100 BİN ERMENİ VE TÜRKİYELİLİK Başbakanın: “Benim ülkemde, 170 bin Ermeni var; 70 bini benim vatandaşımdır. Ben yarın, gerekirse bu yüz binine hadi siz de memleketinize diyeceğim; bunu yapacağım” sözünü birileri ‘Ermeni soykırımı’ile örtüştürüp “Yeni bir soykırım söylemi” şeklinde değerlendirebilir. Ayrıca; bu tümceleri Ermeni konusundaki duruş değişimi olarak da algılanabilir…
Dün, Ermeni göçünü (Ar.Tehcir diyorlar), Ermeni soykırımıyla bütünleştirip evrensel demokrasi avcılığı yapmak adına, Ermenilerin “Dağıtıldık (Yun. Diaspora)” savlarını eleştirenleri eleştirirken, böylesi bir söyleme neden gereksinim duyuldu? Elbette ki ABD senatosundan 1 oy farkla geçen, Ermeni savlarını içeren ‘Ermeni soykırım tasarısının bunda etkisi çok.
Fakat Türkiye ile Ermenistan arasındaki normalleşmeyi içeren protokolü "Ermeni açılımı" olarak kamuya açıkladığınızda; açılımın eksiklerinden söz edip batının Ermeni duruşundaki samimiyetsizliği işaret edenlere, 1915 olaylarına ilişkin Ermeni iddialarının Osmanlı'ya yapılmış en büyük haksızlık olduğunu belirtenlere ve de savaşarak Çanakkale'yi geçemeyenler Mondros Ateşkes Anlaşması (30 Ekim 1918) sonrası İstanbul’a girmesiyle (13 kasım 1918) başlayan Kurtuluş Savaşı’nda ihanet etmeyen hiçbir Ermeni’ye dokunulmadığını, vatanına ihanet eden Ermeniler vatanın diğer köşesine gönderildiiğini söyleyenlere; “Yaşanmış olan acı olayları sürekli sıcak tutarsanız, önyargı ve yalan yanlış bilgilerle bir ülkenin dış politikasına rota çizilmez..
Tarihin derinliklerinden bugünlere ulaşan böyle girift bir meseleyi gündelik bir dille, yarım yamalak bilgiyle gündeme taşıyarak hem Türkiye`ye haksızlık ediyor, hem de çözüm sürecine haksızlık ediyorsunuz. ‘Norşin’ kelimesini ‘Potomya’ kelimesini dilinize dolayarak, öyle basit ve ucuz bir muhalefet tarzına başvurarak kendinize de partinize de Türkiye`ye de haksızlık ediyorsunuz….
Alpaslan 1071`de Malazgirt Ovası’nda kazandığı zaferle Anadolu`nun kapılarını açtı ama Ermenice kelime olan ‘Malazgirt’ ismine dokunmadı. Siz Alpaslan`dan daha mı milliyetçisiniz? Rahmetli Ertuğrul Gazi, rahmetli Osman Gazi, ‘Bilecik’ ismine dokunmadı. Siz onlardan daha mı milliyetçisiniz? Gelin, kapınızı kapatmayın..” şeklinde yanıt vereceksin, sonrasında dönüp, yüz bin Ermeni’yi ülkeden kovacağınızı söyleyeceksiniz..
Bunlar yanlış işler; ben asıl, Oral Çalışların oğlu Reşat’ın batıyla bütünleşmiş tek aktör olarak gördüğü Başbakanın, en az yüz kere tekrarladığı şu “Türkiyelilik üst kimliği..” lsözündeki, dahası
“Sen ne mutlu Türküm dersen, o da ne mutlu Kürdüm der.Türklük yerine Türkiyelilik bilinci yerleştirilmelidir” tümcelerindeki “Türkiyelilik” sözcüğü ile ne yapılmak istendiğini düşünenlerdenim. Bu bana sürekli; her an değişecek, belirli bir süre sonra kaldırılacak geçici bir yapıyı, yani eğretiliği çağrıştırmıştır. Bundaki amaç çokkültürlülüğü vurgulamaksa; insan kulağına çokkültürlülük bağlamında bütünleştirici ve stabil gelen Anadolu halkı(ulusu) deyimi kullanılabilir.
Bazı sosyal bilimcilerin; kural gücüne, değerine sahip (normatif) çokkültürlülük anlayışının sakıncalarına katılıyorum. Evet; her ne kadar kendi içinde bütün yetkileri elinde toplayan (Bütüncül) amaç haline dönüşmüş olmasına karşın, Çokkültürlülük etnik/kültürel milliyetçiliğin taşıyıcısı olarak; toplumun, aralarındaki bağlarını iyice gevşeten alt-gruplar toplamına dönüşmesi tehlikesi içerdiği gerçeğini ile karşı-karşıyayız.
Doğru ki, bu olguya karşı çıkan bazı kimlikler; “Son zamanlarda Türkiye'de ulusalcılık, milliyetçilik ve vatandaşlık kavramlarına ilişkin zihinleri karıştıran bir karmaşa, dahası kavram kargaşası yaşanıyor. Soldaki kimi aydınlar, antiemperyalist laik ve Atatürkçü bir anlam yükledikleri ulusalcılığı, anlamdaşı olan milliyetçilikten ayırıyorlar. Oysa ayrılması gereken bu anlamdaş kavramlar değil, milliyetçilikle (ulusalcılık) yurtseverliktir.
Solcu olmak ve emperyalizme karşı durmak için, izolasyona ve faşizme doğru yol alan ulusalcılığa değil, yurtseverliğe sarılmak gerekir.” şeklindeki yaklaşımlarını değiştirerek “entelektüel kaygılarla ulusallık kokan her hareketi, milliyetçilikle suçlayarak karşı çıkma(nın) bir çözüm değil, dolaylı bir statükoculuk” şeklinde değiştirebilmektedirler.
Benim yaklaşımımım; ulusalcılığın çokkültürlülüğe saygı boyutunda insanı ve coğrafyasını sevmek olduğudur. İnsanlar artıyor, artmayan coğrafyalardır. İnsan sayısı artıkça coğrafyayı parçalayarak artırdığını zannedenler coğrafyalarla birlikte insanları da yok eteklerini unutmasın. Bu nedenle herkes insanlarla birlikte coğrafyasını da sevmek zorundadır. Bunun adı da Ulusalcılık, yani yurtseverliktir.
Türkiyelilik sözcüğü yerine Anadoluluk sözcüğü getirmenin daha doğru olduğunu düşünüyorum. Evrensel düşünenlerin temel hedefi; Anadolu halkının, tüm alanlardaki özgürlüğü olmalıdır. Olguyu salt ‘Türklerin Kürtlerle eşit olması mücadelesi’ olarak göremeyiz, olgu, farklı etnik ve kültürel bağlılık içinde tüm Anadolu insanının eşitliği çizgisine taşınmalıdır.
Özdeki amaç; Türk, Laz, Gürcü, Çerkes, Kürt vd olarak bu toplumda ayrışmayı düşünmeyen tüm Anadolu insanının eşit ve birlikte yaşama yurttaşlığı olmalıdır. 'Solda kızıl elma ittifakı, sağda ırkçı pantürkizm' biçiminde saldırganlaşan Türk milliyetçiliğiyle; Kürtlerin Türklerle eşit olma mücadelesi arasında fark olmadığını algılamamız gerekir.
Özellikle siyasi alanda bir tek ilke ya da gerçek bulunmadığını, birçok ilke ve gerçek olduğunu ve bunların bir arada bulunması gerektiğini kabul ediyor isek, yani çoğulculuk ilkesine evet diyor isek-ki evrensel bir gerekliliktir- bunun yerine çokkültürlülük bütününde ‘Türkiyelilik’ kavramını oturtamayız. Çünkü insanın evrensel duruşunu, salt bir etnik kimliğin ve kültürün korunması ilkesine indirgemiş oluruz. Bu durum insanı o ilkenin aracı konumuna dönüştürerek ırkçı temele taşır.
Eğer gerçekten bu süreçte çokkültürlülüğün yerine; evrenin kutsal değeri olan insanı özgürlüğün öznesi haline getirmek istiyorsak, Çokkültürlü birlikter yaşamın harcı/bağlayıcısı ulusalcılığı dikkate almak zorundayız. Ulusalcılık bir bağlamda da; özgün yapıdaki ülkemizi, yani dünyanın en yakışıklı coğrafyasına ve en güzel insanlarına sahip Anadolu’muzu sevmek olan yurtseverliktir.
Etnik-Kültürel milliyetçilik bu yapıya ters düşer. Elbette ki Ulusalcılığın eksikleri vardır. Egemen milliyetçilik dayatmaları bu olgunun başında gelir. Bunu besleyen ve bundan beslenen politikaları devlet politikasından/otoriter gelenekten soyutlamak gerektiğine inanıyorum. Çokkültürlülük kavramı içinde mevcut sosyal ve kültürel bağlamdaki ait olma duygusunu, yani aidiyeti yok etmeme koşuluyla; Türkiye’deki Ulusal birlikterliğin (sentezin) adı Türkiye Türklüğü kavramını ben faydalı acı ilaca benzetirim.
İnsan faydalı dokularını zararlı dokulardan koruması için acı olsa da o ilacı alır. Evet; çokkültürlülük diye tanımladığımız faydalı doku birliğini güçlendirmek için bu ilaca katlanmak gerektiğini düşünüyorum. Bu bir bağlamda evrensel gerekliliktir. Ya da gezegenimizi zehirli örümcek ağı misali sınırlarla örerek kontrolünü eline geçirmeye çalışan küresel efendilerin önünü açmış oluruz. Eğer laz asıllı türküm diyene ‘ya sev ya terk et!’ duruşu gösterirsen, etnik aidiyetin evrenselliğini yok ederek, ‘Türkiyelilik’ duruşunun beslediği ırkçı-etnik milliyetçiliğinle küresel efendilere çanak tutarsın.
Tüm gezegenimizdeki Ulusal söylemlere saygı duymak zorundayız evrensel barış adına. Yarınlarda; “Mars veya Jüpiter asıllı Dünyalıyım” evrensel söyleminin yaşanmayacağını kim söyleyebilir!!??.. Kimse Kusura bakmasın ama; tüm gericilikleri niçin Kemalizm karalamasıyla aklamaya ve ilericiliğe taşımaya çalışıyoruz? Çok mu ilerici olduğumuzdan mı, yoksa gericilerin karanlık ortamında göremediğimizden mi?
Her neyse, konuyu dağıtmayalım: Muhafazakârlık ve gelenekçiliğin sözlük tanımını değiştirmediğimiz sürece her iki sözcükte bana göre eskiye bağlılıktır. Yani devrimci olmayan, yani her türlü toplumsal ve kültürel değişmeye karşı çıkan yenici karşıtı eskici. Kısacası; ilericiliğin karşıtı tutucu.. Bunu biz; ‘Türk toplumu kültürel/sosyal planda gelenekçi, siyasi planda muhafazakâr ‘ diye ayrıştıramayız. Çünkü eş türden (kategorik) iki kavramdır.
Bu nedenle Tutuculuk sağ partilerle, ilericilik de sol partilerle özdeşleşmiştir... Eğer ki ülkemizde dendiği gibi; kendisini muhafazakârlıkla özdeşleştiren (Menderes döneminde başladığı savlanıyor) sağ siyaset geleneği ‘teknik düzeyde’ modernleşmeyi başlattıysa ve özellikle içinde bulunduğumuz dönemde, Türkiye'de 'ilericilikle' özdeşleştirilen CHP ile ilgili ciddi ve yoğun bir muhafazakârlıkla iç içe geçmiş suçlaması yapılmaktadır ve bunu Kemalizm’e bakışıyla gösteriyor denmektedir, peki “CHP statukocu” suçlamasını, yani kendini sorgulamayan bağnaz düşünüş yapısında olduğunu savlamayı siyasi söylemin neresine konuşlandıracağız.
Bu tutuculuğun farklı bir yansıması ise şunu söyleyebiliriz: “İlericilikle tutuculuk yer değiştirmiştir!”. Durum bu ise Kemalizm’e eski tutucu / yeni ilerici kesim sahip çıkmalıdır.Yok böyle bir şey! Aksine meydanlarda bas-bas ‘ben yeni muhafazakar/ tutucuyum’ diye bağırarak Kemalizm düşmanlığı yaptığını görüyoruz.
O halde kendini sorgulamayan bağnaz/statukocu ve tutucu sensin. Bu yapını asla “…. Türklük yerine Türkiyelilik bilinci yerleştirilmelidir” söylemiyle kıramazsın.. Geçmişi 1839' lara dayanan ve 1908'le birlikte bambaşka bir ivme kazanan Türk modernleşmesinin en önemli durağı ve Türk ideolojisinin bir uzantısı olduğu söylenen ve de bu yanıyla gerek sınıfsal gerekse hukuksal düzeyde 'tarihsel ilerici' öze sahip Kemalizm, nasıl oluyor da bir anda tüm geçmişiyle, Fransız veya Rus İhtilalı sonrasında yaşananlara benzer biçimde içe dönük, kendisine kapalı bir siyasal yaklaşım olarak gösterilir?! Kemalizm elbette ki toplumsal ve siyasal bir öğreti değildi.
Bu yönüyle ideoloji kabul etmeyebilirsiniz, ama kişi ve kurumların davranışlarına yön veren düşünselliği nedeniyle ideoloji diyenlere de karşı çıkamazsınız. O’nu dogmalaştıranlar; o’nu anlamayanlar veya anlatmak istemeyenlerdir. Çünkü Kemalizm; doğruluğu sınanmadan, deneylerden geçirilmezden kabul edilen bir olgu değil, emperyal açlara karşı savaşım vermiş evrensel bir eylemlilikti.
Düzenli görüşü ile partilerin doğru diye gösterebileceği ilkeler barındırmasıyla doktrin kabul edenlere de hak vermek gerektiğini düşünüyorum. Hatta bilime, felsefeye, dine ve edebiyata da ışık tutmuş bir düşünsellikti diyenlere de. Çünkü O çağcıl tüm oluşumların ve mazlum ulusların referansıydı. O’nun bütün bu özelliklerini dikkate almayarak, O’nu kendi dışındaki yorumlara kapalı – tutucu kılan, şoven, despot ve bürokrat nitelikler yükleyenler bana göre de Kemalist değillerdir.
Kemalizm’in evrensel kimliğini durağanlaştırıp, siyasi rantlarına eklemlendirenlerdir. “Bu konuda siyasal İslam ve onunla bütünleşmiş kadrolar daha önü açık bir söylemle konuşurken, Kemalizm ve Kemalist kadrolar belirgin bir tepkisellik içinde ve 'değişmeme' çağrısıyla kendilerini ifade ediyor.” dediğimizde şu soruların mantıksal yanıtlarını da vermemiz gerekir.
Birincisi: Uygar çağcıl görünüşler nasıl olur da; ‘Değişmemeyi/statukocu’, uygar ve çağcıl olmayan tesettürlüler ‘Değişimi/ilerici’ savunur gösteririz veya gibi, her konuşmasında ‘Yeni Muhafazakar’ olduğunu söyleyen Başbakanı Reşat Çalışlar’ın deyişiyle ‘batılı olanın başaktörü’ gösteririz. O zaman; İran’da uygar ve çağcıl olmaya çalışan kadın ‘Değişmemeyi’, Ülkemiz’de İranlı kadınlara benzemeye çalışan, daha doğrusu benzetilmeye çalışan kadınlarımıza ‘Değişimi’ temsil eden batılılar diyebilir miyiz?
İkincisi: Değişim kavramı hem soyut, hem somut bir kavram ise, bu kavramın(soyut-somut harmanlamasında) kimyasını bozmakla ne anlatılmaya çalışılıyor? Bir başka bakışla bu kavramı olumlu-olumsuz kullandığımızda hangisi Değişimi temsil etmiş olur? Uygar ve çağcıl giyinen mi, uygar ve çağcıl giyinmeyen mi?
Üçüncüsü: “Hayır!, herkes istediği gibi yaşama özgürlüğüne sahiptir; bu özgürlükçü demokrasinin evrensel ilkesidir” diyorsanız, peki çağcıl ve uygar yaşamın ilkeleri size göre nedir, ne değildir, ne olmalıdır?.... Kısacası halkın anlayacağı dilde söylersek sarıklı cübbeli, çarşaflı vb. karanlık düşünsel görüntüler değişimci görünümler ve ilerici, çağcıl ve uygar düşünsel görünümler gerici ve Muhafazakâr. Pes doğrusu! Huntington un “.. belli bir kesim egemen ideolojinin veya rejimin temellerini tartışmaya başladığında onu ikame edecek yeni yapılar önerdiğinde ve bir önceki ideolojiyi meydana getiren düşünce sistematiğinin zaman içinde yetersizleştiğini kanıtladığında söz konusu yerleşik düşünce muhafazakârlaşmaya başlar..” yaklaşımıyla; günümüzde Kemalizm’in ve onu savunan kendisini onunla özdeşleştiren CHP ve onu tümlediği savlanan ADD’yi özdeşleştirmek, ardından da CHP ve ADD’yi; Muller in “belli bir ideoloji, siyaset veya rejimin içinde yaşanılan entelektüel pozisyonlara doğrudan yanıt üretememesiyle de ilgili bir durumdur” şeklindeki söylemiyle örtüştürmemiz ne kadar doğrudur?
Bu bence kusura bakılmasın çok sığ ve amaçlı bir yaklaşım. Entellektuel’in sözlük anlamı bildiğim kadarıyla kendisi aydınlanmış olduğu için çevresini de aydınlatabilme yeteneğine sahip Aydın kimse demek. Bu çerçevede AKP’nin Entellektuel pozisyonlarına CHP yanıt üretemiyor. Bu yaklaşıma gülünür sadece) Madem İslami düşüncede ilerleme anlayışı ileriye değil geriye dönüşlüdür.
Yani, yönetimde ve onun çevrelediği sosyal bünyede belli yetersizlikler ve sorunlar ortaya çıktığında yapılması gereken şey, geriye dönmek eskiden yaşananları tekrar etmekse ve buna Osmanlı ilerleme düşüncesi diyorsak ve o Osmanlıya bugünlerde dönüş yapmanın çalışmalarına muhafazakarlık/ gelenekçilik adı koyuyorsak ve de AKP kendisini tabanıyla birlikte bununla özdeşleştiriyorsa; bu oluşumu nasıl Entellektuel diye tanımlarız?
Bunların tüm alanlardaki eskiye dönüş projeleri, nasıl olur da olumlu anlamda değişim olarak tanımlanır? Bu yaklaşımlarını çağcıl uygar yaşamla bir tutabilir miyiz? Hele-hele bunu modern muhafazakârlık diye topluma dayatabilir miyiz?
Bunun belirtisi kozmetik tesettürlü yaşamı nasıl olurda demokrasinin evrensel duruşu diye niteleriz? Deniyor ki Kemalist yargılama başlangıç döneminde (1923-1950) bugüne kaynak eski anlayışı kırmış ve gücünü de ilericilik kapasitesini de bu niteliğinden almış. Ama yukarıda belirtildiği gibi baş gösteren yetersizlikler başladığında cevap üretememiş ve bundan dolayı İslami düşünsellikteki gibi ilerleme anlayışı ileriye değil geriye dönüş göstererek, eskiden yaşananları (1923-1950) tekrar etmeye başlamış.
İşin özü: o’ da muhafazakarlaşma sürecine girmiş. En azından kendi asr-ı saadetine (kusursuz dönemine) referansla söylem kurmaya başlamış. Çünkü bu konuda elinde yüklü bir tarih malzemesi varmış. CHP de köklerini buradan aldığı için çağın özgün gelişim ve değişimine ayak uyduracak sol söylemler geliştirememiş…
Ama AKP tüm bunları yapıyormuş. AKP’nin ne yaptığın herkes görüyor. Bunu anlatmaya gerek yok. Türkiye’mizde yeter ki siyaset dışarıdan yönlendirilmesin, CHP’nin neler yapacağını bu halk biliyor bilmesine de, Potansiyel Yeni-muhafazakâr teorisyenlerin desteğindeki şu Küresel efendiler, ah bir ayaklarının altından çekilseler !
ŞEVKET ÇORBACIOĞLU
TEKNOPOLİTİKALAR PLATFORMU
Yorumlar
Yorum Gönder