köprü Oluşturan Olaylar”
tezinden okuyalım: “Küba topraklarına adım atan ilk Türkler ya da Osmanlılar
forsalardı… Adaya Türk forsalarının geldiğini San Agustin adlı bir İspanyol
kadırgasına ait kayıt defterinden öğreniyoruz. İspanyol kadırgalarında kürek
çeken kölelerin adları, fiziksel özellikleri ve nereden geldikleri muntazam
olarak tutulan kayıt defterlerinde yazılıdır. Mesela Küba’ya gelmiş olan,
yukarıda adını verdiğimiz kadırgada 44 Müslüman forsa bulunmaktaydı, kadırganın
defterine İspanyolca olarak şöyle bir kayıt düşülmüştür…Türkçenin telaffuz
farklılıklarından ötürü, doğal olarak bu isimler oldukça deforme edilmiş
olmalarına rağmen bazılarının anlamlarını çıkarmak mümkündür. Bunlardan bazılarının
Midillili Hüseyin, Eğribozlu Ramazan ile Mehmed, Anadolulu Yusuf, Gelibolulu
İbrahim, Anadolulu Recep, Hüseyin, Ali, Veli, İbrahim ve Karadenizli Turgut
oldukları muhakkaktır. Esirlerin akıbeti hakkında başka bir bilgi yoktur.”
Anadolulu
Recep, Hüseyin, Ali, Veli ve arkadaşları Küba’da kalmayı başardılar mı? Yoksa
batan San Agustin’de hayatlarını kaybedenlerden mi oldular? Kurtulanlardan,
karaya çıkabilenlerden olsalar keşke… Diyelim ki San Francisco yakınlarında bir
kasabada kendilerine yeni bir hayat kurmaya çalıştılar, başardılar ya da
başaramadılar. Peki bu olasılıklardan hiçbiri olmamış olsa. Şöyle düşsel bir
sona ne dersiniz: “Türk esirlerden bir kısmı yıllar sonra evine dönmüştür.
Karadenizli Turgut bunlardan biridir, Arhavilidir. Arhavili İsmail, Turgut’un
soyundandır.
*
Cervantes’in Türklere Esir Düşmesi ve Esaretinin Eserlerine Yansıması- Ankara
Üniversitesi Osmanlı Tarihi Araştırma ve Uygulama Merkezi Dergisi (OTAM) Sayı
3, 1992/ Prof. Dr. Ertuğrul Önalp
*
Osmanlı İmparatorluğu ile Küba Arasında Köprü Oluşturan Olaylar/ Yana Brossard
Reyes- Yüksek Lisans Tezi/ Ankara Üniversitesi Sosyal Bilimler Üniversitesi
Batı Dilleri ve Edebiyatları Anabilimdalı
Konuralp’ın ilginç düşselliğini genişleteyim:
16.yüzyılda
Rus(Abaza) korsanları, Arhavi’nin Sidere köyünü basarlar. Esir aldıklar 40
yağız delikanlıyı, Akdeniz’de Büyük deniz filosuna sahip İspanyollara ve
Cenevizlilere forsa yapmaları için satarlar. Arhavili Turgut da bunlardan biri
olur. Belki de, Spagetti western filmlerin usta yönetmenleri İtalyan Corbucci
kardeşler, Sergiı Corbucci ve Bruno Corbucci kardeşler, Sidere köyünden alınan
ve Cenevizlilere forsa olarak satılan Çorbacı kabilesinin gençlerinden
türemedirler.
Bu
denli ilginçliklerden sonra, ülkemin gerçek ilginçliklerine geçelim.
Bir
haber; “Ankara metro göçüğüne 6’şar yıl istenmiş. Peki ülkemde son 10 yıldır
iktidarın yarattığı göçüğe kaç yıl istenebilir, acaba?”
Boğaz
gezisi devam ediyor. Resim çekmek için, sevgil kızım Ececan Çorbacıoğlu’na not
almasını söylüyorum, çünkü tur gemisinde geçtiğimiz yerler anons ediliyor, kısa
öyküleriyle.
Aynen
Ececan Çorbacıoğlu’nun notlarını aktarıyorum: “Boğaz turuna çıktık ailecek:)
(Ececan sevinçli olduğunu belli etmek için koymuş bu gülücüğü)..Beylerbeyi
sarayı, 1865’te Sultan Abdülaziz yaptırmış…Kuleli Lisesi; Sultan 2. Mahmut
zamanıda kurulmuş…Üsküdar’dan Beylerbeyini seyrediyoruz…Küçüksu Kasrı,
Abdulhamit yaptırmış…Fatih Sultan Mehmet köprüsünden ordan döndük..Anadolu
Hisarı’nı gördük..Ortaköy Camii, Sultan Abdülmecit yaptırmış…Çırağan Sarayı
’18.00-19.00 arası’…Kısaydı be!:)..Üsküdar’da inmeyi unuttuk, Eminönü’ye
gidiyoruz(galiba)…”
Üsküdür’dayız.
İstanbul’un da Ankara gibi Bülbülderesi var. Çavuşdere ve Bülbülderesi’nin
ıslahı için ihale yeni yapılmış. Çünkü tabelalar yeni.
Evet;
11 Temmuz 2012’de başlayan İstanbul gezisi, 30 Temmuz 2012’de son buldu.
Seneye
görüşmek üzere, İstanbul.
ŞEVKET
ÇORBACIOĞLU
GEZ-GÖR-YAZ
sevket-che@hotmail.com.tr
evesbere@mynet.com
GSM:
0506 609 00 32
Yorumlar
Yorum Gönder