MEVLANA’NIN KONYASI AKP’NİN HIZLI TRENİ
"Gel ne olursan ol yine gel" diyor Mevlana, iktidar yağdanlıkları ve de karanlığın yüzleri ise “hızlı tren bizim, siz Kara Treninize binin ” derken, ‘şeb-i arus’u da İstanbul’a taşıdılar erken.
Yıllar sonra Konya’ya gittik. (25 yıl). Mevlana’nın kentinden çok, Mevlana’yı ziyaretti amacımız. Doğrusu, felsefesini yerinde okumak adına Konya’da idik; Şeb-i Arus’un yaşandığı 2013’ün 17 Ekiminde ve saat 11.40’da.
Hızlı Tren’in Cafe’sindeki fiyatlar da hızlı; düşünün markette 50 krş’a aldığınız kutu cola 2,5 TL. Bu da Hızlı Tren’in halk için değil de, elit, özellikle kendileri için yarattıkları İslam burjuvazisi için yaptıkları ortaya çıkıyor. Kardeşim, biz o kutu kolayı içemezken, türbanlı gruplar çoluk çocuk Hızlı trenin restaurant’ında besleniyorlar, adeta onların treni.
Bu gezi bütününde, ülkemde iktidarın neden olduğu, ilginçliklerle Konya’yı ve Mevlana’yı ve de yağdanlıklarını anlatmaya çalışacağım:
“Gez dünyayı gör Konya’yı” diyen de var..
Aslında Konya için söylenen çok şey var;
Örneğin; Hanya’yı Konya’yı görmek v.s, v.s…
Girit’in ikinci büyük kenti olan Hanya ile Konya arasında bir mistik bağ vardır. Şöyle ki; Hanya’da 1880 yılında kurulan Mevlevihane, 1904 yılına kadar faaliyetlerini sürdürmüş ve civardaki diğer Mevlevihaneler ile Müslümanlar arasında bir haberleşme merkezi işlevini sürdürmüştür. İşin aslı; Osmanlı’nın yerleştirdiği ilk göçmenler Konyalı Bektaşiler olduğu için iki yöre arasındaki günler süren yolculuk sonrası söylenen ‘ işin aslını görüp aklı başına gelmek’ içeriğindeki ‘ Hanya’yı Konya’yı gördün’ deyimin kökenini oluşturduğu söylenir..
Bir de; 23 Ağustos 2011’de Ulaştırma Bakanı Binalı Yıldırım’ın aklıma düşürdüğü, “Git gel Konya 6 saat” deyimi var. Evet; Ulaştırma Bakanı Yıldırım Ankara - Konya yüksek hızlı tren açılışında "Artık 'git gel Konya 6 saat' nostalji (geçmişin özlemi) oldu, tarihe karıştı" yorumunda bulunmuştu. Belli ki bunun niçin söylendiğini tam bilmiyor. Her ne ise bu deyimi doğru söyledi de doğru kullanamadı. İşin en doğrusu, ne için ve kim tarafından kullanıldığı belli olmayan bir tümce, fakat “ne yaparsan yap, olay budur” içerikli değişmez gerçekliği ifade eden bir deyim olarak da kabul etseniz başınız ağırmaz. Şu da bir gerçek, bu deyime cinsel anlamlar da yükleyenler var, tıpkı Mevlevi felsefesinin evrensel özünü yadsıyıp, dostluklara, arkadaşlıklara cinsellik yüklendiği gibi.
Bu deyim, 2012’de ‘Hızlı Tren’ ile değil, 1960’larda asfalt yol yapıldıktan sonra değişti, çünkü Ankara’da özel otomobilinle en fazla 3, 5 saat sonra Konya’nın merkezinde soluğu alıyorsun.
Konya’ya ilk gidişim, sevgili meslektaşlarım inşaat mühendisleri akrabam Celal Toraman ve Ülkü Can ile, 1987’nin Aralık ortasında ‘ Kent içi raylı sistem malzemesi Travers ihalesi için’ olmuştu. Kışın o zorlu hava koşullarında bile-ki dönüşte Makas mevkiinde, ‘eğer Konya Seyahat bizi kurtarmasa’ donacaktık- 5 saatten fazla sürmemişti, Konya-Ankara arası.
17 Ekim 2013 günü saat 9.30’da ‘Hızlı Tren’ ile Konya’ya hareket ettik. Konya’ya ilk gidişim belirtiğim gibi 1987 gerçekleşti. Benim tam 26 yıl sonra ikinci gidişimdi ve bu 3,5 saatlik yol 2 saate düşmüştü, saatte 250 km/s hızla. Ortalama 180 km hız ile 2 saatte Konya’nın merkezine iniyorsunuz. Bu Ankara-Konya mesafesini, Japonya ve Çin 2 saatte değil, 38 dakikada alıyor. Bu nedenle benim için, AKP’nin Hızlı Treni, Hızlı Tren’den çok, Hızlı otomobil idi.
Adamlar, adeta sahipleniyorlar. Duble yolu ve hızlı tren projelerini kimin parasıyla yaşama geçirdiklerini %25 tabanına söylemiyorlar(%50 değil, taş patlasa %25 oyları var, %50’nin %25’i kesinlikle düşündürücü oy). Bu projelerde kullanılan paralar, 1999 Marmara deprem felaketi sonrası, depreme kalıcı çözüm getirmek için ‘Bülent Ecevit hükümeti zamanında’ halktan toplanan deprem vergileri fonlarıdır. Hızlı tren ve duble yol projesini karşı değilim, karşı oluşum; deprem tehlikelerini önlemek için toplanan paraları siyasi rant adına kullanmalarındandır.
Barolar Birliği Başkanı Pr. Dr. Metin Feyzioğlu ve iki arkadaşının ‘18 Haziran 2013’ yaşadığı olayla bazı ilginç olaylara değineceğim.
Türkiye Barolar Birliği Başkanı Prof. Dr. Metin Feyzioğlu ve arkadaşlara Eskişehir’den hızlı trenle Ankara’ya gidiyorlarmış.
Türbanlı Zahide adında bir bayan, Metin Feyzioğlu telefonda yüksek sesle İngilizce konuştuğu için rahatsız olmuş. (Arapça konuşsa kesin rahatsız olmazdı bayan). Rahatsızlığını iletince de Zahide’ye Barolar Birliği Başkanı hakaret etmiş.
Zahide Ceylan, olay günü sosyal paylaşım sitesine şunları yazmış.. ‘Hızlı trende vatan haini biri. Dış ülkeye yalan bilgi veriyor. Bugün beni de Eskişehir Ankara treninde linç edeceklerdi.’
Belli ki bulaşık biri.. Zahide’nin duruşuna göre, ben şunu anlıyorum; Metin bey ve adamları birkaç kişiyi linç ettikten sonra, Zahide’ye gelinceye kadar yorulmuşlar ve Zahide linçten kurtulmuş.
Zahide için, bulunmaz fırsat . Çünkü, trende siyasi geleceği olan Türkiye Barolar Birliği Başkanı Metin Feyzioğlu var. Metin beyin konuşmasında Gezi parkı eylemleri var. Özellikle Eskişehir’e, “Gezi Halk Hareketi”nde polislerce(ben bunların polis olduğunu zannetmiyorum, bunlar, polis elbiseleri giydirilmiş partiye kayıtlı militanlardır) linç edilen Ali İsmail için gidilmiş. Zahide bunları değerlendirmesin de kim değerlendirsin. Üstelik kendisi, eski AKP milletvekili olan Kalkınma Bakan yardımcısının eşi.
Metin beyin dediğine göre; Trende yabancı gazeteciyle telefonla konuşuyormuş, vagonun epey önünde bir kadın yerinden kalkıp Metin beyin yakınına oturmuş ve dinlemeye başlamış. Biraz sonra birden ayağa fırlayarak; ‘yalan söylüyorsun polisler kimseye zor davranmıyor, bunları söyleyeceksen bizim yaptığımız ‘Hızlı Trene’ değil ‘Kara Treninize binin’ diye bağırmaya başlamış. Metin Feyzioğlu “Kimle ne konuştuğum kimseyi ilgilendirmez” lafının dışında tek bir laf etmemiş. Zahide hanım bağırmayı sürdürmüş. Ardından önlerden bir erkek Metin beye hakaret etmiş. Birileri araya girmişler. Prof. Dr. Metin Feyzioğlu ve arkadaşları bir şeyler döndüğünü hissedince bir istasyon önce, Sincan’da trenden inmişler.’ Trenden iner inmez, Zahide’nin “ Mustafa. hay Allah kaçırdık, indiler…” demesi, olayın en dikkat çekici yanı bence. En sinir bozucu yanı da; Zahide’nin polise şikayet ederken, Metin beyin, yanındaki arkadaşlarının adlarını vermesi. Anlaşılıyor ki, bu bir kurgu..
Ne ilginç ki, Zahide’nin soysal medyada yazdıklarıyla, Metin beyin söyledikleri örtüşüyor.
Zahide’ye bak, ‘Feyzioğlu’nu vatan haini ilan edebiliyor. Amaç, itibarsızlaştırmak. Başörtüsünü siper ederek din düşmanlığı algısı yaratmak.
Zahide yalancısının mumu yatsıya kadar yandı, fakat Zehra yalancısının mumu birkaç yatsıdan sonra söndü.
Zehra’nın yalan öyküsü: Gezi Parkı olayları sırasında eylemcilerin saldırısına uğradığı iddia edilen ve Başbakan Tayyip Erdoğan’ın “Benim başörtülü kızlarıma, başörtülü bacılarıma saldırdılar” dediği Zehra Develioğlu ile ilgili görüntüler ortaya çıktı. Genç kadının herhangi bir saldırıya uğramadığı belirlendi.
AK Partili Bahçelievler Belediye Başkanı Osman Develioğlu’nun gelini Zehra Develioğlu, (25) 1 Haziran 2013’te Kabataş’ta eşini beklerken bebeğiyle birlikte saldırıya uğradığını iddia etmiş ve şunları söylemişti: “Ne olduğunu anlayamadığım bir anda üzerleri çıplak, elleri deri eldivenli, başlarında tuhaf bantlı 70-100 kadar adamın ortasında kaldım. Bebek arabam elimden gitti. Bir kadın ‘Ne geldiyse bu ülkenin başına bunların başörtüsü üzerinden geldi vurun şuna’ deyince, bir adam arkamdan tekme tokat vurmaya başladı. Bir taraftan ‘Bu üllkenin gerçek sahibi biziz anladınız mı ulan’ diye bağırıyorlar, bir taraftan tekmeliyorlardı. ‘Kutsal başörtüymüş, görün bakalım kutsalı size neler yapacağız’ diyerek aklınızın bile almayacağı şekilde küfrettiler, vurdular, vurdular. Kendimi kaybettim. Kendime geldiğimde üzerim idrar kokuyordu. Kalktım bebeğimi bulmaya çalıştım.” diyen Develioğlu’nun yanından bazı eylemcilerin geçtiği ancak saldırının gerçekleşmediği görüldü.
Zehra Develioğlu’nun saldırıya uğradığını söylediği ana ilişkin görüntüler dün Kanal D haber’de yayınlandı. Türkiye’nin gündemine oturan ve günlerce konuşulan olayla ilgili görüntüler 1 Haziran 2013’e ait. Polis raporuna göre Develioğlu saat 19.42’de güvenlik kamerasının görüş açısına giriyor. Elinde bebek arabası, arabada da bebeği var. Genç kadın Kabataş tramvay durağının karşısındaki kaldırıma geçiyor ve eşini bekliyor. Saat 19.43’te, yanından 8-10 kişilik bir grup geçiyor. Çevrede de olağandışı hiç bir hareketlilik gözlenmiyor. Saat 19.48’de 10-15 kişilik başka bir grup geliyor ve Develioğlu’nun yanında 30 saniye kadar duraklıyor. Polise göre burada söz dalaşından dolayı bir hareketlilik oluyor. Grup 19.50’de oradan uzaklaşıyor. Çevrede yine bir olağanüstülük gözlenmiyor. Kabataş iskelesinin güvenlik görevlileri de normal işlerine devam ediyor. Yaklaşık 10 dakika bekleyen Develioğlu’nun saat 19.58’de eşi geliyor ve bir dakika sonra ikisi birlikte yolun karşısına geçiyorlar ve kameranın görüş açısından çıkıyorlar.
Polis, günlerce bu iddiayı soruşturdu. 73 ayrı kameranın görüntülerini inceledi. Bölgedeki büfecilerin, taksicilerin ifadeleri alındı. Baz istasyonlarından alan taraması yapıldı, o zaman diliminde orada bulunan herkes tespit edildi ve ifadeye çağırıldı. Bu kişilerden bazıları teşhis için Develioğlu’na gösterildi. İfadesinde ayrıntılı eşkal veren Develioğlu, şüphelileri teşhis edemedi. Genç kadın daha sonra Adli Tıp Şube Müdürlüğü’nden rapor almıştı. Raporda, bacaklarının iç kısmında, kısa sürede geçebilecek 5 adet morluk olduğu belirtilmişti.
İktidar erkine yakın türbanlı bazı bayanlar, bunu duruşlarını tutku haline getirdi. Anımsayın; İstanbul Fatih'te maddi hasarlı kaza yapan türbanlı Avukat Nurcan Yanardağ'ın cipinin muayene ve trafik sigortası olmadığı gerekçesiyle 18 Ağustos 2009’da ceza kesen trafik polislerine, "Ben Kadir Topbaş'ın basın danışmanının eşiyim. Bana ceza kesemezsiniz. Aksi taktirde konu başka yerlere intikal eder" dediğinin iddia edildiğini.
Rüstem Paşa geni mi taşıyor birileri?! Yalancının yalancıları: Rcep T ayip Erdoğan: “Benim başörtülü kızlarıma, başörtülü bacılarıma saldırdılar” dedi.
Elif Çakır; Zehra Develioğlu’yla ile ilk röportajı yapan Star Gazetesi’nden Elif Çakır görüntüleri kendisinin de izlediğini iddia ederek yaşanan saldırıyı doğrulamıştı.
Balçiçek İlter; Dayak yediği ve taciz edildiği öne sürülen Develioğlu ile röportaj yaparak ‘morlukları gördüm’ diyen Balçiçek İlter, Twitter’dan özür dilemesi gerekenin kendisinin değil Zehra olduğunu söyledi.
İsmet Berkan; Olayın ‘vahşiliğini’ doğrulayan bir başka kalem ise gazeteci İsmet Berkan’dı. “Görüntüye bakınca, insanların ne beklediklerini bilmiyorum. Ben de öyle bir kanaat oluşmuştu, taciz olduğuna yönelik o dönemde izlediğim zaman …” dedi.
Sabah gazetesi yazarı Sevilay Yükselir, Habertürk gazetesi yazarı Nihal Bengisu Karaca ve Milliyet gazetesi yazarı Nagehan Alçı da, dayak ve taciz iddialarını sıklıkla kamuoyu gündemine taşıyarak, iddiaların arakasında duran isimlerdi.
Sıra Nagihan ve Rasim ile birlikte benzerlerinin yalan ve iftiralarının deşifre edilmesinde.. Canım bunlar için ne fark eder ki, çıkarlar utanmazdan ‘paralel devlet’in kumpası tüm bunlar’ derler ve işin içinden sıyrılırlar, çünkü arkalarında ‘bir paket makarnaya oyunu satan’ makarnacılar var. Önemli olan gündem oluşturup, halkı oyalamak.
Bunlar benim için önemli değil. Benim için önemli olan; ‘sınırsız ve kuralsız demokrasi avcısı ve her dönem düşüncelerini güçlüden yana kullanan kimlikler. Bu kimliklerin akıllarını başlarına devşirmeleri artık ulusal zorunluluk haline geldi, çünkü bu yalanları ve yalancıları besleyenler, ülkemin bu hale gelmesinde baş sorumlulardır.
Biz, Zahide’den gizli Hızlı Tren’e binerek Mevlana ile bütünleşmiş Konya’ya doğru yol aldık. Dedim ya, benim için Hızlı Tren değil, Hızlı otobüs, onunla Zahide’den habersiz 2 saat 15 dakikaya Konya’ya iniverdik.
Mevlana denince Konya değil, Konya denince Mevlana gelir akla. Belli ki, Mevlana Konya’yı aşmış evrensel bir kimlik haline gelmiş.
İslam ve batı dünyasında tanınmış, Şair ve düşünce adamı Mevlana’nın tam adı; “ Mevlana Celâleddîn-î Belhî Rûmî/Mevlana Celāleddīn Muhammed Rūmī’dir ( O dönemde Anadolu’ya Diyar-ı Rum dendiği için bu ad ile çağrılmış, Anadolu’ya yerleştikten sonra). Mevlana Celāleddīn Muhammed Rūmī 30 Eylül 1207 Belh’de doğmuş, 17 Aralık 1273 Konya’da vefat etmiştir. Tasavvufta Mevlevi yolunun öncüsüdür. Mevlana; kendisinin portresini ve Türbesini ilk defa yaptıran, dahası ortaya çıkaran, ‘Anadolu Selçuklu Devleti sultanı II. Gıyaseddin Keyhüsrev'in en sevdiği karısı’ Prenses Gürcü Hatun ile yakın dosttur.
Mevlana denince, insanlığa evrensel Öğüdü olan şiiri akla gelir:
İster kafir, ister Mecusi,
İster puta tapan ol yine gel, ,
Bizim dergahımız, ümitsizlik dergahı değildir,
Yüz kere tövbeni bozmuş olsan da yine gel...
Şu toprağa sevgiden başka bir tohum ekmeyiz,
Şu tertemiz tarlaya sevgiden başka bir tohum ekmeyiz biz...
Beri gel, beri ! Daha da beri ! Niceye şu yol vuruculuk ?
Madem ki sen bensin, ben de senim, niceye şu senlik benlik...
Ölümümüzden sonra mezarımızı yerde aramayınız!
Bizim mezarımız âriflerin gönüllerindedir.
Mevlânâ; Horosan’ın Belh yöresindeki Vash kasabasında doğmuş(günümüzde Tacikistan sınırları içinde kalıyor). Babası, 'alimlerin sultanı' Muhammed Bahâeddin Veled. Etnik kökeni bilinmiyor. Fars, Tacik veya Türk olduğu söylenir.
Kendisine karşı duyulan büyük saygının belirtisi olarak ‘efendimiz’ anlamına gelen Mevlânâ adı verilmiştir. Mevlânâ, babası Bahaeddin Veled'in ölümünden bir yıl sonra, 1232 yılında Konya’ya gelen Seyyid Burhaneddin’in manevi terbiyesi altına girmiş ve dokuz yıl ona hizmet etmiştir.
Harzemşahlar ve hükümdarları; Bahaeddin Veled'in halk üzerindeki etkisinden her zaman tedirgin olmuşlardır; insanlara çok iyi davranır, onlara anlayabilecekleri yorumlar getirir, fakat derslerinde kesinlikle felsefe tartıştırmazdı.
Söylenceye göre, Bahaeddin Veled ile Harezmşahlar hükümdarı Alaeddin Muhammed Tekiş (ya da Tokiş) arasında geçen bir olaydan sonra Bahaeddin Veled ülkesini terk eder. Bahaeddin Veled bir gün dersinde, felsefeye ve felsefecilere şiddetle çatmış, onları İslâm dininde var olmayan “Bid’atlerle” uğraşmakla suçlamıştı. Muhammet Tekiş’in çok sevdiği ve saydığı ünlü felsefeci Fahrettin Razi buna çok kızdı. Razi kendisini çok seven Tekiş’e, B.Veled’i şikayet etti. Bu nedenle, Konya Selçuklu sultanı Alaeddin Keykubat , Bahaeddin Veled'i ve Celâleddîn'i Konya’ya yerleşmeye razı etti.
Bid'at (Arapça), kelime itibariyle sonradan ortaya çıkan şey, yenilik olup, İslam hukukuna göre örneksiz bir şey yapmak, yepyeni bir iş ortaya koymak, genel kanaate aykırı davranışta bulunmak ve daha önce benzeri olmayan bir şeyi icat etmek gibi anlamlara gelir.
Anlayacağınız, ‘Bid’at, kısaca yenilik demektir. Fakat; Hz. Muhammed’in sözlerine(sünnetine) Kur'ân'ın açık hükümlerine, son peygamberimiz Muhammedi tanıyanların (Ashap), sahabeleri görmüş olanların (Tabiin) ve tüm elde olan verileri zorlayarak bir konunun doğrusunu bulmaya çalışanların (müctehitlerin) genel görüşlerine tamamen aykırı olarak ortaya çıkan hal, davranış ve işler demektir. Dine uygun bid'atlara şu örnek verilebilir; Minare, tesbih ve benzerlerini dine uygun bid’at olarak görebilirsin, fakat felsefeyi içeren konuları asla bidat değildir, dinin içeriğine karşıt şeylerdir onlar.
Yaygın olan kanaate göre; bid'atların asıl doğuş sebebi, toplumlardaki kültür değişmeleridir. Dinde bu değişimleri, içeriğine uygun olmasını istemektedir. Belli ki Felsefe bu nedenle, İlahiyet fakültelerinde AKP iktidarınca kaldırılmak istenmiştir( Anımsatma: Yükseköğretim Kurulu (YÖK) 15 Ağustos 2013’te felsefe derslerinin kaldırılması ve fakültelerin isminin değiştirilmesi yönünde bir karar almıştı. Bu kararın akademik camiada tartışmalara sebep olmasının ardından YÖK Genel Kurulu, ilahiyat fakültelerinin isim ve müfredatına ilişkin Genel Kurul kararlarının yürürlükten kaldırılmasına karar verdi).
Diyebilir miyiz? “Mevlana da felsefeyi kaldırırdı, okullarda, çünkü görüyoruz ki; Bahaeddin Veled, felsefeye ve felsefecilere karşı duruş sergileyerek onları İslâm dininde var olmayan “Bid’atlerle” uğraşmakla suçladığı için, ayni Mevlana günümüzde de İlahiyat fakültelerindeki felsefe dersleriyle uğraşırdı.” Ben diyemem, çünkü Mevlana gizemsel felsefesini ve tasavvufunu çözmem gerekir, o da olası değil çünkü araştırmaya ayıracak zamana gereksinim var.
Şu soruyu sormak isterim; “İlahiyat Fakültelerindeki felsefe derslerinin kaldırılmasını isteyenlerin esin kaynağı Mevlana diyebilir miyiz?” Asla diyemeyiz, çünkü bunlarla Mevlana arasında asla örtüşen bir taraf görmek olası değildir. Doğrusu, Mevlan dinden geçinen biri değildir, onun derin tasavvuf duruşu; Rabbi’ne, sevgiliye kavuşmaktır, Hakka yürümektir.
Biliyorsunuz; YÖK Genel Kurulu'nda İlahiyat Fakülteleri'nde "felsefe" derslerini kaldırmanın yanında, fakültelerin adları da değiştirilmişti, İlahiyat Fakülteleri'nin adı "İslami İlimler Fakültesi" olmuştu.
Genel Kurulda kabul edilen müfredat değişikliğinde, mevcut müfredattan felsefe ve felsefi içerikli derslerin yanı sıra, adında tarih bulunan dersler ile sanat ve musiki dersleri de kaldırılmış, Fıkıh, Tefsir, Hadis gibi Temel İslam Bilimleri derslerinin saatleri ise artırılarak, Felsefe Tarihi (I-II), Felsefeye Giriş, Tefsir Tarihi, Hadis Tarihi, Kelam Tarihi, İslam Mezhepleri Tarihi, İslam Medeniyeti Tarihi, Türk İslam Sanatları Tarihi gibi dersler müfredattan çıkarılarak, bilimi ve evrensel ilkelerini dışlamaları karşısında akademik camia tartışmaya başlamıştı.
Çünkü; ilahiyat eğitiminde bilim, kapı dışarı edilmiş, mezhepçi bir bakış getirilmişti. Öyle ki, Prof. Dr. Hayri Kırbaşoğlu’nun dediği gibi; “Osmanlı medreselerinde bile olmayan 18 saat Kuran dersi konmuştur, eğitim kalitesi yerlerdedir. 28 Şubat’ta böyle baskı görmedik biz. Hiç bilim adamlarına sormadan bunları yaptılar, amaçlarının ne olduğunu bilmiyorum.” YÖK Üyesi Prof. Dr. Durmuş Günay ise; “İlahiyat Fakülteleri sadece İslam inanç ve ibadet öğretimi veya saf dini ilimlerin eğitimi ile kendisini sınırlandıramaz.
Evrenin niçin yaratıldığı, varoluşumuzun anlamı gibi temel varlık sorularının cevaplarını 'Din' ve 'Felsefe' vermektedir. İslam filozoflarının felsefe ile değil hikmet ile meşgul olduklarını ileri sürmektedirler. Oysa hikmetsiz felsefe ol(a)maz. Felsefe bir anlamda, hikmetin akılla birleşmesidir, akılla kavranmasıdır. Bunun adı, Akademik özgürlük değil, irtica özgürlüğüdür, Felsefe grubu derslerini İslami bilimleri her yönüyle öğreten akademik bir kurum kapatılmaktadır. Bilimsel düşünce İslam felsefesi ile çakışmakta idi. ve Felsefe onlara göre öğrencilerin kafalarının karıştırmakta idi. Bu duruşlarıyla, önemli sayıda bilim insanı ve din adamı tarafından İslam eğitiminde 500 yıl önceye dönülmüştür. Darbe senaryoları yazanlar, el üstünde tuttukları 12 Eylül darbesinin ürünü YÖK ile, Cumhuriyet’ete darbe üstüne darbe yapmaktadırlar.”
Hiç zaman kaybedilmedi ve Diyarbakır’da 57 sivil toplum örgütü ’Özgürlüklerin önü açılsın’ sloganıyla, okullarda okutulan ’andımızın kaldırılmasını istedi. Memur-Sen Diyarbakır Şube Başkanı Yunus Memiş, "1930’lu yılların totaliter ve faşizan uygulamaların ürünü olan bu ucube uygulamaya bir önce son verilmedir" dedi. O meczup, ucube” derken, alanda yüzleri gözleri gözükmeyen kara çarşaflı kızlar dolduruyordu. (13. 9.2013).
Yoğun eleştiri ve baskı sonrası YÖK kararından vazgeçti. Böylesi duruşlarıyla; Mevlana’dan esinlendikleri izlenimi yaratanlar, Mevlana’nın hakka yürüdüğü an olarak düşündüğü düğün gecesini(Şeb-i Arus)’u İstanbul’a taşımakla meşguller; adamların işi gücü dinden geçinerek siyasi rant sağlamak.
Bu taşıma bana göre resmen tarih hırsızlığıdır. Bir başka söylemle; tarihi değer, değersizler tarafından düşlerindeki başkent İstanbul’a taşınmıştır. Şeb-i Arus(düğün gecesi), Mevlana Celaleddin-i Rumi, bu geceyi Rabbi’ne, sevgiliye kavuşma gecesi(Hakka yürüdüğü an) olarak düşündüğü düğün gecesi(Şeb-i Arus) olarak adlandırır.
Tayip bey, her şeye yaptığını Mevlana değerlerine de yapmış, siyasi ve ekonomik ranta eklemlendirmiştir. Evet; Mevlana etkinliği olan ‘Düğün Gecesi(Şeb-i Arus) etkinliklerini İstanbul’a taşıtmış ve konuşmasını 17 Aralık 2013’te orada yapmıştır. Buna, tarih benliği değil, Tayip benliği denir. Bu benlik ülkeyi abat değil berbat ediyor ve makarnacılar hala bu Tayip’e oy veriyorlar.
Mevlana’yı tanımlayanlar: Mevlana’nın; Sultan Veled ve Peygamberimiz gibi; en karmaşık ve en derin anlamları anlaşılır basit dille sunma sanatına sahip olmanın yanında, bir olguya basit örneklerle en derin anlamlar verme sırrına sahip olduğu söylenir.
İnsanların tercihini kimse ilgilendirmez, fakat insanlarımız nedense Mevlana ile Şems de böyleymiş" demekten kendilerini alamazlar, onların Allah aşkını barındıran, hoşgörülü ilişkilerini akla getirmezler ve de "Yaradılanı severiz yaradan dan ötürü" diyebilen Mevlana’ya kara çalarlar.
Mevlana ve dostları arasında gizemli, gizemli olduğu kadar kuşkulu yalnız ilişkiler vardır. Örneğin Mevlana’nın yaşamıyla ilgili şöyle bir tarihi not düşülmüş: Mevlana’nın seçkin müritlerinden Selahaddin Zerkub’un hücresine (medresedeki odası) gittiler ve halvet (iki kişilik kesin bir yalnızlık) oldular. Bu halvet süresi hayli uzun oldu ki kaynaklar 40 gün ile 6 aydan söz eder. Süre ne olursa olsun, Mevlana’nın yaşamında bu sırada büyük bir değişme oldu ve yepyeni bir kişilik, yepyeni bir görünüm ortaya çıktı. Mevlana artık vaazlarını, derslerini, görevlerini, zorunluluklarını, kısaca her davranışı, her eylemi terk etmişti. Her gün okuduğu kitapları bir yana bırakmış, dostlarını, müritlerini aramaz olmuştu. Konya'nın hemen her kesiminde, bu yeni duruma karşı bir itiraz, bir isyan havası esiyordu. Kimdi bu gelen derviş? Ne istiyordu? Mevlana ile hayranları arasına nasıl girmiş, ona bütün görevlerini nasıl unutturmuştu. Şikayetler, ayıplamalar o dereceye vardı ki, bazıları Tebrizli Şems'i ölümle bile tehtit ettiler. Olaylar böyle üzücü bir görünüm kazanınca, bir gün canı çok sıkılan Tebrizli Şems, Mevlana’ya Kur’an’dan bir ayet okudu. Ayet,İşte bu, sen ile ben'in arasındaki ayrılıktır. (Kehf suresi , 78. ayet) anlamına geliyordu. Bu ayrılık gerçekleşti ve Tebrizli Şems bir gece habersizce Konya'yı terk etti. (1245). Tebrizli Şems'in gidişinden son derece etkilenen Mevlana kimseyi görmek istememiş, kimseyi kabul etmemiş, yemeden içmeden kesilmiş, sema meclislerinden, dost toplantılarından büsbütün ayağını çekmişti. Özlem ve aşk dolu gazeller söylüyor, gidebileceği her yere gönderdiği ulaklar aracılığıyla Tebrizli Şems'i aratıyordu. Müritlerin bazıları pişmanlık duyup Mevlana’dan özür dilerken, bazıları da Tebrizli Şems'e büsbütün kızıp kinlenmekteydiler. Sonunda onun Şam'da olduğu öğrenildi. Sultan Veled ve yirmi kadar arkadaşı Tebrizli Şems'i alıp getirmek üzere acele Şam'a gittiler. Mevlânâ'nın geri dönmesi için yanıp yakardığı gazelleri ona sundular. Tebrizli Şems, Sultan Veled'in(Mevlana’nın oğlu) ricalarını kırmadı. Konya'ya dönünce kısa süreli bir barış yaşandı; aleyhinde olanlar gelip özür dilediler. Ama Mevlana ile Tebrizli Şems gene eski düzenlerini sürdürdüler. Ancak bu durum pek fazla uzun sürmedi. Dervişler, Mevlana 'yı Tebrizli Şems'ten uzak tutmaya çalışıyorlardı. Halk da Mevlana’ya Tebrizli Şems geldikten sonra ders ve vaaz vermeyi bıraktığı, sema ve raksa başladığı, fıkıh bilginlerine özgü kıyafetini değiştirip Hint alacası renginde bir hırka ve bal rengi bir külah giydiği için kızıyordu.
Tebrizli Şems'e karşı birleşenler arasında bu kez Mevlana’nın ikinci oğlu Alaeddin Çelebi 'de vardı.
Sonunda sabrı tükenen Tebrizli Şems "bu sefer öyle bir gideceğim ki, nerde olduğumu kimse bilmeyecek" deyip, 1247 yılında bir gün ortadan kayboldu (ama Eflaki, onun kaybolmadığını, aralarında Mevlânâ'nın oğlu Alaeddin'in de bulunduğu bir grup tarafından öldürüldüğünü ileri sürer).
Sultan Veled'in deyişine göre Mevlana adeta deliye dönmüştü; ama sonunda onun gene geleceğinden umudunu keserek yeniden derslerine ve eski duruma döner.
Hz. Mevlana ve Şems tarafından paylaşılan yalnızlıklarında içinde bulundukları tasavvuf yolunda mânevî hallere dalması sebebiyle kendisini ve çevresinde olanları unutmaları( istiğrak) endişe ve kuşkular yaratmıştır. Bu dönemde Mevlana, Şems-i Tebrizi ile kendi benliğini özdeşleştirme deneyimini yaşıyordu (bu, bazı gazellerin taç beyitinde kendi adını kullanması gerekirken, Şems'in adını kullanmasından da anlaşılmaktadır).
Aynı zamanda Mevlana kendine en yakın hemhal olarak (aynı hali paylaşan dost) Selahattin Zerküb'u seçmişti. Şems'in yokluk acısını onunla özdeşleştirdiği Selahattin Zerküb ile gideriyordu. Selahattin, erdemli ama okuması yazması olmayan bir kuyumcuydu. Aradan geçen kısa bir zaman içerisinde müritler de Şems yerine Selahattin'i hedef edindiler. Ne var ki Mevlâna ve Selahattin kendilerine karşı duyulan tepkiye aldırmadılar. Selahattin'in kızı "Fatma Hatun" ile Sultan Veled evlendirildi.
Mevlana ile Selahattin on yıl süreyle bir arada bulundular. Selahattin'i öldürme girişimleri oldu ve bir gün Selahattin'in Mevlana’dan "bu vücut zindanından kurtulmak için izin istediği" rivâyeti yayıldı; üç gün sonra da Selahattin öldü (Aralık 1258). Selahattin cenazesinin ağlayarak değil, neyler ve kudümler çalınarak, sevinç ve şevk içinde kaldırılmasını vasiyet etmişti.
Selahattin'in ölümünden sonra, yerini Hüsamettin Çelebi aldı. Beraberlikleri Mevlana’nın ölümüne kadar on yıl sürdü.
İnsanların tercihini kimse ilgilendirmez , fakat insanlarımız nedense Mevlana ile Şems de, Selaattin Zerkub de, Hüsamettin Çelebi de böyleymiş" demekten kendilerini alamazlar, onların Allah aşkını barındıran, hoşgörülü ilişkilerini, benliklerin özdeşleştirme içinde olduklarını akla getirmezler ve de "Yaradılanı severiz yaradandan ötürü" diyebilen Mevlana’ya kara çalarlar.
Konya güzel kent. Güzelliği alabildiğine sonsuzluk izlenimi veren gizemli ovasından çok, Mevlana kültürünün harmanlandığı Osmanlı ve Selçuklu kültür yapıtlarından ve de doğasından alıyor.
Sağ düşünselliğini egemenliği bu 2 kültür egemenliğinden geliyor, fakat en fazla içki tüketilen bir kent. Bunu içkinin Anadoluya dağıtım merkezi olmasına bağlayanlar yanlış söylüyorlar. Yobaz Osmanlı kültüründen çok Osmanlı Selçuklu Mevlanalığından geliyor…
17 Ekim 2013 günü saat 11.40’ta Konya Meram’a inmiştik Hızlı Tren’den. Saat 11:50; yavaş-yavaş Meram’dan, Mevlana’ya yürüyoruz, gezine-gezine. Anıt caddesinden Atatürk Anıtına geldik. Ziraat Abidesiyle iç içe: 1915-29 Ekim 1926 yılları arasında tamamlanan ve Viyana /Avusturya’da Heinrich Krıppel tarafından yapılan Anıt; 6.50m yüksekliğinde mermer kaide ve 2.80m yüksekliğinde bronz Atatürk figüründen oluşmaktadır. Belediye Başkanı Kazim Gürel öncülüğünde gerçekleştirilmiş. Bilindiği gibi, Cumhuriyetimizin kurucusu Atatürk’ümüzün ikinci heykeli; bilindiği gibi ilk heykeli İstanbul Sarayburnu’nda Gülhane Parkına konuşlandırılmıştı.
Bir öyküsü var Ziraat Abidesinin: “Mimar Merhum Muzaffer Bey Konya’nın bir ziraat memleketi olması nedeniyle bunu sembolize eden kağnı, buğday, başak demetleri ve birkaç köylü bulunan abide kompozisyonu hazırlayıp istasyon yolu üzerine inşa ettirmeyi planlamıştır. Planının devrin resmi makamlarına sunar. Plan ve teklif beğenilir. Derhal inşasına geçilir(1915). Bir hayli de inşası ilerler. Fakat birinci cihan savaşı patlak verince bazı maddi ve manevi nedenlerle inşa durdurulur. Üzeri kalın saçlarla örtülerek muhafazası sağlanır. Yıl 1924 Belediye Meclisi yarım kalan abidenin tamamlanması ve üzerine de Atatürk'ün heykelinin dikilmesine karar verir. Heykel Heinrich Krippel'e sipariş edilmiştir.”
1889 doğumlu Meram Konya Lisesi, Samsun 19 Mayıs Lisesi mimarisinde yapılmış. Konya Lisesi’nin bu tarihi yapısı korunmuş, fakat Samsun 19 Mayıs Lisesi’nin korunmaması ve o tarihi Samsun 19 Mayıs Lisesi Atatürk Anadolu Lisesi olması beni üzdü.
Saat 12.10 Atatürk Evi Kültür Müzesi’ndeyiz.. Atatürk caddesi ve Konya’nın merkezindeki Zafer Meydanı’nda bulunan ve1912 yılında inşa edilen iki katlı tarihi bina; kesme, moloz taş ve tuğladan yapılmıştır. 1940 yılından 1963 yılına kadar vali konağı olarak kullanılmış.
19 temmuz 1928’de Konyalıların Atatürk’e olan şükranının bir ifadesi olarak kendi adına tescil edilmiş ve tapuya da "Cumhurbaşkanı Gazi Mustafa Kemal Paşa'ya Konyalıların hediyesidir." Yazılmış olan bu bina, 17 aralık 1964 yılında “Atatürk Evi Kültür Müzesi” adıyla ziyarete açılmış.
Atatürk Müzesi, Atatürk'ün doğumunun 100.yılında İl Kutlama Komitesi Başkanlığı'nın talepleri üzerine, Kültür ve Turizm Bakanlığı Eski Eserler ve Müzeler Genel Müdürlüğü'nce restore edilerek, sergileme ve düzenlemesi de yeniden yapılmış ve 17 Nisan 1982 tarihinde "Atatürk Müzesi" olarak ziyarete açılmıştır. Müzenin düzenlenmesinde, yapının ev olarak kullanılma özelliği göz önünde tutulmuş olup, bu nedenle mimari özelliğini bozacak bir değişikliğe gidilmemiştir.
Müzede Kurtuluş Savaşı'nda Konya ve Konyalının yeri belge ve fotoğraflarla anlatılmaya çalışılmıştır. Müzenin alt ve üst salonlarındaki sergilemede pano ve vitrinle bütünlük sağlanmaya çalışılmış, zemin katta Cumhuriyet öncesine ait belge ve fotoğraflarla Atatürk'ün Konya ziyaretleri anlatılmıştır.
Panolarda, Atatürk'ün Konya'ya gelişlerini, şehirde yaptığı ziyaretleri, bu evde tuttuğu günlük notları gösteren belgeler, fotoğraflar ve gazete kupürleri sergilenmektedir. Vitrinlerde ise Atatürk'e ait bazı elbiseler ile bu evde kullandığı muhtelif eşyalar teşhir edilmektedir.
Atatürk'ün Konya'ya ilk gelişi 03.08.1920 tarihine rastlar: Konya ve çevresinde Kuva-i Milliye'ye karşı bazı olumsuz davranışların meydana gelmekte olduğunu öğrenen Atatürk, Konyalılarla görüşmek ve halkı aydınlatmak üzere, 03.08.1920 günü sabah saat 6 da trenle Afyon üzerinden Konya'ya gelmiştir. Yanında Milli Savunma Bakanı Fevzi (Çakmak), Genelkurmay Başkanı Şemseddin, 12. Kolordu Komutanı Fahreddin (Altay) da vardır.
İlk Konya Hadisesi'nde tutuklanmış olanların afları konusunda ısrarlı dilekler yapılmıştı. Atatürk, Türkiye Büyük Millet Meclisi İkinci Başkanı ve Adliye Bakanı Celaleddin Arif Bey'e bir telgraf göndermiş: “Konya’nın durumunu memnuniyet verici buldum. Halk aydınlatılmış, kötü niyetli kişilerin sözlerine aldananlar, şimdi hatalarını anlamış, doğru yola gelmişlerdir” diyerek, Meclisin bir gün sonraki toplantısında aflarının çıkarılmasını, kendisi Konya’dan ayrılmadan sonucun bildirilmesini istemiştir.
Ertesi, 04.08.1920 günü sabahı hastaneyi ve Liseyi ziyaret eden Atatürk, öğleden sonra Hükümet Alanı’na yerleştirilen kürsüye çakarak binlerce Konyalıya seslenmiştir. Sık sık alkışlarla kesilen Millet, Kuva-i Milliye ile hem fikirdir” diyerek konuşmasını bitirdi.
Atatürk ertesi günü 05.08.1920 sabahı, Çukurovalıların düzenlediği Pozantı Kongresinde bulunmak üzere, Konya'dan ayrıldı.
Bu ziyaretten bir kaç gün sonra da, 10.08.1920 günü, Osmanlı İmparatorluğu "Sevr Anlaşması" nı imzalamasa Atatürk7ün duruşunun ne denli gerekli ve doğru olduğunun göstergesidir.
Atatürk'ün Konya'yı 2. ziyareti – 01/04.04.1922
Büyük Taarruzdan önce, Konya, Milli Mücadelenin bir ikmal merkezi olmuştur. Garp Cephesinin yiyecek, giyim - kuşam, silah, cephane, canlı hayvan gibi her türlü ihtiyacını Konya bölgesinden sağlayarak gönüllü alayları ile birlikte cepheye gönderiyorlardı.
Atatürk bu durumu bir kere de yerinde görmek üzere Garp Cephesi Komutanı İsmet (İnönü) Paşa ile birlikte 01.04.1922 günü Afyon/Çay kasabası üzerinden önce Konya/Ilgın’a gelerek buradaki Süvari Kolordusunu denetlemişler, geçit töreninden sonra Konya'ya hareket etmişlerdi. İsmet Paşa da Akşehir’deki Karargahına dönmüştü.
Akşama doğru Konya'ya gelen Atatürk, halkın arasına karışmış, İstasyondan şehre doğru yürüyerek, sonradan kendisine hediye edilen ve şimdi de Atatürk Müzesi olan Vali Konağına geldiler. Atatürk geceyi bu konakta geçirdi.
Ertesi 02.04.1922 günü; Belediyeyi, Hastaneyi ziyaret eden Atatürk, ordunun nal ihtiyacını karşılayan Konya Nalbant Okulundaki diploma töreninde bir konuşma yaptı. Atatürk, öğleden sonra Mevlana Dergahı’nda çelebi ve dervişlerle görüştü. Mevlana Türbesini ziyaret etti.
Atatürk'ün Konya'yı 3. ziyareti – 24/25.07.1922
Çok gizli tutulan Büyük Taarruz günleri yakındı ve Atatürk, Garp Cephesi Karargahının bulunduğu Akşehir’le ilişkileri arttırmıştı.
Bir ara, 23.07.1922 de yine Akşehir'deydi. Mustafa Kemal Paşa, 27.07.1922 günü, taarruza hazırlanma emrini verdi.
06.08.1922 günü; Batı Cephesi komutanı İsmet (İnönü) Paşa, ordulara gizli olarak "Taarruza Hazırlık" emri verdi.
Aynı gün, Atatürk Ankara'ya gitmek üzere Akşehir'den ayrıldı.
Atatürk'ün Konya'yı 4. ziyareti – 19/24.08.1922
Genelkurmay Karargâhı 13.08.1922 günü Ankara'dan Batı Cephesi'ne hareket etti. Mustafa Kemal Paşa da, 17.08.1922 günü Ankara'dan ayrılarak,Tuzgölü üzerinden otomobille gizlice 19.08.1922 günü Konya'ya geldi.
20.08.1922 günü Konya'dan Akşehir’e hareket etti. Akşehir’de Büyük Taarruz'un 26.08.1922 sabahı yapılmasını kararlaştırdı. 24.08.1922 günü, Şuhut'a geçti.
Atatürk'ün Konya'ya Geliş Ve Ayrılış Tarihleri:
- 1) 03.08.1920 - 05.08.1920 -
- 2) 01.04.1922 - 04.04.1922 -
- 3) 24.07.1922 - 25.07.1922 -
- 4) 19.08.1922 - 20.08.1922 -
- 5) 20.03.1923 - 23.03.1923 -
- 6) 03.01.1925 - 13.01.1925 -
- 7) 17.10.1925 - 19.10.1925-
- 8) 18.05.1926 - 19.05.1926 -
- 9) 18.02.1931 - 01.03.1931 -
- 10) 25.01.1933 - 25.01.1933 -
- 11) 06.02.1934 - 06.02.1934 -
- 12) 07.01.1937 - 07.01.1937 -
- 13) 20.11.1937 - 20.11.1937
Saat 13.00’te, Karatay’daki Alaattin Tepesindeyiz.. 450x359 metre boyunda ve 20 metre yüksekliğinde bir Höyük..Tepedeki yerleşim MÖ 3000’lerde Erken Tunç Çağında başlamış. Hitit, Frig, Lidya, Helenistik, Roma, Bizans, Selçuklu ve Osmanlı dönemlerine de ev sahipliği yapmış, günümüz mesire yeri, şimdi Çorbacıoğlu ailesine ev sahipliği yapıyor.
Tepenin Frigler dönemindeki antik adı, eski Yunancada ‘Kaoania’ olarak okunan ‘Kawania’ idi. Önce Hititlere, Hitit Krallığı MÖ 1190’da yıkılınca Friglere, Friglerin ardından Lidyalılara, Lidyalılar MÖ 547’’de Ahamenis İmparatorlğu’na ev sahipliği yaptı ve Kapadokya Satraplığına (eyalet) bağlı bir kent haline geldi. Bu dönemde kentin adını, ses benzerliğinden ötürü Yunancada "tasvir" anlamına gelen "İkonion"a bıraktığı tahmin edilmektedir; şimdiki Konya olsa gerek. 11, yüzyılın sonlarında Anadol Selçuklu Devleti’nin başkenti oldu. 3. Haçlı seferinde, Kutsal Roma Germen İmparatoru Friedrich Barbarossa ele geçirdiysede(1190), Selçuklular tekrar geri aldı. Daha sonra Osmanlı İmparatorluğu ve ardından TC sınırları içerisinde kaldı.
Alaeddin Tepesi’nin en önemli yapıları, tepenin kuzeyindeki; adını Selçuklu sultanı I.Amaeddin Kelkubad’tan alan Alaeddin Cami (1220) ve II.Kılıç Arslan’ın yaptırdığı kümbetleridir. (anıtmezar).
Saat; 13.33’te Mevlana Müzesindeyiz..
Mevlana Müzesi: Önceleri Mevlana’nın dergâhı olan yapı kompleksinde 1926 yılından beri faaliyet gösteren ve ‘Yeşil Kubbe(Kubbe-i Hadra)’ denilen ve de "Mevlana Türbesi" olarak da anılan müzedir. Mevlana Müzesi, denilen türbe dört fil ayağı (kalın sütun) üzerine Mimar Tebrizli Bedrettin'e yaptırılmıştır. İlginç olan; Bu tarihten sonra inşaî faaliyetler hiç bitmemiş 19. yüzyılın sonuna kadar yapılan eklemelerle devam etmiştir. Osmanlı sultanlarının bir kısmının Mevlevi tarikatından olması Türbe'ye özel bir önem verilmesini ve iyi korunmasını sağlamış.
Müze alanı 6.500 m² iken, Gül Bahçesi olarak düzenlenen bölümlerle birlikte 18.000 m²ye ulaşmıştır. Topkapı Sarayı Müzesi’nden ve Ayasofya’dan sonra en çok ziyaret edilen üçüncü müzedir.
Mevlâna Dergâhı'nın yeri, Selçuklu Sarayı'nın Gül Bahçesi iken, Sultan Alâeddin Keykubad tarafından Mevlâna'nın babası Sultânü'l-Ulemâ Bâhaeddin Veled'e hediye edildiği savlanır. Sultânü'l-Ulemâ vefat edince türbedeki bugünkü yerine defnedilmiştir. Bu defin gül bahçesine yapılan ilk defindir. Ölümünden sonra kendisini sevenler Mevlâna'ya müracaat ederek babasının mezarının üzerine bir türbe yaptırmak istediklerini söylemişlerse de Mevlâna "Gök kubbeden daha iyi türbe mi olur" diyerek bu isteği reddetmiştir. Fakat kendisi vefat edince Mevlâna'nın oğlu Sultan Veled Mevlâna'nın mezarı üzerine türbe yaptırmak isteyenlerin isteklerini kabul etmiştir. Müzenin avlusuna "Dervîşân Kapısı" ndan girilir. Avlunun kuzey ve batı yönü boyunca derviş hücreleri yer almaktadır. Güney yönü, matbah(müridin dergahta ilk sınav verdiği yer) ve Hürrem Paşa Türbesi'nden sonra, Üçler Mezarlığı'na açılan Hâmûşân (Susmuşlar) Kapısı ile son bulur. Avlunun doğusunda ise Sinan Paşa, Fatma Hatun ve Hasan Paşa türbeleri yanında semahane ve mescit bölümleri ile Mevlâna ve aile fertlerinin mezarlarının da içerisinde bulunduğu ana bina yer alır. Avluya Yavuz Sultan Selim'in 1512 yılında yaptırdığı üzeri kapalı şadırvan ile "Şeb-i Arûs" havuzu ve avlunun kuzey yönünde yer alan selsebil adı verilen çeşme, ayrı bir renk katmaktadır.
Tilâvet Odası: “Tilâvet Arapça bir kelime olup,Kur'an-ı Kerim'i güzel sesle ve usulüne uygun olarak okuma anlamına gelir. Geçmişte bu oda da Kur'an-ı Kerim okunulduğu için buraya tilâvet odası denmiştir. Halen Hat Dairesi olarak kullanılmaktadır.
Hat Dairesi'nde Mahmud Celaleddin, Mustafa Rakım, Hulusi, Yesarizâde gibi devirlerinin meşhur hattatlarının levhaları yanında, Sultan II. Mahmud'un yazdığı altın kabartma bir levha da yer almaktadır. Gümüş kapı üzerinde teşhir edilmekte olan Yesarizâde Mustafa İzzet Efendi'nin hattı ile yazılmış olan Molla Cami'ye ait Farsça beyitte şöyle denilmektedir.
Kabetü'l-uşşâk bâşed in mekam (Bu makam aşıkların kâbesi oldu). Her ki nakıs amed incâ şod temam (Buraya noksan gelen tamamlanır). Huzûr-ı Pîr (Türbe): “Türbe salonuna Sokullu Mehmet Paşa'nın oğlu Hasan Paşa'nın 1599 yılında yaptırdığı gümüş kapıdan girilir. Burada bulunan iki vitrin içerisinde Mevlâna'nın meşhur eserlerinden Mesnevi'nin, Divân-ı Kebir'in en eski nüshaları sergilenmektedir. Türbe salonunu üç küçük kubbe örter. Üçüncü kubbeye post kubbesi de denilir ve yeşil kubbeye kuzey yönünden bitişiktir.
Türbe salonu doğuda, güneyde ve kuzeyde yüksekçe bir set ile çevrilir. Kuzeyde iki parça halinde yer alan yüksek setlerde 6 Horasan erinin sandukaları yer almaktadır. Horasan erlerinin hemen ayak ucunda ise İlhanlı Hükümdarı Ebû Said Bahadır Han için yapılmış nisan tası sergilenmektedir.
Yine burada yer alan iki levha, Mevlâna'nın felsefesini ve düşünce sistemini açıklaması açısından mühimdir. 1. levha Türkçedir ve şöyledir;
Ya göründüğün gibi ol"(Hz. Mevlâna)
2. levha ise Mevlana'nın Farsça bir rubaisidir. Rubainin Türkçe çevirisi şöyledir;
"Gel, Gel, ne olursan ol, gel!
İster kâfir, ister mecûsî, ister puta tapan ol, gel!
Bizim dergâhımız ümitsizlik dergâhı değildir.
Yüz kerre tövbeni bozmuş olsan da yine gel!(Hz. Mevlâna)”
Türbe salonunu doğuda ve güneyde çevreleyen yüksekçe set üzerinde ise Mevlâna ve babası Bahaeddin Veled'in soyundan gelme, 10'u hanımlara ait olmak üzere 55 adet mezar ile, Hüsameddin Çelebi, Selâhaddin Zerkûbî ve Şeyh Kerimüddin gibi Mevlevîlikte makam sahibi olmuş 10 kişiye ait toplam 65 mezar bulunmaktadır. Hanımlara ait mezarların üzerinde yer alan sandukalara sikke konulmamıştır.
Yeşil kubbenin tam altında Mevlâna'nın ve oğlu Sultan Veled'in mezarları yer almaktadır. Mezarların üzerindeki iki bombeli mermer sandukayı 1565 yılında Kanunî Sultan Süleyman yaptırmıştır. Sandukaların üzerinde yer alan altın sırma tellerle işlenilmiş Pûşîde ise Sultan Abdülhamid II. tarafından 1894 yılında yaptırılmıştır.
Halen Mevlâna'nın babası Bahaeddin Veled'in mezarı üzerinde bulunan ve bazı kişilerin "oğlu gelince babası ayağa kalkmış" dedikleri ahşap sanduka ise, bir Selçuklu şaheseri olup, 1274 yılında Mevlâna için yaptırılmıştır. Kanunî, Mevlana ve oğlu Sultan Veled'in mezarları üzerine 1565 yılında yeni bir mermer sanduka yaptırınca, ahşap sanduka buradan kaldırılmış ve sandukası olmayan Mevlâna'nın babasının mezarının üzerine konulmuştur.”
Semâhâne: “Semâhâne bölümü, mescid bölümü ile birlikte XVI. yüzyılda Kanunî Sultan Süleyman tarafından yaptırılmıştır. Semâhâne'de semâ, 1926 yılında dergâh müze oluncaya kadar devam etmiştir. Semâhâne'de yer alan naat kürsüsü ve müzisyenlerin oturdukları mutrib hücresi ile erkekler ve hanımlara ait mahfiller orijinal halleri ile korunurken, Semâhâne'nin uygun duvarlarında tarihi halılar ve yine vitrinler içerisinde madeni ve ahşap eserlerle Mevlevî musiki aletleri sergilenmektedir.”
Mescid: “Mescide çerağ kapısından girilir. Ayrıca mezarların bulunduğu huzûr- pîr ve semâhâne bölümlerinden de birer küçük kapı ile geçişler vardır. Bu bölümde müezzin mahfili ve mesnevîhân kürsüsü orijinal halleriyle muhafaza edilmektedir.
Mescidin güney duvarı üzerinde çok değerli halı ve ahşap kapı numuneleri sergilenirken, Mescid içerisine serpiştirilen 10 adet vitrinde de çok değerli cilt, hat ve tezhip numuneleri sergilenmektedir.”
Halı Kumaş Bölümü - Derviş Hücreleri: “Mevlâna Dergâhı'nın ön avlusunun batı ve kuzey yönünü çevreleyen, her birinde birer küçük kubbe ve baca bulunan 17 hücre bulunmaktadır. Bu hücreler Padişah III. Murat tarafından 1584 yılında dervişlerin ikameti için yaptırılmıştır.
Bu hücrelerden giriş kapısının sağında kalan dört hücre, halen gişe ve idare binası olarak kullanılmaktadır. Girişin solunda kalan 13 hücrenin baştan iki tanesi postnişîn ve mesnevîhân hücresi olarak, orijinal eşyaları ile teşhir edilmiştir.
En sondaki iki hücre ise değerli kitap koleksiyonlarını müzemize hediye eden Rahmetli Abdülbakî Gölpınarlı ile Dr. Mehmet Önder'in kitaplarına tahsis edilmiştir. Halen kütüphane olarak hizmet vermektedir.
Diğer 9 hücrenin ara duvarları kaldırılarak birbirine bağlı iki büyük koridor elde edilmiştir. Bu koridorlardan birinde ülkemizin Kula, Gördes, Uşak, Kırşehir gibi yörelerine ait tarihi halıları, diğer koridorda ise Konya İli'ne bağlı, Ladik, Karaman, Karapınar, Sille gibi yörelerde dokunmuş tarihi halılar sergilenmektedir.
Bu hücrelerin koridora açılan pencere ve kapı boşluklarına yapılan vitrinlerde ise Mevlevî etnografyasına ait pazarcı maşası, mütteka, nefîr gibi dergâhtan müzeye nakledilen tarihi nitelikteki eşyalarla, müze koleksiyonunda yer alan son derece değerli Bursa kumaşları sergilenmektedir.
Matbah Bölümü: “Matbah müzenin güneybatı köşesinde yer alır. 1584 yılında Sultan III. Murat tarafından yaptırılmıştır. Dergâhın müzeye dönüştürülüğü 1926 yılına kadar yemek ihtiyacı burada karşılanıyordu.
1990 yılında yapılan onarımlardan sonra bu bölümün teşhir ve tanzimi mankenler ile yeniden yapılmıştır. Matbahın asıl işlevi olan yemek pişirme ve somat denilen sofrada yemek yeme adabı mankenlerle anlatılmaya çalışılmıştır. Matbahın diğer işlevlerinden olan Nev-ni-yâz denilen Mevlevî aday adayı saka postu üzerinde otururken, semâ talim çivisi yanında ise semâ dedesinin can tabir edilen Mevlevî derviş adayına semâ talim ettirişi anlatılmaya çalışılmıştır”
Ve dönüş zamanı yaklaştı. Konya’nın yiyecek bağlamında iki şeyi ünlüdür: birincisi; tandırı, ikincisi; etliekmeği, birde Konya gevreği ve galetası….
Önce fırından Konya gevreği ve galetası aldık ve etliekmek için arayışa geçtik. Tandır değil de etliekmek yiyeceğiz, çünkü tandırı sevgili eşim Kadriye Çorbacıoğlu daha leziz yapıyor. Etliekmek anımı anlata-anlata Karatay-Mevlana caddesinde etliekmekçi arıyoruz ve “Deva-2”’yi buluyoruz. Üst kata çıktık, karşıda Selimiye Cami ve Mevlana türbesi tüm görkemiyle duruyor. Hakan Gençoğlu isminde Akşehirli cana yakın bir görevliye ben Bıçakarası, eşim Kadriye Çorbacıoğlu ve kızım Ececan Çorbacıoğlu etli ekmek söylediler. Ayrıca Ankara’ya götürmek için siparişimizi da verdik.
Bıçakarası, bildiğimiz kuşbaşı pide, fakat bunu özellikle özel satır benzeri bıçakla kesiyorlar, bu nedenle bıçakarası deniyor. Etli ekmek bildiğimiz kıymalı pide, fakat leziz mi leziz; hakkını vermemiz gerekiyor.
Yıllar önce (1988) Konya’ya ilk kez gidiyorum, İnşaat mühendisi meslektaşlarım ve yakınlarım Ülkü Can ve Celal Toraman ile. Beni etli ekmek yemeye götürdüler, siparişler verildi bekliyoruz. Etrafımızda insanlar sürekli kıymalı pide yiyorlar. Onları izlerken kendi kendime mırıldanmaya başladım; “Madem Konya’nın etli ekmeği ünlü, bunlar ne diye kıymalı pide yiyorlar”.
Biraz sonra siparişimiz geldi, ben Celal toram ve Ülkü Can’ın tabaklarına bakmadım, kendiminkine baktım kıymalı pide gelmiş garsona hışımla, “Kardeşim ben kıymalı pide söylemedim, etli ekmek söyledim.” Garson anlamsız bir şekilde bakarken, Celal Toraman ve Ülkü Can kahkahayı patlattılar..
Son olarak; fazla da olmasa dikkat çeken Eski Konya evlerini geziyoruz. Bu evler Karatay’da yeni evlerin arasında kalmış ilgi bekleyen çocuk gibi yalnızlar. İçlerinde bazıları çok özgün mimariye sahip, geçmiş yakın Uygarlıkların kültürlerinden harmanlanmış gibiler; altı taş, üstü kerpiç evlerde yazın serin kışın sıcak bir iklimleme mevcut.
Eyvallah Konya, güzelsin ve gizemlisin. tekrar gelebiliriz.
Şevket Çorbacıoğlu
Teknopolitikalar platformu
evesbere@gmail.com
0506 609 00 32
Yorumlar
Yorum Gönder