Samsun 19 Mayıs Lisesi 4/K sınıf; Biyoloji öğretmeni Günay Bütün
SAMSUN 19 MAYIS LİSESİ’NDE BULUŞARAK YİTİRİLEN ZAMANLARI YAŞAMAK–2
Bir zamanlar, Samsun’un en lüks bahçeli evleri 56’lar ve çevresinde; Anılarımın eşliğinde dolanmayı sürdürürken, hep onları düşündüm, hatta bulurum diye düşledim; Ali Rizaları, Ali Osman Biberoğluları, Oflu Muhammet ve Mustafa’yı, Haluk’u, Hasan ve Hüseyin Taka’yı, Umur-Işık Yıldız kardeşleri, Çarşambalı Kemal’ı(en son Ulusoy’larda görevli idi), Ersin’i(İyi bir topçu idi, zannedersem profesyonel oynadı), Faytoncu Bahri amcanın oğlu Ülvi’yi, Hopalı Recai’yi(çocuk yaşta matasyon plajı aramızdan çekip aldı), soyadı gibi çalışkan ve yakışıklı Pazarlı Alaattin Çalışkanı( Bahçelievler Muhtarı, TrabzonluYakup Koca, 1980’lerde aramızdan ayrıldığını söyledi…) Bayburtlu Aydın-Metin kardeşleri(Sevgili anemiden ayrılmayan Maviş ve Havva isminde ablaları vardı. Babaları Bedesten’de terzi idi, aynı zamanda eski elbiseler alır ve satardı.…). Hiçbiri yoktu. Kim bilir, bu arkadaşlardan bazıları da benim gibi anılarıyla dolaşıp beni bulamamışlardır. Bizler hayatta hep savruluruz bir yerlere, birbirimizi arar bulamayız, sadece hüznün derinliklerinde yaşamı tekrar adımlamaya çalışırız.
Bedesten veya Bedestan; Farsça bir sözlük. Mücevher ve değerli eşyaların satıldığı kapalı alan. Fakat burada, pek değerli ve kıymetli olmasa da, ikinci, üçüncü el eşyalar satılırdı. 19. YY’ın ilk çeyreğinde veya 18.yy’ın son çeyreğinde inşa edildiği rivayet olunur. Bilinen Bedestenlere benzemeyen, giriş ve çıkış kapıları olan sokağın karşılıklı dizili dükkanların oluşturduğu bir mimarisi vardır. Türkiye’de bulunan 21 Bedesten’den biridir ve korumaya alınmıştır. Daha çok, tütün tüccarlarının, esnafın ve tütün üreticilerinin toplandığı Mecidiye’deki ‘ çarşıları(Arasta)’ çağrıştırır.
Amisos Tepesi (açık Tümülüs), Bandırma Vapuru (Gemi-Müze), Atatürk Evi’, Samsun Arkeoloji ve Etnografya Müzesi, tarihi Samsun evleri, Saat Kulesi, Rus Konsolosluk Binası, Osmanlı Bankası, Gazi Müzesi, Vilayet Binası, Eski Tütün Fabrikası ve Belediye Binası ile birlikte Samsun’a tarihsel varsıllık katmaktadır.
Oturduğumuz Kılıçdede Mahallesinin muhtarı, Asrı mezarlığa çıkan, yol üzerinde Kahvehane işleten Erzen Keskin idi.
Çarşambalı İbrahim’in evinde otururduk. Ev; Denize dik inen Hamdi Paşa sokağı ve Mert sokağının kesiştiği noktaya konuşlandırılmıştı. Bitişiğinde çocukları olmadığı için bizleri çok seven Havva teyze ve Bahri amcaların evi vardı. Eve iki katlı ve o çevredeki tek karkas(betonarme) yapı idi. İki evin Önü alabildiğine açıktı. Top koşturduğumuz, çelik çomak oynadığımız, Cicili(misket) oynadığımız 56’lar(İstiklal) caddesine koşut bomboş bir arazı vardı. Akrabalarımız Ali Riza ve Necmi Horoz’un briket atölyeleri ile Koreli’nin son durağı karşı karşıya idi. Biraz ileride Fındıklılı(Viçe) Dr. Kenan Yıldız’ın bağımsız üç katlı bordo evi vardı. Eşi Leyla Yıldız 19 Mayıs Lisesi Almanca öğretmeni idi. Çocukları Umur ve Işık Yıldız arkadaşlarımızdı.
Bir anda Hamdi Paşa sokağının girişinde duraksadım; Umur Yıldız ve Işık Yıldız bisikletleriyle hızla aşağı iniyorlar. “Durun beton yığınlarına çarpacaksınız” diye feryat etmeye başladığım an yeşil tarlalardaki görüntüleri beton tarlasına çarpıp dağıldı.
Çarşambalı İbrahim’in evi büyümüş kocaman apartman olmuş. Ne güzeldi o üç katlı Çarşambalı İbrahim’in zemine yakın, veranda büyüklüğündeki balkonlu evi.
Erkek Sanat Okulu öğrencisi olan, kuzenim Sezai Çorbacıoğlu, evimizin balkona bakan geniş pencerenin camlarını siliyor. Amacı; karşı evin camlarını silen kıza öykünerek(Ar. Taklid), o’na selam göndermek. 19 Mayıs Lisesi’nde okuyan bir diğer kuzenim Nafiz Çorbacıoğlu; “Tam da amcamın geleceği saat dikkatli ol” der demez, sevgili babam balkonun penceresinde Sezai’nin karşısına dikilmesin mi. Hafif tebessüm ederek; “ Emine, kızlar büyümüş, camları da silmeye başlamışlar, rahat edeceksin artık” demesiyle kopan kahkahalar, önümüzdeki yemyeşil arazide yankılanıp, Tekel fabrikasının duvarında çınlamaya başladı.
Tekrar etmek geri getirmez fakat ben yine de; “işte o Tekel duvarı yok artık, önündeki boş arsa TCK yapılarıyla dolmuş.” diyeceğim.
Evimiz güney cephesine duvarla çevrili bahçe içinde ‘titiz Bahriye teyze’ ve eşi ‘DDY’ından emekli’ öfkeli amcanın evi vardı. Topunuz bahçeye düştüğünde; top,kimliğini ve işlevini yitirirdi..
Bu mahalleye; memleketlimiz ve yakınımız, kumaş tüccarı Alaattin Turna amcanın 19 Mayıs Mahallesi rasathanesine yakın Gündoğdu sokağındaki ‘dışarıdan merdivenli’ üç katlı evinden geldik. Üst katında Alaattin amcalar otururdu. Orta kat, evin tam karşısında SSK hastanesini inşa eden firmanın ofisi idi. Atakan isminde bir inşaat mühendisi ağabeyimiz vardı. Bazen futbol maçlarını onun ‘açar açmaz , ses hızı yükseltisi sayesinde hiç bekletmeden ses veren’, yani transistorlu radyosundan dinlerdik. Evin alt katında biz otururduk.
Çocukluğumun geçtiği ilk mahalle idi burası. Allattın amcanın evinin batısındaki ev Süheyla Teyze'nin ablasının evi(Suzan ablanın annesi) vardı. O evin Alt katında siyah Chevrolet’i olan Ercüment dayı otururdu. İçkiyi seven, penceresinin önünde sürekli radyo dinleyen babacan bir amca idi. Metin Oktay’ın maçı oldu mu, bizleri çağırır, dinletirdi. Galatasaraylılığa ilk adımlarımdı diyebilirim. Onun radyosu transistorsuz idi ve dakikalarca radyodan ses gelmesini beklerdik.
Süheyla teyze ve Suzan ablaların evlerinin arkasında tek katlı evde, Ethem veya Ekrem isminde bir ağabey otururdu. Uçurtmacı ağabey derdik. Çünkü çok iyi uçurtma yapardı. İşte ben uçurtmayı ilk onda tanıdım. Çimento torbasının kâğıdıyla yaptığı devasa uçurtmayı karşımızdaki boş arsada havaya salacağı an, büyüklü küçüklü tüm mahalle başında toplanır, uçurtmanın kalkışını merakla beklerdik. Saldığı uçurtmayı ancak akşam indirebilirdi. Çünkü uçurtmayı kayboluncaya dek bırakırdı.
Ne hayaller kurardım, uçurtmayı seyrederken. Uçurtmanın üzerinde gökte süzülmek ve onunla yere inmek. Uçurtmanın gökteki yerinde ayrı bir şehir olduğunu düşler, oraya da inilebileceğini düşünürdüm. Bir nevi, uçurtma ile ‘Gökşehre yolculuk’ yaşama isteği idi bendeki.…
Ekrem ağabey, sonradan bizlere de uçurtma yapmayı öğretti. İlk yaptığım uçurtmayı, fazla salamadım ip kopar kaçar diye, Çünkü bir keresinde Ekrem amcanın uçurtması kopmuş ve ‘Gökşehir’de değil’ Kadiköy’de bulmuştu.
Zamanla, uçurtmanın piri olduk. Öyle ki, rakip uçurtmalarla kavgalarımız başladı. Onların uçurtmalarını düşürmek için adeta savaşırdık da. Kendi uçurtmalarımızın kuyruğuna jilet bağlar, rakip uçurtmaların iplerini kesmek vazgeçilmez tutkumuz olmuştu.
Uçurtma tarlamız olan, Gündoğdu sokağının solundaki o boş arsa şimdinin beton tarlasına dönüşmüş. Burası; futbol maçlarına da sahne olurdu. Samsun 19 Mayıs Lisesi öğrencisi kuzenim Nafiz ağabey, kurduğu mahalle takımının kalesine bazen beni koyardı. Yıl 1963. Kireçtepe mahallesi ile maç aldı. Ben yine kaledeyim. Seyircisi de çok. Futbol tutkunuyum ya, kabul ettirmek için, gelen gelmeyen tüm toplar için kendimi yerden yere atıyorum. Örselenmedik yerim kalmadı. Beş yüz kez deklanşöre basınca bir iki tane iyi kare(görüntü) yakalarsın ya, ben de biri iki güzel top çıkarmışım. Anlayacağınız, o atlayışlarının bazıları iyi kurtarışlar olmuş ki, maç sonrası beni beğenen sarışın biri geldi yanımıza. Meğer Samsun Galatasaray yöneticisiymiş. Beni beğendiğini, ileride gençler grubuna alabileceğini söyledi. Ne kadar sevinmiştim. Bu öneri Galatasaraylı oluşumun miladi idi belki de.
Alladdın Turna amcanın oğlu Hikmet, yeğeni Hasan oturduğumuz evden arkadaşlarımızdı(Allattın amca, iki yıl önce sevdiklerinden ayrılmış. Sevgili Hikmet’in ayrılığına dayanamadığı için. Bu beni gerçekten, sevgili Annemin, Babamın ve ağabeyimin bizlerden ayrılışı kadar üzdü).
Evimizin önünden inen, ‘denize koşut’ tek yol olan Gündoğdu sokağı üzerinde, ‘aşağıya doğru’ Suzan ablaların evini izleyen evler mahalle arkadaşlarımızın oturduğu evlerdi. Yani her evde en az bir arkadaşımız bulunurdu. Kalabalık sayılmazdı arkadaşlarımız, çünkü evin sayası 3’ü geçmezdi. Sırasıyla; Adanalı Ademlerin evi, göçmen(muacır derdik) sarı Ünalların evi bulunurdu. Ünalların evi tek katlı bahçe içinde idi. Onların arkasında İhsanların benzer evi vardı. Ve İhsanların evinden sonra, yerleşik romanların baraka evleri…
Romanların, tümü müzisyendi. Asla dilenmezlerdi. Çoğu pavyonlarda çalar, zaman-zaman da at arabalarıyla düğünlere giderlerdi. Bizler, karşı arsaya saldıkları atlarını kovalar binmeye çalışırdık. Oturduğumuz evin yukarısında, önünde dut ağacı olan Marangoz atölyesi vardı. Doğu yakasından Aziziye caddesi inerdi. Mustafa Kemal İlkokulu’na buradan giderdim. Okulun eski adı İsmet Paşa İlkokulu idi. Okulun doğu yakası, Aziziye caddesine, Kuzeyi Hakkı bey sokağına, güneyi İsmet Paşa caddesine bakardı. Hakkı bey sokağının(SSK hastanelerine giden yol) köşesinde akrabamız Kemal Yılmaz Ağabeylerin evi vardı. Dedesi İlyas Amca bizi Mustafa Kemal İlkokulu’na yazdırmıştı. Kemal ağabeyin babası Mustafa amca ve İlyas dede evin altındaki bakkalı işletirdi. Öğretmenim Ekrem Göçmendi. Anımsadığım kadarıyla, bahçe içinde Baraka okul da vardı. Sınıf arkadaşlarım Aysel Horoz, Nedret Bayraktar ve Mustafa Batur idi. Diğerlerin isimlerini anımsamıyorum, çünkü bu okulda 2 yıl kaldım ve sonra Rıza Nur İlkokulu’na geçiş yaptım. Şişko Naci da bizim okuldaydı ve Kemal ağabeyin arkadaşı idi. Okulun tam önünde çektirdiğimiz Yavru Kurt İzci resmimi hala saklarım. Yıllar sonra vekil öğretmen olarak M. Kemal İlkokulu’nda görev aldığımda, Öğretmenim Ekrem Göçmen öğretmen arkadaşım oldu. Okul Müdürü, yine uzaktan akrabam olan Tahsin Bilgin idi. Amcamın oğlu Rahmi Çorbacı’nin dayısı. İsmet Paşa caddesi ve Aziziye caddesi arasında da Romanlar otururdu. Tümü de, mahallemizdeki Romanların akrabaları idi ve müzisyendiler. Buradakiler de Müzisyenlik ve atarabası ile taşımacılığın yanında kalaycılık yaparlardı. Sabahın, ilk ders saatlerinde işe çıkan kalaycıların; ‘kalaycı vaaaar, kalaaaycı geldi’ nidaları bir anda dersimizi bölerdi. Kalaycılarda, erkek körük ve diğer malzemeleri taşır, kadın ise mahalleliye seslenirdi.
Evimiz Aziziye caddesi ve Rasathaneye inen Gündoğdu sokağının oluşturduğu ada içinde idi. Aziziye caddesi direkt denize, Gündoğdu sokağı ise, Rasathane’de soluklanarak, bir kolunu batıdaki Bokludere’ye, diğer kolunu, kuzeye uzatır ve kısa bir soluklanmadan sonra, genişler ve Rasathane caddesi olarak direkt denize inerdi. Kuzeye inen, Samsun’un “Şimdilerde kalmayan” denize dik inen o güzelim sokaklardan ikisi idi ve sokağın başından baktığınızda, denizin maviliğini görürdünüz. Bu sokaklar, adeta Samsun’a ‘cennettin izdüşümü’ özelliğini kazandıran güzelliklerdi, yoklar artık; hepsinin önünde devasa yapılar dikilmiş, deniz ile insanların ilişkisini kesmiş.
Öğleye yakın saatlerde, evimizin bu sokağından ‘türkülerle’, deli Rafet yuvarlanırdı. Saldırgandı. Eğer kızdırsanız, acımasız bir şekilde taş atar, Arnavut kaldırımından seken taşlar, bizlerden çok camları yakalardı. Bu nedenle, mahalleli, Deli Rafet’ten çok bizleri kollardı, kızdırmayalım diye. Ardından, hafif kırık, ince ruhlu Cinperi inerdi. Cinperi inmeye başlayınca, bazı genç kızlar da camlara inerdi. Çünkü Cinperi fal bakardı. Kızı, kadını, hatta bazen erkeği Cinperi’yi dört gözle beklerdi. 25 Kuruş alırdı. O’nu kızdırmazdık, çünkü bizleri çok severdi. Kibar, narin ve ince bir kırılgandı.
Eşeğin iki yanındaki küfelere Kızılcık ve de sebze yüklemiş köylüler Gündoğdu sokağının bir başka renkleriydi. Evine dönüş saatlerinde barakalarda oturan Roman Naneci geçerdi. Siyah takım elbiseli, beyaz balıkçı kazaklı yakışıklı bu adamın adı Naci idi ve biz çocuklar dört gözle beklerdik. Gazete kağıdı değil, bembeyaz kağıttan minik hunilerin içinde minik nane şekeri satardı ve 10 kuruş veren her çocuğa ismi üzerinden maniler okurdu. Naci mahallemizde en çok sevdiğimiz insandı. Akşamın karanlığında, başına geçirdiği kasketiyle, çiftlikteki meyhanelere koşardı. Günbatımında, Gündoğdu sokağında dönüşler başlardı. Sabahın ışıkları günü aydınlatmadan, kaçak kömür ve odun indiren kağnıların gıcırtıları yeni bir günün habercileri idi.
Evimizin o anlı şanlı neşeli Gündoğdu sokağının direk indiği Rasathane; Türkiye’nin sayılı rasathanelerinden idi. Tek olan Apartmanına ve apartmanın altındaki Bakkalına, fırınına ve hemen karşısındaki camisine ve de denize dik inen caddesine adını vermişti. Şimdi, o her şeye adını veren Rasathanenin ve bahçesindeki rüzgârın yönünü belirleyen ‘Rüzgâr Gülleri’nin yerinde yeller esiyor.
Rasathane fırını, benim gözdemdi. O fırından çıkmış simit ve de baston ekmeğin kokusu ve de Pazar günleri sevgili babamın yaptırdığı Samsun kapalı pidesinin kokusu…ah o kokusu, ah!!!…Sahi ne oldu o kokulara, ne oldu kentin sevdalı kokularına??? Rasathane apartmanının altındaki Rasathane Bakkalı ve Rasathane fırını aynı ailenindi. Epilepsi hastası, devamlı tebessüm eden, yapılı çocukları kasket kafasında, sürekli fırının önünde ayakta dururdu.
Gündoğdu sokağı o yıllarda Samsun'un en tepesindeki sokaktı; arkasında sadece SSK hastanesi vardı sonradan arka taraf mahalleleşmeye başladı, çok sonraları da TED koleji inşa edildi ve İlyasköy ve çevresi şenlendi. Tüm sokaklar bu sokağa T yapardı, çünkü bütün sokaklar ‘dediğim gibi’ buradan dik olarak denize inerdi, denize koşut Çiftlik caddesini aşarak.
Çarşambalı İbrahim’in büyüyüp apartman olmuş evinin önünde dikilmiş, Rasathane anılarım film şeridi gibi aklımdan geçiriyorum ve tekrar Kılıçdede mahallesi Mert sokağındaki 11 no’lu evin olduğu yere ve 1964’lere dönüyorum. Çarşambalı ev sahibimizin Dikbıyık’taki köy evine giderken ilk kez trene binişimdeki korkularım aklıma düşüyor. Neydi o, adeta birbirine bağlı evler? İşte o evler yürüyordu ve ben korkuyordum ve şimdi ise tebessüm ediyorum.
Çarşambalı İbrahim’in evinin ilk zemin katında oturduk. 2 yıl sonra geniş balkonlu birinci kata geçtik. Dediğim gibi balkon evin girişi idi ve doğu cephesini boydan boya kaplayan ‘İspanyolca veranda’, ‘İtalyanca Teras’ denen geniş bir balkonu vardı. Sevgili Annem Emine Çorbacıoğlu’nun sevgili komşuları hiç yalnız bırakmazlardı. Çok güzel yemek yapardı ve özellikle yeni evlilerin can dostu idi, çünkü onlara yemek yapmasını öğretirdi; ille de Ahmet Taka amcanın eşi Tenzile teyzeye…Üst katta inşaat kontrolörü çolak Mustafa amca ve Emine teyzeler otururdu. Kızlarının adı Makbule, oğullarının adı Turan ve Kamuran(Coni idi).
Hamdi Paşa sokağının girişinde apartman, bir tütün tüccarının evi idi. Ve Samsun’un sayılı yüksek yapılarındandı. Pazarlı Davut’un huysuz ve yobaz babasının kapıcılığını yaptığı bu apartmanda, ‘Radar’da’ görevli Amerikalılar otururdu. Evimizin hemen arkasında da, Amerikalıların, yatay ve uzun tek katlı açık yeşil yapı Amerikalıların lokalleri idi. Yukarı mahallelerden gelen çocuklarla birlikte, Amerikalıların bulunduğu bu yapıların önü akşam saatlerinde ve tatil günlerinde çığlık sesleriyle yankılanırdı. Çünkü Amerikalıların çocukları balkondan mahalleli çocuklara sakız atarlardı. Bu nedenle mahalleli bebeler sürekli ‘Coni sakız, Coni sakız’ diye bağırırlardı. Kamuran da…Üstelik Kamuran Amerikalı çocuklar gibi sarışındı ve mahallenin veletleri Kamuran’ı Coni diye çağırırdı. Deyiş, o deyiş; adı Coni kaldı. Coni 6. erkek kardeşimiz gibiydi, çünkü evimizden hiç çıkmazdı.
Amerikalıların kaldığı tütün tüccarının apartmanından sonra en boylu poslu ev bizim evdi. Gördüm ki; bu iki apartman daha da büyümüş, etrafındaki iki ve tek katlı tüm evler de büyümüş, fakat; DDY’larında çalışan Karslı ateşçi amcanın Mert sokağındaki çıplak yüzeyli tuğlalı evi ve Tek katlı bahçe duvarlarıyla çevrili Halukların evleri, adeta çocukluğumuzun anılarını taşırcasına hiç büyümeyerek günümüze dek gelmişlerdi ve de günümüz beton tarlasında çalı gibi duruyorlardı. Tütün tüccarının evi bile büyümek adına yapsatçılara teslim olmasına karşın, bunlar direnmiş ve teslim olmamışlardı. Hamdi Paşa sokağında ne Oflu Mustafaların, Muhammetlerin, ne Alaeddin Çalışkanların, Recailerin ne de Mert sokağındaki Aydın-Metin kardeşlerin, Faytoncu Bahri amcanın, titiz Bahriye teyzenin evi vardı artık. Yerlerini çok katlı beton yığınlarına bırakıp, geçmişin iç burkan hüzünlü anılarına konuşlanmışlardı hepsi.
Mert sokağı, Hamdi Paşa sokağı ve 56’lar çevresindeki çocukluk arkadaşlarımı aradım, sordum; Muhtarların bilebileceğini söylediler. Kılıçdede muhtarı ile de görüşmeli idim, fakat zamanım olmadı. Bahçelievler muhtarı Hamdi Paşa sokağın girişinde olduğu için o’na selam verdim. Muhtarın adı Yakup Koca, Trabzon kökenli, 1970’lerden beri buralarda fotoğrafçılık yapıyormuş. Kendisine özellikle Bayburtlu Aydın ve Metin kardeşleri sordum; babalarının Cumhuriyet meydanının yakınındaki eski Samsun surlarının kalıntısı ‘Bedesten’de eski elbiseler satan dükkanı var dedim, Faytoncu’nun oğlu Ulvi’yi dedim, Recai ve diğerlerini dedim, bir şey demedi, çünkü kimseyi anımsıyamadı. Bir tek Pazarlı Nermin ve kuzeni Alâeddin Çalışkanı tanıdı. Alâeddin’in halası ve Nermin’in teyzesi Suzan’ı tanıdı. Alaeddin’in babası Osman amca soğuk demirci idi. Sevgili Alaeddin bizden birkaç yaş büyüktü. Çok şık giyinirdi. Alaeddin mali müşavirmiş ve trafik kazasında yaşamını yitirmiş. Gerçekten çok üzüldüm.
Yakup Koca, uzun yıllar sonra buraya geldiğimi anladı. Çünkü; “40 yıl sonra arkadaşlarla 19 Mayıs Lisesi’nde buluşacağız” dediğimde; bildiğini, Nihat’ın da bunun için geldiğini söyledi. Nihat bizim Murat Tıkıroğlu’nun küçük kardeşi. Kardeşim Hüseyin Çorbacıoğlu’nun Lise’den arkadaşı. Muratların kökeni de benim gibi Arhavi. Evleri Yakup Koca’ya çok yakınmış. Tamam ben de bunun için geldim Murat benden 2 saat önce Samsun’a inmiş olmalı. Yakup Koca’ya Nazım amca, Murat ve Nihat’ın geleceğini birkaç gün önceden söylemiş. Nazım Tıkıroğlu, Murat ve Nihat’in babası. Samsun fuarının açılışında büyük katkısı olmuştu ve ayni zamanda fuarın ilk müdürlerindendi.19 Mayıs Lisesi Aile Birliğinin de Başkanlığını yaptı...Murat beni Ortaokuldan beri arkadaşım.
Mert ve Hamdi Paşa sokaklarını ve 56’lar çevresini, dahası çocukluğumun sokaklarını anılarımın eşliğinde hüzünlü-hüzünlü dolanmayı sürdürüyorum. O, çocukluk arkadaşlarımın hiçbirinin çığlığını duyamıyorum. O, çocukluğumun tek katlı bahçeli evlerini, sokaklarını ve alabildiğine geniş çayırlarını göremiyorum. O, misket(cicili), çelik çomak ve de Amen(köşe kapmaca) oynadığımız onlar(Aydın, Metin, Ali Riza, Ali Osman Biberoğlu, Muhammet, Müftü’nun oğlu Mustafa, Ulvi) neredeler şimdi? Bilmem belki de Amen oyunundan dönmemişlerdir.
“Amen Oyunu” uzun mesafeli kaçma kovalama kuralına bağlı köşe kapmaca, dahası kaleyi ele geçirme oyunu idi ve beşerli gruplarla oynanırdı. Köşe(kale) de elektrik direkleri olurdu. Kaçan ve kovalayan grup belli olunca, kovalayacak grup bizi görmeyecek şekilde gözlerini kapar ve direğe sarılır, 30’a kadar sayım yapılarak uzaklaşma süresi tanırdı. Ve süre bitince ‘Sağım solum, önüm arkam söbe, kaçmayan ebe” diyerek, kaçanlar uyarılır ve dayanıklılığa, zekâya, strateji ve taktiğe bağlı kaçma-kovalama başlardı. Kaleye bir bekleyen veya iki kişi bırakılır, diğerleri dağılarak kaçan beş kişiyi, nereye doğru kaçtıkları açık arazide göründüğü(sokak aralarına, evlere saklanmak yasaktı) için dağılarak kovalardı. En iyi koşucu ben, Ali Osman Biberoğlu ve Ali Riza idi, bunun için üçümüzün de aynı ekipte olmasına izin verilmezdi. İyi koşucuların ikisi aynı takımda ise, birine kale bekletilirdi. Kovalamaca saatler, hatta bazen akşam karanlığın dek sürdüğü olurdu. Koşuya dayalı saklambaç oyunu, doğrusu oyunla bütün atletizm çalışması idi adeta.
Samsun’da Kentleşme Politikaları;
Kusura bakmayın, anılarımla olguyu, ‘duygulandırarak’ sübjektif çizgiye taşıdım.
Şimdi Samsun’umuzun kentsel geçmişi ve geleceğine ‘duyguya yer vermeksizin’ mantıksal değinerek objektif bir bakış getirmek istiyorum:
Bir süre sonra, Lise caddesine ulaşmak için caddeye inerek 56’lara doğru yürümeye başladım. Daha zamanım var, Necile Gündüz Çokay’ın ofisinde saat 12’ye doğru buluşacağız.
56’lara varmazdan, sağdaki Dr. Kenan Yıldız’ın, solda kalaycının 2 katlı evlerinin olduğu yerlerde yeller esmiyordu, çünkü devasa apartmanlardan dolayı, yel esecek alan bulamıyordu.
Bir söylentiye göre; doğu yakasındaki mahallelerin Oflu kalaycısı, 2 katlı evi milli piyangodan çıkan para ile yapmıştı. Seyyar iken, evinin altına açtığı dükkânla ‘artık ben size değil siz bana geleceksiniz’ dercesine yerleşik kalaycı düzenine geçmişti.
Kalaycılar, mahallerin yürüyen ‘seyyar’ sanayicileri idi adeta. Bu seyyar sanayiciler genelde Romanlar olurdu, fakat bu yakada kalaycı Oflu idi. Kapları kalaylamak için önce küçük bir çukur açarlar, o çukuru kömürle doldururlardı. Bir tarafına da körüğün ağzı bağlanır, kalaycı yere oturur sağ ayağı sürekli körüğü körükler, sol ayağını hafif “L” yaptırır, elinde demirden maşa ateşte ısıttığı kabı, demir maşayla kavrayıp önüne koyar, kirli bakır kabı nişadırla iyici temizler ve ardından kalay çubuklarıyla kalaylardı. Kışın seyretmek iyi idi, fakat yazın o sıcağında çekilmiyordu.
Roman Kalaycıların çoğunda bağıran kadın olurdu. Arkasında erkek sırtındaki körükle gelirdi. Bizim Of’lu kalaycı kendi bağırır, körüğünü kendi taşırdı.
Mahallemizde yükselen sesler, mahallemizin renkleri idi. “Kalaycı, geldi, hanı, kalaycıııı”, “Bohçacı geldi, hanım, bohçacıııı”, “Aniya gevrek simiiiiiit(Günümüze dek kendini koruyan tek ses olan simitçi sesinde, asla simit sözcüğünü duyamazsınız; ancak, yırtık ve cırtlak ritimlerinden simitçi olduğunu anlarsınız. Yanı sesini hala geliştiremeyen simitçiler, anlaşılmaz sesleriyle anlaşılan tek seyyar satıcılardır.)”
Geceleri kaçak kömür ve odun indiren kağnı sesleri, odun kesicilerin sesleri, omzunda halka halinde uzun tel ile dolaşan lağımcı sesi, mahallenin hanımlarını pencereye döken ve yazmalarıyla(yaşmak) göz yaşlarını sildiren destancıların sesi( Özellikle 1961’deki kayıp kız 8 yaşındaki Ayla Özakar’ın destanı yıllarca ağlattı mahallelileri) ve mahallelerin siyah takım elbiseli bembeyaz boğazlı kazağıyla, elinde küçük hasır tabakta dizili, bembeyaz mini külahlarda nane satan ve her alan çocuğa İsmine göre mani okuyan Roman yakışıklısı Naci’nin beyefendi sessizliği yoktu artık.
Naci amca; zaman-zaman keten helva sattığı da olurdu. Çocukları sevindirmek için, bazı keten helvaların altına 5 kuruş koyardı. Çiftlikte kasketli haliyle meyhanelerde gözükürdü. Mahalle aralarında çok şık gezmesi o’nu şehir efsanesi yapmış ve hakkında doğruluğu şüphe götüren; Samsun’daki Amerikalılar için bilgi toplayan Ajan olduğu söylemlerine neden olmuştur. Bilmem belki de onlar hakkında bilgi toplayan istihbaratçı.
Tüm bu seslerin yanında, elbette ki; şam tatlıcıların, sirkecilerin, yoğuuuurtçuların, hamsicilerin-Balıkçıların, mısırcıların, falcıların ve dondurmacıların seslerine de rastlamadım. Evet, onlar da gitmişlerdi gizem ötesine…Şişe Naci, Amigo Naci, şarapçı Abdi(Orta Okuldan ağabeyimizdi. Bir ayağı aksardı. Çok zeki ve bilgili idi ve bizleri ders çalıştırırdı. Annesi ve babasını kaybedince kendisini de kaybetti. Kuzenim Sezai Çorbacıoğlu; Rasathane çevresinde isyan edercesine bağıra-bağıra vefat ettiğini söyledi), Deli Gürbüz, Deli Rafet, Deli metin, İspirtocu Gogo ve biraz kırık olan ve mahalleli kadınların fal baktırdığı, mahalleli biz veletlerin takıldığı falcı Cinperi de gitmişti…
56’ların o güzelim bahçeli kısa boylu evleri de tümüyle göçmüştü, dahası göçertmişlerdi. Onların yerine uzun boylu evler gelmişti. Elbette ki 56’lar ekmek fırını ve o sevecen Rizeli kardeşler Şemsi ve Servet Saroğlu amcalar ile onların yaygınlaştırdığı Ramazan pidesi ve kapalı pide ve de ekmek kokusu, Samsun kentleşme rüzgarına karışıp gitmişlerdi.
Yolumun üstünde, sol omzumda ürkekçe yükselen bir zamanların, DSİ mensuplarının görkemli ‘Su Apartmanı’ yeni apartmanlar arasında görkemini yitirmiş, sessizce geleceğini düşünüyor gibiydi. Samsun’un ilk dolmuşçusu Koreli’nin korna sesini duymak istiyorum, fakat ulaşım politikalarının karayolu ağırlıklı projeler sonrası pıtrak gibi biten karınca çokluğundaki yeni binek araçlarının gürültüsü buna izin vermiyor.
Gürültüler arasında DSİ 7. Bölge Müdürlüğü’nün önüne geldim. Gelir gelmez de sevgili babam Nihat Çorbacıoğlu’nun çok sevdiği Samsun DSİ 7. Bölge Müdürü Hasan Uğurlu amcayı anımsadım. 1971-81’de Samsun İli Ayvacık ilçesi Yeşil ırmak üzerinde inşa edilen su tutucu HES’in yapım sürecinde(Baraj. İşte buna değil, dereler üzerindeki HES’ciklere, yani Küçük Ölçekli Hidro Elektrik Santrallerine/KÖHES’e karşıyız) trafik kazası geçirerek, eşi Suat Uğurlu ile sevdiklerinden ayrılınca(1971) ailece çok üzülmüştük. Hasan amca, GES-İŞ Bölge başkanı ve bir dönem TİP İl sekreteri babamı çok severdi, çünkü işçileri çok severdi. Bu nedenle cenazesine, TİP İl başkanlığı yapmış Dr.Sulhi Kutucu ve rahatsız olmalarına karşın GES-İŞ Genel Başkanı Osman Soğukpinar amca ile TÜRK-İŞ Başkanı Seyfi amca(Demirsoy) da katılmıştı. Hasan amcanın adı sonradan baraja verildi. Hemen 18 km aşağısındaki baraja da(1975-82) sevgili eşi Suat Uğurlu’nun adı verildi.
Samsun Hasan ve Suat Uğurlu barajlarının öyküsü böyle. DSİ önünde anılarımı izlerken, Cemal amca, İnşaat mühendisi Selahattin Feyiz amca, babamdan sonra GES-İŞ Başkanı olan Kavaklı Sami Özdemir, Makine Mühendisi Saim Çakmak, Ahmet Taka amcalar yanımdan geçip gittiler.
DSİ 7. Bölge’nin karşısındaki Erkek Sanat Okulunun o güzelim doğa harikası çam ağaçları, büyük oranda çay bahçesine dönüştürülmüş. Kahroldum. 1946-47 öğretim döneminde Okul Müdürü Remzi Dönen ve öğretmenleriyle öğrenciler tarafından dikilmiş(Bu öğrencilerden biri de, Ankara’dan tanıştığım Trabzonlu Baran Özcan). Hayatta kalan çamlar, İlkadım Belediyesi öncülüğünde Kültür ve Tabiat varlıkları koruma kurulunca koruma altına alınmış(09/04/1996).
Erkek Sanat Okulu’nun bitişiğinde Ticaret Lisesi, onun bitişiğinde de Kız Enstitüsü, bunların da tam karşısında, en az Kumluk kadar değerli Koren Bahçesi…Evet “Koren” bahçesi diyorum, fakat burada da yerinde yeller esemiyor, çünkü Koren duvarı yıkılmış, içeri girenler burayı adeta beton bahçesine dönüştürmüşler ve rüzgara yer bırakmamışlar(Yazının 3. Bölümü, 19 Mayıs 2012 sonrası yayınlanacak).
ŞEVKET ÇORBACIOĞLU
GEZ-GÖR-YAZ
evesbere@mynet.com
GSM:0506 609 00 32
SAMSUN 19 MAYIS LİSESİ’NDE BULUŞARAK YİTİRİLEN ZAMANLARI YAŞAMAK–2
Bir zamanlar, Samsun’un en lüks bahçeli evleri 56’lar ve çevresinde; Anılarımın eşliğinde dolanmayı sürdürürken, hep onları düşündüm, hatta bulurum diye düşledim; Ali Rizaları, Ali Osman Biberoğluları, Oflu Muhammet ve Mustafa’yı, Haluk’u, Hasan ve Hüseyin Taka’yı, Umur-Işık Yıldız kardeşleri, Çarşambalı Kemal’ı(en son Ulusoy’larda görevli idi), Ersin’i(İyi bir topçu idi, zannedersem profesyonel oynadı), Faytoncu Bahri amcanın oğlu Ülvi’yi, Hopalı Recai’yi(çocuk yaşta matasyon plajı aramızdan çekip aldı), soyadı gibi çalışkan ve yakışıklı Pazarlı Alaattin Çalışkanı( Bahçelievler Muhtarı, TrabzonluYakup Koca, 1980’lerde aramızdan ayrıldığını söyledi…) Bayburtlu Aydın-Metin kardeşleri(Sevgili anemiden ayrılmayan Maviş ve Havva isminde ablaları vardı. Babaları Bedesten’de terzi idi, aynı zamanda eski elbiseler alır ve satardı.…). Hiçbiri yoktu. Kim bilir, bu arkadaşlardan bazıları da benim gibi anılarıyla dolaşıp beni bulamamışlardır. Bizler hayatta hep savruluruz bir yerlere, birbirimizi arar bulamayız, sadece hüznün derinliklerinde yaşamı tekrar adımlamaya çalışırız.
Bedesten veya Bedestan; Farsça bir sözlük. Mücevher ve değerli eşyaların satıldığı kapalı alan. Fakat burada, pek değerli ve kıymetli olmasa da, ikinci, üçüncü el eşyalar satılırdı. 19. YY’ın ilk çeyreğinde veya 18.yy’ın son çeyreğinde inşa edildiği rivayet olunur. Bilinen Bedestenlere benzemeyen, giriş ve çıkış kapıları olan sokağın karşılıklı dizili dükkanların oluşturduğu bir mimarisi vardır. Türkiye’de bulunan 21 Bedesten’den biridir ve korumaya alınmıştır. Daha çok, tütün tüccarlarının, esnafın ve tütün üreticilerinin toplandığı Mecidiye’deki ‘ çarşıları(Arasta)’ çağrıştırır.
Amisos Tepesi (açık Tümülüs), Bandırma Vapuru (Gemi-Müze), Atatürk Evi’, Samsun Arkeoloji ve Etnografya Müzesi, tarihi Samsun evleri, Saat Kulesi, Rus Konsolosluk Binası, Osmanlı Bankası, Gazi Müzesi, Vilayet Binası, Eski Tütün Fabrikası ve Belediye Binası ile birlikte Samsun’a tarihsel varsıllık katmaktadır.
Oturduğumuz Kılıçdede Mahallesinin muhtarı, Asrı mezarlığa çıkan, yol üzerinde Kahvehane işleten Erzen Keskin idi.
Çarşambalı İbrahim’in evinde otururduk. Ev; Denize dik inen Hamdi Paşa sokağı ve Mert sokağının kesiştiği noktaya konuşlandırılmıştı. Bitişiğinde çocukları olmadığı için bizleri çok seven Havva teyze ve Bahri amcaların evi vardı. Eve iki katlı ve o çevredeki tek karkas(betonarme) yapı idi. İki evin Önü alabildiğine açıktı. Top koşturduğumuz, çelik çomak oynadığımız, Cicili(misket) oynadığımız 56’lar(İstiklal) caddesine koşut bomboş bir arazı vardı. Akrabalarımız Ali Riza ve Necmi Horoz’un briket atölyeleri ile Koreli’nin son durağı karşı karşıya idi. Biraz ileride Fındıklılı(Viçe) Dr. Kenan Yıldız’ın bağımsız üç katlı bordo evi vardı. Eşi Leyla Yıldız 19 Mayıs Lisesi Almanca öğretmeni idi. Çocukları Umur ve Işık Yıldız arkadaşlarımızdı.
Bir anda Hamdi Paşa sokağının girişinde duraksadım; Umur Yıldız ve Işık Yıldız bisikletleriyle hızla aşağı iniyorlar. “Durun beton yığınlarına çarpacaksınız” diye feryat etmeye başladığım an yeşil tarlalardaki görüntüleri beton tarlasına çarpıp dağıldı.
Çarşambalı İbrahim’in evi büyümüş kocaman apartman olmuş. Ne güzeldi o üç katlı Çarşambalı İbrahim’in zemine yakın, veranda büyüklüğündeki balkonlu evi.
Erkek Sanat Okulu öğrencisi olan, kuzenim Sezai Çorbacıoğlu, evimizin balkona bakan geniş pencerenin camlarını siliyor. Amacı; karşı evin camlarını silen kıza öykünerek(Ar. Taklid), o’na selam göndermek. 19 Mayıs Lisesi’nde okuyan bir diğer kuzenim Nafiz Çorbacıoğlu; “Tam da amcamın geleceği saat dikkatli ol” der demez, sevgili babam balkonun penceresinde Sezai’nin karşısına dikilmesin mi. Hafif tebessüm ederek; “ Emine, kızlar büyümüş, camları da silmeye başlamışlar, rahat edeceksin artık” demesiyle kopan kahkahalar, önümüzdeki yemyeşil arazide yankılanıp, Tekel fabrikasının duvarında çınlamaya başladı.
Tekrar etmek geri getirmez fakat ben yine de; “işte o Tekel duvarı yok artık, önündeki boş arsa TCK yapılarıyla dolmuş.” diyeceğim.
Evimiz güney cephesine duvarla çevrili bahçe içinde ‘titiz Bahriye teyze’ ve eşi ‘DDY’ından emekli’ öfkeli amcanın evi vardı. Topunuz bahçeye düştüğünde; top,kimliğini ve işlevini yitirirdi..
Bu mahalleye; memleketlimiz ve yakınımız, kumaş tüccarı Alaattin Turna amcanın 19 Mayıs Mahallesi rasathanesine yakın Gündoğdu sokağındaki ‘dışarıdan merdivenli’ üç katlı evinden geldik. Üst katında Alaattin amcalar otururdu. Orta kat, evin tam karşısında SSK hastanesini inşa eden firmanın ofisi idi. Atakan isminde bir inşaat mühendisi ağabeyimiz vardı. Bazen futbol maçlarını onun ‘açar açmaz , ses hızı yükseltisi sayesinde hiç bekletmeden ses veren’, yani transistorlu radyosundan dinlerdik. Evin alt katında biz otururduk.
Çocukluğumun geçtiği ilk mahalle idi burası. Allattın amcanın evinin batısındaki ev Süheyla Teyze'nin ablasının evi(Suzan ablanın annesi) vardı. O evin Alt katında siyah Chevrolet’i olan Ercüment dayı otururdu. İçkiyi seven, penceresinin önünde sürekli radyo dinleyen babacan bir amca idi. Metin Oktay’ın maçı oldu mu, bizleri çağırır, dinletirdi. Galatasaraylılığa ilk adımlarımdı diyebilirim. Onun radyosu transistorsuz idi ve dakikalarca radyodan ses gelmesini beklerdik.
Süheyla teyze ve Suzan ablaların evlerinin arkasında tek katlı evde, Ethem veya Ekrem isminde bir ağabey otururdu. Uçurtmacı ağabey derdik. Çünkü çok iyi uçurtma yapardı. İşte ben uçurtmayı ilk onda tanıdım. Çimento torbasının kâğıdıyla yaptığı devasa uçurtmayı karşımızdaki boş arsada havaya salacağı an, büyüklü küçüklü tüm mahalle başında toplanır, uçurtmanın kalkışını merakla beklerdik. Saldığı uçurtmayı ancak akşam indirebilirdi. Çünkü uçurtmayı kayboluncaya dek bırakırdı.
Ne hayaller kurardım, uçurtmayı seyrederken. Uçurtmanın üzerinde gökte süzülmek ve onunla yere inmek. Uçurtmanın gökteki yerinde ayrı bir şehir olduğunu düşler, oraya da inilebileceğini düşünürdüm. Bir nevi, uçurtma ile ‘Gökşehre yolculuk’ yaşama isteği idi bendeki.…
Ekrem ağabey, sonradan bizlere de uçurtma yapmayı öğretti. İlk yaptığım uçurtmayı, fazla salamadım ip kopar kaçar diye, Çünkü bir keresinde Ekrem amcanın uçurtması kopmuş ve ‘Gökşehir’de değil’ Kadiköy’de bulmuştu.
Zamanla, uçurtmanın piri olduk. Öyle ki, rakip uçurtmalarla kavgalarımız başladı. Onların uçurtmalarını düşürmek için adeta savaşırdık da. Kendi uçurtmalarımızın kuyruğuna jilet bağlar, rakip uçurtmaların iplerini kesmek vazgeçilmez tutkumuz olmuştu.
Uçurtma tarlamız olan, Gündoğdu sokağının solundaki o boş arsa şimdinin beton tarlasına dönüşmüş. Burası; futbol maçlarına da sahne olurdu. Samsun 19 Mayıs Lisesi öğrencisi kuzenim Nafiz ağabey, kurduğu mahalle takımının kalesine bazen beni koyardı. Yıl 1963. Kireçtepe mahallesi ile maç aldı. Ben yine kaledeyim. Seyircisi de çok. Futbol tutkunuyum ya, kabul ettirmek için, gelen gelmeyen tüm toplar için kendimi yerden yere atıyorum. Örselenmedik yerim kalmadı. Beş yüz kez deklanşöre basınca bir iki tane iyi kare(görüntü) yakalarsın ya, ben de biri iki güzel top çıkarmışım. Anlayacağınız, o atlayışlarının bazıları iyi kurtarışlar olmuş ki, maç sonrası beni beğenen sarışın biri geldi yanımıza. Meğer Samsun Galatasaray yöneticisiymiş. Beni beğendiğini, ileride gençler grubuna alabileceğini söyledi. Ne kadar sevinmiştim. Bu öneri Galatasaraylı oluşumun miladi idi belki de.
Alladdın Turna amcanın oğlu Hikmet, yeğeni Hasan oturduğumuz evden arkadaşlarımızdı(Allattın amca, iki yıl önce sevdiklerinden ayrılmış. Sevgili Hikmet’in ayrılığına dayanamadığı için. Bu beni gerçekten, sevgili Annemin, Babamın ve ağabeyimin bizlerden ayrılışı kadar üzdü).
Evimizin önünden inen, ‘denize koşut’ tek yol olan Gündoğdu sokağı üzerinde, ‘aşağıya doğru’ Suzan ablaların evini izleyen evler mahalle arkadaşlarımızın oturduğu evlerdi. Yani her evde en az bir arkadaşımız bulunurdu. Kalabalık sayılmazdı arkadaşlarımız, çünkü evin sayası 3’ü geçmezdi. Sırasıyla; Adanalı Ademlerin evi, göçmen(muacır derdik) sarı Ünalların evi bulunurdu. Ünalların evi tek katlı bahçe içinde idi. Onların arkasında İhsanların benzer evi vardı. Ve İhsanların evinden sonra, yerleşik romanların baraka evleri…
Romanların, tümü müzisyendi. Asla dilenmezlerdi. Çoğu pavyonlarda çalar, zaman-zaman da at arabalarıyla düğünlere giderlerdi. Bizler, karşı arsaya saldıkları atlarını kovalar binmeye çalışırdık. Oturduğumuz evin yukarısında, önünde dut ağacı olan Marangoz atölyesi vardı. Doğu yakasından Aziziye caddesi inerdi. Mustafa Kemal İlkokulu’na buradan giderdim. Okulun eski adı İsmet Paşa İlkokulu idi. Okulun doğu yakası, Aziziye caddesine, Kuzeyi Hakkı bey sokağına, güneyi İsmet Paşa caddesine bakardı. Hakkı bey sokağının(SSK hastanelerine giden yol) köşesinde akrabamız Kemal Yılmaz Ağabeylerin evi vardı. Dedesi İlyas Amca bizi Mustafa Kemal İlkokulu’na yazdırmıştı. Kemal ağabeyin babası Mustafa amca ve İlyas dede evin altındaki bakkalı işletirdi. Öğretmenim Ekrem Göçmendi. Anımsadığım kadarıyla, bahçe içinde Baraka okul da vardı. Sınıf arkadaşlarım Aysel Horoz, Nedret Bayraktar ve Mustafa Batur idi. Diğerlerin isimlerini anımsamıyorum, çünkü bu okulda 2 yıl kaldım ve sonra Rıza Nur İlkokulu’na geçiş yaptım. Şişko Naci da bizim okuldaydı ve Kemal ağabeyin arkadaşı idi. Okulun tam önünde çektirdiğimiz Yavru Kurt İzci resmimi hala saklarım. Yıllar sonra vekil öğretmen olarak M. Kemal İlkokulu’nda görev aldığımda, Öğretmenim Ekrem Göçmen öğretmen arkadaşım oldu. Okul Müdürü, yine uzaktan akrabam olan Tahsin Bilgin idi. Amcamın oğlu Rahmi Çorbacı’nin dayısı. İsmet Paşa caddesi ve Aziziye caddesi arasında da Romanlar otururdu. Tümü de, mahallemizdeki Romanların akrabaları idi ve müzisyendiler. Buradakiler de Müzisyenlik ve atarabası ile taşımacılığın yanında kalaycılık yaparlardı. Sabahın, ilk ders saatlerinde işe çıkan kalaycıların; ‘kalaycı vaaaar, kalaaaycı geldi’ nidaları bir anda dersimizi bölerdi. Kalaycılarda, erkek körük ve diğer malzemeleri taşır, kadın ise mahalleliye seslenirdi.
Evimiz Aziziye caddesi ve Rasathaneye inen Gündoğdu sokağının oluşturduğu ada içinde idi. Aziziye caddesi direkt denize, Gündoğdu sokağı ise, Rasathane’de soluklanarak, bir kolunu batıdaki Bokludere’ye, diğer kolunu, kuzeye uzatır ve kısa bir soluklanmadan sonra, genişler ve Rasathane caddesi olarak direkt denize inerdi. Kuzeye inen, Samsun’un “Şimdilerde kalmayan” denize dik inen o güzelim sokaklardan ikisi idi ve sokağın başından baktığınızda, denizin maviliğini görürdünüz. Bu sokaklar, adeta Samsun’a ‘cennettin izdüşümü’ özelliğini kazandıran güzelliklerdi, yoklar artık; hepsinin önünde devasa yapılar dikilmiş, deniz ile insanların ilişkisini kesmiş.
Öğleye yakın saatlerde, evimizin bu sokağından ‘türkülerle’, deli Rafet yuvarlanırdı. Saldırgandı. Eğer kızdırsanız, acımasız bir şekilde taş atar, Arnavut kaldırımından seken taşlar, bizlerden çok camları yakalardı. Bu nedenle, mahalleli, Deli Rafet’ten çok bizleri kollardı, kızdırmayalım diye. Ardından, hafif kırık, ince ruhlu Cinperi inerdi. Cinperi inmeye başlayınca, bazı genç kızlar da camlara inerdi. Çünkü Cinperi fal bakardı. Kızı, kadını, hatta bazen erkeği Cinperi’yi dört gözle beklerdi. 25 Kuruş alırdı. O’nu kızdırmazdık, çünkü bizleri çok severdi. Kibar, narin ve ince bir kırılgandı.
Eşeğin iki yanındaki küfelere Kızılcık ve de sebze yüklemiş köylüler Gündoğdu sokağının bir başka renkleriydi. Evine dönüş saatlerinde barakalarda oturan Roman Naneci geçerdi. Siyah takım elbiseli, beyaz balıkçı kazaklı yakışıklı bu adamın adı Naci idi ve biz çocuklar dört gözle beklerdik. Gazete kağıdı değil, bembeyaz kağıttan minik hunilerin içinde minik nane şekeri satardı ve 10 kuruş veren her çocuğa ismi üzerinden maniler okurdu. Naci mahallemizde en çok sevdiğimiz insandı. Akşamın karanlığında, başına geçirdiği kasketiyle, çiftlikteki meyhanelere koşardı. Günbatımında, Gündoğdu sokağında dönüşler başlardı. Sabahın ışıkları günü aydınlatmadan, kaçak kömür ve odun indiren kağnıların gıcırtıları yeni bir günün habercileri idi.
Evimizin o anlı şanlı neşeli Gündoğdu sokağının direk indiği Rasathane; Türkiye’nin sayılı rasathanelerinden idi. Tek olan Apartmanına ve apartmanın altındaki Bakkalına, fırınına ve hemen karşısındaki camisine ve de denize dik inen caddesine adını vermişti. Şimdi, o her şeye adını veren Rasathanenin ve bahçesindeki rüzgârın yönünü belirleyen ‘Rüzgâr Gülleri’nin yerinde yeller esiyor.
Rasathane fırını, benim gözdemdi. O fırından çıkmış simit ve de baston ekmeğin kokusu ve de Pazar günleri sevgili babamın yaptırdığı Samsun kapalı pidesinin kokusu…ah o kokusu, ah!!!…Sahi ne oldu o kokulara, ne oldu kentin sevdalı kokularına??? Rasathane apartmanının altındaki Rasathane Bakkalı ve Rasathane fırını aynı ailenindi. Epilepsi hastası, devamlı tebessüm eden, yapılı çocukları kasket kafasında, sürekli fırının önünde ayakta dururdu.
Gündoğdu sokağı o yıllarda Samsun'un en tepesindeki sokaktı; arkasında sadece SSK hastanesi vardı sonradan arka taraf mahalleleşmeye başladı, çok sonraları da TED koleji inşa edildi ve İlyasköy ve çevresi şenlendi. Tüm sokaklar bu sokağa T yapardı, çünkü bütün sokaklar ‘dediğim gibi’ buradan dik olarak denize inerdi, denize koşut Çiftlik caddesini aşarak.
Çarşambalı İbrahim’in büyüyüp apartman olmuş evinin önünde dikilmiş, Rasathane anılarım film şeridi gibi aklımdan geçiriyorum ve tekrar Kılıçdede mahallesi Mert sokağındaki 11 no’lu evin olduğu yere ve 1964’lere dönüyorum. Çarşambalı ev sahibimizin Dikbıyık’taki köy evine giderken ilk kez trene binişimdeki korkularım aklıma düşüyor. Neydi o, adeta birbirine bağlı evler? İşte o evler yürüyordu ve ben korkuyordum ve şimdi ise tebessüm ediyorum.
Çarşambalı İbrahim’in evinin ilk zemin katında oturduk. 2 yıl sonra geniş balkonlu birinci kata geçtik. Dediğim gibi balkon evin girişi idi ve doğu cephesini boydan boya kaplayan ‘İspanyolca veranda’, ‘İtalyanca Teras’ denen geniş bir balkonu vardı. Sevgili Annem Emine Çorbacıoğlu’nun sevgili komşuları hiç yalnız bırakmazlardı. Çok güzel yemek yapardı ve özellikle yeni evlilerin can dostu idi, çünkü onlara yemek yapmasını öğretirdi; ille de Ahmet Taka amcanın eşi Tenzile teyzeye…Üst katta inşaat kontrolörü çolak Mustafa amca ve Emine teyzeler otururdu. Kızlarının adı Makbule, oğullarının adı Turan ve Kamuran(Coni idi).
Hamdi Paşa sokağının girişinde apartman, bir tütün tüccarının evi idi. Ve Samsun’un sayılı yüksek yapılarındandı. Pazarlı Davut’un huysuz ve yobaz babasının kapıcılığını yaptığı bu apartmanda, ‘Radar’da’ görevli Amerikalılar otururdu. Evimizin hemen arkasında da, Amerikalıların, yatay ve uzun tek katlı açık yeşil yapı Amerikalıların lokalleri idi. Yukarı mahallelerden gelen çocuklarla birlikte, Amerikalıların bulunduğu bu yapıların önü akşam saatlerinde ve tatil günlerinde çığlık sesleriyle yankılanırdı. Çünkü Amerikalıların çocukları balkondan mahalleli çocuklara sakız atarlardı. Bu nedenle mahalleli bebeler sürekli ‘Coni sakız, Coni sakız’ diye bağırırlardı. Kamuran da…Üstelik Kamuran Amerikalı çocuklar gibi sarışındı ve mahallenin veletleri Kamuran’ı Coni diye çağırırdı. Deyiş, o deyiş; adı Coni kaldı. Coni 6. erkek kardeşimiz gibiydi, çünkü evimizden hiç çıkmazdı.
Amerikalıların kaldığı tütün tüccarının apartmanından sonra en boylu poslu ev bizim evdi. Gördüm ki; bu iki apartman daha da büyümüş, etrafındaki iki ve tek katlı tüm evler de büyümüş, fakat; DDY’larında çalışan Karslı ateşçi amcanın Mert sokağındaki çıplak yüzeyli tuğlalı evi ve Tek katlı bahçe duvarlarıyla çevrili Halukların evleri, adeta çocukluğumuzun anılarını taşırcasına hiç büyümeyerek günümüze dek gelmişlerdi ve de günümüz beton tarlasında çalı gibi duruyorlardı. Tütün tüccarının evi bile büyümek adına yapsatçılara teslim olmasına karşın, bunlar direnmiş ve teslim olmamışlardı. Hamdi Paşa sokağında ne Oflu Mustafaların, Muhammetlerin, ne Alaeddin Çalışkanların, Recailerin ne de Mert sokağındaki Aydın-Metin kardeşlerin, Faytoncu Bahri amcanın, titiz Bahriye teyzenin evi vardı artık. Yerlerini çok katlı beton yığınlarına bırakıp, geçmişin iç burkan hüzünlü anılarına konuşlanmışlardı hepsi.
Mert sokağı, Hamdi Paşa sokağı ve 56’lar çevresindeki çocukluk arkadaşlarımı aradım, sordum; Muhtarların bilebileceğini söylediler. Kılıçdede muhtarı ile de görüşmeli idim, fakat zamanım olmadı. Bahçelievler muhtarı Hamdi Paşa sokağın girişinde olduğu için o’na selam verdim. Muhtarın adı Yakup Koca, Trabzon kökenli, 1970’lerden beri buralarda fotoğrafçılık yapıyormuş. Kendisine özellikle Bayburtlu Aydın ve Metin kardeşleri sordum; babalarının Cumhuriyet meydanının yakınındaki eski Samsun surlarının kalıntısı ‘Bedesten’de eski elbiseler satan dükkanı var dedim, Faytoncu’nun oğlu Ulvi’yi dedim, Recai ve diğerlerini dedim, bir şey demedi, çünkü kimseyi anımsıyamadı. Bir tek Pazarlı Nermin ve kuzeni Alâeddin Çalışkanı tanıdı. Alâeddin’in halası ve Nermin’in teyzesi Suzan’ı tanıdı. Alaeddin’in babası Osman amca soğuk demirci idi. Sevgili Alaeddin bizden birkaç yaş büyüktü. Çok şık giyinirdi. Alaeddin mali müşavirmiş ve trafik kazasında yaşamını yitirmiş. Gerçekten çok üzüldüm.
Yakup Koca, uzun yıllar sonra buraya geldiğimi anladı. Çünkü; “40 yıl sonra arkadaşlarla 19 Mayıs Lisesi’nde buluşacağız” dediğimde; bildiğini, Nihat’ın da bunun için geldiğini söyledi. Nihat bizim Murat Tıkıroğlu’nun küçük kardeşi. Kardeşim Hüseyin Çorbacıoğlu’nun Lise’den arkadaşı. Muratların kökeni de benim gibi Arhavi. Evleri Yakup Koca’ya çok yakınmış. Tamam ben de bunun için geldim Murat benden 2 saat önce Samsun’a inmiş olmalı. Yakup Koca’ya Nazım amca, Murat ve Nihat’ın geleceğini birkaç gün önceden söylemiş. Nazım Tıkıroğlu, Murat ve Nihat’in babası. Samsun fuarının açılışında büyük katkısı olmuştu ve ayni zamanda fuarın ilk müdürlerindendi.19 Mayıs Lisesi Aile Birliğinin de Başkanlığını yaptı...Murat beni Ortaokuldan beri arkadaşım.
Mert ve Hamdi Paşa sokaklarını ve 56’lar çevresini, dahası çocukluğumun sokaklarını anılarımın eşliğinde hüzünlü-hüzünlü dolanmayı sürdürüyorum. O, çocukluk arkadaşlarımın hiçbirinin çığlığını duyamıyorum. O, çocukluğumun tek katlı bahçeli evlerini, sokaklarını ve alabildiğine geniş çayırlarını göremiyorum. O, misket(cicili), çelik çomak ve de Amen(köşe kapmaca) oynadığımız onlar(Aydın, Metin, Ali Riza, Ali Osman Biberoğlu, Muhammet, Müftü’nun oğlu Mustafa, Ulvi) neredeler şimdi? Bilmem belki de Amen oyunundan dönmemişlerdir.
“Amen Oyunu” uzun mesafeli kaçma kovalama kuralına bağlı köşe kapmaca, dahası kaleyi ele geçirme oyunu idi ve beşerli gruplarla oynanırdı. Köşe(kale) de elektrik direkleri olurdu. Kaçan ve kovalayan grup belli olunca, kovalayacak grup bizi görmeyecek şekilde gözlerini kapar ve direğe sarılır, 30’a kadar sayım yapılarak uzaklaşma süresi tanırdı. Ve süre bitince ‘Sağım solum, önüm arkam söbe, kaçmayan ebe” diyerek, kaçanlar uyarılır ve dayanıklılığa, zekâya, strateji ve taktiğe bağlı kaçma-kovalama başlardı. Kaleye bir bekleyen veya iki kişi bırakılır, diğerleri dağılarak kaçan beş kişiyi, nereye doğru kaçtıkları açık arazide göründüğü(sokak aralarına, evlere saklanmak yasaktı) için dağılarak kovalardı. En iyi koşucu ben, Ali Osman Biberoğlu ve Ali Riza idi, bunun için üçümüzün de aynı ekipte olmasına izin verilmezdi. İyi koşucuların ikisi aynı takımda ise, birine kale bekletilirdi. Kovalamaca saatler, hatta bazen akşam karanlığın dek sürdüğü olurdu. Koşuya dayalı saklambaç oyunu, doğrusu oyunla bütün atletizm çalışması idi adeta.
Samsun’da Kentleşme Politikaları;
Kusura bakmayın, anılarımla olguyu, ‘duygulandırarak’ sübjektif çizgiye taşıdım.
Şimdi Samsun’umuzun kentsel geçmişi ve geleceğine ‘duyguya yer vermeksizin’ mantıksal değinerek objektif bir bakış getirmek istiyorum:
Bir süre sonra, Lise caddesine ulaşmak için caddeye inerek 56’lara doğru yürümeye başladım. Daha zamanım var, Necile Gündüz Çokay’ın ofisinde saat 12’ye doğru buluşacağız.
56’lara varmazdan, sağdaki Dr. Kenan Yıldız’ın, solda kalaycının 2 katlı evlerinin olduğu yerlerde yeller esmiyordu, çünkü devasa apartmanlardan dolayı, yel esecek alan bulamıyordu.
Bir söylentiye göre; doğu yakasındaki mahallelerin Oflu kalaycısı, 2 katlı evi milli piyangodan çıkan para ile yapmıştı. Seyyar iken, evinin altına açtığı dükkânla ‘artık ben size değil siz bana geleceksiniz’ dercesine yerleşik kalaycı düzenine geçmişti.
Kalaycılar, mahallerin yürüyen ‘seyyar’ sanayicileri idi adeta. Bu seyyar sanayiciler genelde Romanlar olurdu, fakat bu yakada kalaycı Oflu idi. Kapları kalaylamak için önce küçük bir çukur açarlar, o çukuru kömürle doldururlardı. Bir tarafına da körüğün ağzı bağlanır, kalaycı yere oturur sağ ayağı sürekli körüğü körükler, sol ayağını hafif “L” yaptırır, elinde demirden maşa ateşte ısıttığı kabı, demir maşayla kavrayıp önüne koyar, kirli bakır kabı nişadırla iyici temizler ve ardından kalay çubuklarıyla kalaylardı. Kışın seyretmek iyi idi, fakat yazın o sıcağında çekilmiyordu.
Roman Kalaycıların çoğunda bağıran kadın olurdu. Arkasında erkek sırtındaki körükle gelirdi. Bizim Of’lu kalaycı kendi bağırır, körüğünü kendi taşırdı.
Mahallemizde yükselen sesler, mahallemizin renkleri idi. “Kalaycı, geldi, hanı, kalaycıııı”, “Bohçacı geldi, hanım, bohçacıııı”, “Aniya gevrek simiiiiiit(Günümüze dek kendini koruyan tek ses olan simitçi sesinde, asla simit sözcüğünü duyamazsınız; ancak, yırtık ve cırtlak ritimlerinden simitçi olduğunu anlarsınız. Yanı sesini hala geliştiremeyen simitçiler, anlaşılmaz sesleriyle anlaşılan tek seyyar satıcılardır.)”
Geceleri kaçak kömür ve odun indiren kağnı sesleri, odun kesicilerin sesleri, omzunda halka halinde uzun tel ile dolaşan lağımcı sesi, mahallenin hanımlarını pencereye döken ve yazmalarıyla(yaşmak) göz yaşlarını sildiren destancıların sesi( Özellikle 1961’deki kayıp kız 8 yaşındaki Ayla Özakar’ın destanı yıllarca ağlattı mahallelileri) ve mahallelerin siyah takım elbiseli bembeyaz boğazlı kazağıyla, elinde küçük hasır tabakta dizili, bembeyaz mini külahlarda nane satan ve her alan çocuğa İsmine göre mani okuyan Roman yakışıklısı Naci’nin beyefendi sessizliği yoktu artık.
Naci amca; zaman-zaman keten helva sattığı da olurdu. Çocukları sevindirmek için, bazı keten helvaların altına 5 kuruş koyardı. Çiftlikte kasketli haliyle meyhanelerde gözükürdü. Mahalle aralarında çok şık gezmesi o’nu şehir efsanesi yapmış ve hakkında doğruluğu şüphe götüren; Samsun’daki Amerikalılar için bilgi toplayan Ajan olduğu söylemlerine neden olmuştur. Bilmem belki de onlar hakkında bilgi toplayan istihbaratçı.
Tüm bu seslerin yanında, elbette ki; şam tatlıcıların, sirkecilerin, yoğuuuurtçuların, hamsicilerin-Balıkçıların, mısırcıların, falcıların ve dondurmacıların seslerine de rastlamadım. Evet, onlar da gitmişlerdi gizem ötesine…Şişe Naci, Amigo Naci, şarapçı Abdi(Orta Okuldan ağabeyimizdi. Bir ayağı aksardı. Çok zeki ve bilgili idi ve bizleri ders çalıştırırdı. Annesi ve babasını kaybedince kendisini de kaybetti. Kuzenim Sezai Çorbacıoğlu; Rasathane çevresinde isyan edercesine bağıra-bağıra vefat ettiğini söyledi), Deli Gürbüz, Deli Rafet, Deli metin, İspirtocu Gogo ve biraz kırık olan ve mahalleli kadınların fal baktırdığı, mahalleli biz veletlerin takıldığı falcı Cinperi de gitmişti…
56’ların o güzelim bahçeli kısa boylu evleri de tümüyle göçmüştü, dahası göçertmişlerdi. Onların yerine uzun boylu evler gelmişti. Elbette ki 56’lar ekmek fırını ve o sevecen Rizeli kardeşler Şemsi ve Servet Saroğlu amcalar ile onların yaygınlaştırdığı Ramazan pidesi ve kapalı pide ve de ekmek kokusu, Samsun kentleşme rüzgarına karışıp gitmişlerdi.
Yolumun üstünde, sol omzumda ürkekçe yükselen bir zamanların, DSİ mensuplarının görkemli ‘Su Apartmanı’ yeni apartmanlar arasında görkemini yitirmiş, sessizce geleceğini düşünüyor gibiydi. Samsun’un ilk dolmuşçusu Koreli’nin korna sesini duymak istiyorum, fakat ulaşım politikalarının karayolu ağırlıklı projeler sonrası pıtrak gibi biten karınca çokluğundaki yeni binek araçlarının gürültüsü buna izin vermiyor.
Gürültüler arasında DSİ 7. Bölge Müdürlüğü’nün önüne geldim. Gelir gelmez de sevgili babam Nihat Çorbacıoğlu’nun çok sevdiği Samsun DSİ 7. Bölge Müdürü Hasan Uğurlu amcayı anımsadım. 1971-81’de Samsun İli Ayvacık ilçesi Yeşil ırmak üzerinde inşa edilen su tutucu HES’in yapım sürecinde(Baraj. İşte buna değil, dereler üzerindeki HES’ciklere, yani Küçük Ölçekli Hidro Elektrik Santrallerine/KÖHES’e karşıyız) trafik kazası geçirerek, eşi Suat Uğurlu ile sevdiklerinden ayrılınca(1971) ailece çok üzülmüştük. Hasan amca, GES-İŞ Bölge başkanı ve bir dönem TİP İl sekreteri babamı çok severdi, çünkü işçileri çok severdi. Bu nedenle cenazesine, TİP İl başkanlığı yapmış Dr.Sulhi Kutucu ve rahatsız olmalarına karşın GES-İŞ Genel Başkanı Osman Soğukpinar amca ile TÜRK-İŞ Başkanı Seyfi amca(Demirsoy) da katılmıştı. Hasan amcanın adı sonradan baraja verildi. Hemen 18 km aşağısındaki baraja da(1975-82) sevgili eşi Suat Uğurlu’nun adı verildi.
Samsun Hasan ve Suat Uğurlu barajlarının öyküsü böyle. DSİ önünde anılarımı izlerken, Cemal amca, İnşaat mühendisi Selahattin Feyiz amca, babamdan sonra GES-İŞ Başkanı olan Kavaklı Sami Özdemir, Makine Mühendisi Saim Çakmak, Ahmet Taka amcalar yanımdan geçip gittiler.
DSİ 7. Bölge’nin karşısındaki Erkek Sanat Okulunun o güzelim doğa harikası çam ağaçları, büyük oranda çay bahçesine dönüştürülmüş. Kahroldum. 1946-47 öğretim döneminde Okul Müdürü Remzi Dönen ve öğretmenleriyle öğrenciler tarafından dikilmiş(Bu öğrencilerden biri de, Ankara’dan tanıştığım Trabzonlu Baran Özcan). Hayatta kalan çamlar, İlkadım Belediyesi öncülüğünde Kültür ve Tabiat varlıkları koruma kurulunca koruma altına alınmış(09/04/1996).
Erkek Sanat Okulu’nun bitişiğinde Ticaret Lisesi, onun bitişiğinde de Kız Enstitüsü, bunların da tam karşısında, en az Kumluk kadar değerli Koren Bahçesi…Evet “Koren” bahçesi diyorum, fakat burada da yerinde yeller esemiyor, çünkü Koren duvarı yıkılmış, içeri girenler burayı adeta beton bahçesine dönüştürmüşler ve rüzgara yer bırakmamışlar(Yazının 3. Bölümü, 19 Mayıs 2012 sonrası yayınlanacak).
ŞEVKET ÇORBACIOĞLU
GEZ-GÖR-YAZ
evesbere@mynet.com
GSM:0506 609 00 32
Yorumlar
Yorum Gönder