KILIÇDAROĞLU ÇIKIŞLARI VE SOL
“Sol, ille de CHP öteden beri hiç tartışmıyor kendisini; iktidarın ideolojisine bağımlanarak ideolojisini ötelemiş izlenimi veriyor.”eleştirisi yapanlar son zamanlardaki Kılıçdaroğlu çıkışlarına içten içe alkış tutmaya başladılar..
İşleyen bu süreçte, ne onlar alkışlarıyla net, ne de Kılıçdaroğlu çıkışlarıyla… “Zor zanaat olan siyasetin inceliklerini öğrenen politikacının ‘umut olma adına’ ince-ince iletileri” diyenler de var. Fakat bir grubun umudu mu, yoksa bütünün mu, o da net değil.. Sayın Kılıçdaroğlu son çıkışını genel af konusunda yaptı. Çıkışının hatalı olduğunu görünce, geriye çıkarak beklemeye aldı kendisini, yeni ve bir çıkış için..
Nabza göre şerbet izlenimi veren, bölgelere göre farklılıklar yansıtan söylem şekline sahip. Örneğin Dersim ve karaçarşaf çıkışı.. Bölgelerde tek yanlı dinlediği sorunlar kendisini etkiliyor olabilir; bu nedenle Merkeze döndüğünde söylediklerinin çarpıtıldığından söz ederek duruma açıklık getirmeye çalışıyor, fakat bu ara, ilk söylemini alanlar Üsküdar’ı geçmiş oluyor…
Taş atan çocuklarla ilgili yasal düzenlemeleri ‘Genel af’ ile bütünleştirerek “barış getirmesi durumunda 'genel af'fa destek verilmeli” demesi dışarıya değil, içeriye laf atan siyasetçi konumuna da düşürdü kendisini… Tüm bunlar; CHP karşıtları için iyi bir araç oluyor ve zaman kaybetmeksizin; “CHP'nin ne dediğini anlamakta zorlanıyorum" diyebiliyorlar.. Aslında ben de, Kılıçdaroğlu’nun ne dediğini anlamakta zorlanıyorum.. Siyasette prim yapmaya başlaması, Melih Gökçek ile yaptığı soğukkanlı ve akılcı tartışmalarıyla başladı. İstanbul Büyükşehir Belediye Başkan adayı oldu.
Azımsanmayacak bir oy almasına karşın, azımsanmayacak eleştirilerin kapısını da araladı.. Birilerine gör İstanbul’a değil, Ankara’ya aday gösterilmeliydi, suçlu da ‘birilerinin istediği gibi’ sayın Baykal idi.. Yine de seçimden umutluydu; kaybetmesi karizmasını çizmemiş, fakat performansını düşürmüştü. İşte tam bu noktada, içsel ve de özeleştiri boyutundaki çıkışları başladı.. Durumu düzeltir oldu, gizemli alkışlar giz olmaktan çıkıp sesini duyurmaya başladı ve siyesetçilerin ‘Sit Alanı’ diye tanımladığım gecekondulardaki ev gezmeleri başladı,
İşleyen bu süreç bende İster istemez siyaset sofrasının kurtlarını çağrıştırdı. Siyasetteki kurtlar sofrası çok tehlikelidir; bu sofra yükselişinizin sofrasıdır ve bu sofrada en ufak çizik alırsanız parçalarlar sizi. Benzerini kuzenim Yüksel Çorbacıoğlu’na yapmaya çalıştılar. Kısmen de başarılı oldular....
Siyasetin timsahları sizi öylesine havuzlarına çekerler ki, ancak havuza düştüğünüzde farkına varırsınız. Geriye dönüp beni kim havuza itti sorusunu sormaya kalktığınızda, etrafınızda hiç kimseyi bulamazsınız. Bulamazsınız, çünkü sizi, liderlik moduna sokup, öne atanlar, yani liderinizle karşı-karşıya bırakanlar; yıldırım hızıyla sizden uzaklaşıp, lider etrafında yeni kurtlar dansı hazırlığı için ortam değiştirmişlerdir..
Ülkemde sol sorun, lider olma sorunu haline getirildi. İnsanların sol yanları sancıyor, bu sancının dindirilmesi gerekirken, bireylerin benmerkezci(egosantrik..) sancıları devreye giriyor ve yeni-yeni sol partiler ortaya çıkıyor veya güçlü sol parti içinde parçalanmalar başlıyor.. Sol adına geliştirilmesi gereken politikalar öteleniyor.. Kılıçdaroğlu bu konuda da çıkışta bulundu ‘Türkiye’de sol sorunu var’ diyerek. ‘Lider sorunu var’ der gibi geldi bana…
Fuat Keyman’ın söylediklerini söylemesini isterdim: “CHP’nin dönüşmesi gerekiyor”.. CHP’li Umut Oran’ın, “Sadece solu değil, toplumu kucaklamalıyız” ve Tarhan Erdem’in “yeni bir parti gerekli(Şu rastlantıya bakın ki, söyler söylemez, Meslektaşı ve meslektaşım Ziya Halis yeni bir sol parti kurduğunu duyduk)” söylemleri de benim için pek doyurucu değildi...
Evet, CHP’nin dönüşmesi gerekiyor. Sayın Baykal, önceki yazılarımda değindiğim gibi sürekli bunun savaşı içinde. Fakat projeler savaşı vermesi gerekenler “sağlaşıyor ve sığlaşıyoruz” feryatlarıyla, yıllardır liderlik savaşı veriyorlar.. Tüm bunlar ve değişim sürecine katkı adına 3 yıl önce yazdıklarımı, güncelleştirmeye karar verdim..
Günümüz sol-devrimci duruşu ne olmalıdır? Siyaset bilimcilerimiz genellikle ‘Geleneksel Devrimci Duruş’ ile günümüz ‘Modern Devrimci Duruş’ arasındaki açmazları işlemeye çalışırlar… Aslında, ideolojilerin yozlaştırıldığı süreçte doğru ve zorunlu bir yaklaşım..
Bu bağlamda şu soruları sormak istiyorum: Bilinçlenen ve örgütlenen kitle sosyal kazanımlar boyutunda; yeni talepler ve hamleler yapmak istediği noktada, yani toplumsal mücadelenin ön saflarında iken, sosyal ve siyasal politik mücadeleden uzak tutuluyor veya kendilerini uzak tutuyorlar ise (TMMOB,TURMOB, TTB, Barolar Birliği vb, Sendikalar ve STO’ler) bu yaklaşımı Sol-Devrimci anlayışın hangi sürecine konuşlandırabiliriz!?
Emekçilerin sosyal kazanımlarına karşı duruş, yani TEKEL işçilerine yapılanları; sınıf mücadelesinin ivmesi olarak görebilir miyiz?!? Sınıf mücadelesinin özünde Emekçilerin sosyal politik süreçlerle elde etmesi gereken sosyal kazanımlar savaşı yatmıyor mu? Sınıf savaşını, burjuvazinin sermaye diktasına karşılık, Emeğin proleter diktası şeklinde seyrettirenler karşısında, günümüz devrimci duruşu taraf mıdır, ya da ne olmalı mıdır?
Bana göre günümüz modern Sol-Devrimci duruşu ve söylemi; Kılıçdaroğlu’nun, Oran’ın ve Erdem’in göreceli ve duygusal söyleminden çok farklıdır. Olguyu CHP yapısallığı bütününde ele almak doğru, fakat lider ve kadrosuna karşı açılmış savaş izlenimi veren duruştan çok, solun, günümüz özgünlüğünde genel ve evrensel yapısallığına inen bir duruş sergilenmesi gerektiğini düşünüyorum.
Bu nedenle; Werner Sombart’ın 1906’daki “Neden ABD’de sosyalizm yok” deyişine samimiyet boyutunda bakmak gerek: O’na göre; Marx’ın öngörülerine en uygun Sosyalizm hedefli klasik sınıf mücadelesi için iktisadi ve sosyal ortam ABD’inde mevcutmuş -ki; değişen üretim teknikleri sınıflar arası güç dengesini bozuyor dense de, bana göre bu yaklaşımı günümüzde modern devrimci anlayış, bütününde, dünyanın özgün değişim ve gelişimi ile harmanlar ve evrimleştirir isek hala geçerlidir.
Antrparantez: (Böylesi bir yaklaşımı oportünizm boyutunda Postmodern Devrimcilikle örtüştürenlerin; klasik sınıf mücadelesini, Dünyanın değişim ve gelişimini algılamak istemeyenler olduklarını vurgulamak isterim). Sombart’ın ; 1902’deki ‘Modern Kapitalizm’ yapıtında Karl Marx’tan önemli ölçüde etkilendiği ve İşçiler yararına geniş sosyal reformları savunmasına ve Yahudilerin modern piyasa sistemindeki etkilerini eleştirerek nasyonal Sosyalizmin Ekonomik görüşlerini savunması (1911) onun bu alanda nedenli samimi ve doğru olduğu konusunda zihinlerde soru işaretleri yarattığı gerceğini yadsıyamayız!
Bu bağlamda “Neden ABD’de sosyalizm yok?” sorusuyla ne kadar samimi? Sorusunu haklı olarak kafamızdan geçirebiliriz.. Kapitalizm ile sosyal devlet arasındaki ilişkiyi bozan Margaret Thatcher’in Muhafazakar Devrim diye adlandırdığı Neoliberalizm ise, bu çizgi de,niçin modern Devrimci duruşu belirleyecek yeni Sosyal haklar çizgisindeki politikalar (küreselleşme dalgasının yanında, teknolojik, iktisadi ve sosyal-kültürel değerlerde gerçekleşen dönüşümler dikkate alınarak) bulgulanamaz?
Bu asla ‘tekrar söylüyorum’ postmodern Devrimcilik değildir! Neliberalizm yandaşlığı asla değildir; değişim ve gelişimi dikkate almaktır.. Siyaset bilimcilerimize göre Sombart’a yanıtı ‘Alberto Alesina ve Edward Glaseser (2004) veriyor. Bu Ortodoks (katı) düşünürlere göre; istatistik veriler ABD’de yoksulların toplumsal hareketsizliği AB’ye oranla çok daha yüksek olduğunu gösteriyormuş.
Bunun genişletilmiş yanıtını iktisat içinde değil, sosyal-kültürel düzlemde bulunduğunu matematiksel çözümleme yöntemiyle (Ekonometrik) vererek; ABD ve Avrupa arasındaki farkı; seçim sistemine, coğrafi büyüklüğe (S.S.C.B’nin ne kadar büyük olduğunu unutmuşlar galiba), toplumun içindeki etnik ve ırksal farklar(yine benzer unutkanlık..) ve İdeolojik kabullere bağlıyorlar.
Sombart’a göre yazarların ilginç gözlemleri var: Yoksullar arasındaki güçlü etnik sınırların siyasal ittifakları zorlaştırması yanında; insanların bireysel çözümleri tercih etmesi.. Ayrıca var olan güçlü etnik (İrlandalı, İtalyan, Alman) ve ırksal (Sarı, Beyaz, Siyah) farkın toplumsal dayanışmayı engellemesi-(AB’nin de gelecekte böylesi bir endişesi oluşmaya başladı diyebiliriz)- ve Siyahlara güçlü bir siyasal temsil olanağı vereceği için; beyazların şiddetle nispi temsil sistemine karşı çıkması, yoksul beyazın da Siyah ve Meksikalı yararlanır endişesiyle sosyal politikalara sıcak bakmaması v.s gibi. ‘Anlaşılan Amerika’da sadece varsıl değil, yoksul da Amerikalı(!?)’
Siyaset bilimciler ise şu değerlendirmeyi yapıyorlar: “Alesina ve Glaeser’in çalışması sosyoloji, siyaset bilimi, beşeri coğrafya, demografi, sosyal tarih ve İktisat alanında derinliğe sahip bir çalışma değil elbette… sosyal politika tartışmalarına yeni inceleme yolları gösteren zenginlikte.
‘Burası çok önemli’; En azından çok kültürlü toplumsal yapıda sosyal politikalar daha güçlü mu olur, yoksa daha zayıflar mı sorusunu sormaya bizi zorluyor..”Eğer olguya ABD özgünlüğünde ve özelinde bakıyorsak; zayıflar diyenlere bir önerim var: Amerika; Amerikan halkı için sosyal politikaları güçlendirme adına, eyaletleri kadar bölsün kendisini, sonra eyaletleri ırk esasına göre parçalasın (Önce iğneyi kendine, çuvaldızı başkasına misali diyeceğim ama burada ABD’nin başına Çuval geçirip çuvaldızlamak gibi bir şey oldu).
Güçlenir diyenlere de sorum var: “Niçin otoritelere göre; ABD’de vergi ve sosyal yardım öncesi gelir dağılımı eşitsizliği daha yüksek? Neden sosyal politikalar doğrultusunda refah devleti AB’de olduğu gibi ABD’de gelişmedi?” Bana göre bireysel özgürlükler bağlamında Amerika belki rüyalar ülkesi olabilir, ama potansiyel ırkçı bir platform olduğunu göz ardı edemeyiz. Çok kültürlü bu yapı; Varsıl ve yoksul beyazın ırkçı tutumu nedeniyle 21. yüzyılın ikinci yarısını görmeden paramparça olabilir.
Veya her şeyin en fazlasının olduğu Amerika’da ırkçılık adına Sadeliği ve nesnelliği ön plana çıkaran (minimalist) yoksul beyazın da patlamasıyla Refah devletini, yani yeniden dağıtımın en uygun olan (optimal diyorlar) sınırlarını genişletmek adına ABD kaosa sürüklenebilir.
Refah devletinin ortaya çıkması için, Endüstrileşme sonrası; demokratikleşme, sınıf kavgaları, insan hakları gibi geçtiğimiz yüzyıla özgü gelişmeler ABD’de yaşandı mı? Yooo!! O zaman ABD’nin işi gerçekten zor!!!
Sayın Meryem koray’ın Aralık 2003’teki yazısından esinlenerek süreci Ülkemiz için işletelim: Eğer Ülkemiz’de Demokrasiyi evrensel içeriği ile işlevlendirerek ve insan haklarının boyutlarını genişleterek; Siyaset ve Ekonomi arasındaki ilişkileri iyileştirmez isek; Ekonomi-sosyal hakları güçlendirecek ‘Sosyal Politikaları’ yaşama geçirmemiz çok zor olur.
Bu nedenle en etkin toplumsal güç olan Emek ve Sermaye arasındaki yeni ilişkilerle ‘Yeni Toplumsal-Siyasal ‘ yapıyı güçlendirecek politikaları ortaya konamaz. Sermaye ekonomik büyümenin, emek de Toplumsal gelişmenin ve uzlaşının anahtarı ise, Devlet her ikisine de eşit ve adil davranmalıdır. Ancak o zaman sermaye karşısında emeğin ve geniş toplumsal kesimlerin, siyasetin ürünü olan üçayaklı yapısından (Refah Devleti-Refah toplumu, kapitalist ekonomi ve çoğulcu demokrası) adil bir pay alabilir.
Otoritelere göre Liberaller; Refah devleti anlayışının özünde toplumun ahlâki sorumluluk düşüncesi yattığını söylerler. Marksistler ise; Kapitalist gelişmenin bir ürünü olarak değerlendirerek, ortaya çıkışını Kapitalizmin sorunları sınıf kavgası ve ekonomik krizlere bağlar ve bu nedenle Refah Politikalarıyla özel mülkiyet yapısını değiştirmeden işçi sınıfının sistemle bütünleştirildiğini savlarlar.
Ayrıca; bu iki yaklaşım dışında, Ekonomik yapıdaki endüstrileşme ve kapitalistleşme ile siyasal yapıdaki demokratik gelişmeler sonucu beliren Modern Refah Devleti’nden de söz edilmektedir. Şöyle ki: Kapitalist mutlakiyetçi devletler kitle demokrasisine geçmeleriyle devlet anlayışını değişime zorlamış ve artan demokratik talepler, temel hak ve özgürlükler ile siyasal hakların yanı sıra Sosyal-Ekonomik hakları kurumsallaştırmıştır.
Ardından işçi hareketinin siyasallaşmasıyla bu hareketin sendikalar ve sınıf partileriyle kurduğu yakınlık sonucu, Toplumsal/Siyasal güç kazandırmıştır o’na. Tüm bunlar Avrupa Refah politikaların normları. ABD’de olmayan bu normların bizde var olduğunu söylemek ‘Amerikan Rüyasi’ olsa gerek.
İki kıta arasındaki farklı refah anlayışı ve uygulamaları, yani farklı sınıf hareketleri ve toplumsal mücadele farklılığı konusunda ‘Esping-Anderson’ değişimin esas etkeni olarak Sosyal Sınıfları kabul eder. Sınıflar arasındaki güç dengesinin ve Toplumu harekete geçirme güçlerinin Refah Devleti’nin yeniden dağıtımındaki rolünü belirlemedeki önemine işaret eder.
Her iki kıtanın refah anlayışlarının doğuşu ve gelişimine baktığımızda, Refah politikalarında ABD’nin önündeki AB’de bile istenen evrensel refah devletini göremiyorsak; Türkiye’de bu bağlamdaki politkalar için çok daha savaşım vereceğimizi söleyebilirim. Çünkü IMF’ye mahkum bir yapının ve AB+ABD= ARBD’ye endekslenmiş bir siyasetin böylesi bir sürece büyük bir manevra alanı bıraktığını kim yadsıyabilir ki!?
Özellikle Batı’da Sol, evrensel anlamdaki Piyasa ekonomisi, özel mülkiyet ve çoğulcu demokrasi konularında yeterli olmasa da bir görüş birliğine (konsensüs diyorlar) ulaştığını söyleyebiliriz.
Ülkemizde de sol ayni politik çizgiyi yakalayabilmesi için, piyasa yönetimini rekabet ve enflasyon boyutunda (Prof.Dr. yeldan’ın dediği gibi; işsizlik, büyüme ve sosyal fayda dikkate alınarak enflasyonun düşürülebileceği dikkate alınarak) denetim altına alacak, İşsizliğin önüne geçecek, adil paylaşımı gerçekleştirecek, sivil işletmeler ve örgütlerle iletişim kuracak, toplumsal sorunlara çözüm üretecek, dünyanın özgün gelişim ve değişimini algılayabilecek, anamalcılığın emperyalizm aşaması finans kapitalın çıkarlarını koruyan kuruluş IMF’in ve Küresel efendi ABD’nin körü körüne peşine gitmeyecek, Refah devleti’nin savaşçısı Avrupa sosyalist enternasyonal kimlikli politikalar üretmesi gerekmektedir. Evrensel bir zorunluluktur da...
Bu noktada; Ulusalcılık; Başta Küresel efendilerin ülkelerinde olmak üzere, Dünya’nın her yerinde yükselen değer haline gelirken; Türkiye’mizde; çıkarlarımız söz konusu edildiğinde ‘Faşizm ile özdeşleştirilmesini’ göz ardı etmemeliyiz.
Siz; yukarıda değinilen tüm gerçeklere ister Demokratik sol , ister Sosyal Demokrat, İster Özgürlükçü sol, Atatürkçü sol deyin bana göre ulus devlet anlayışını evrensel özleriyle temsil eden ve ‘Modern Devrimci Duruşu’ simgeleyen “Sol”dur. İçinde, evrensel ve durağan kılınmamış Atatürk düşünselliği, Demokrasi ve Özgürlüğün olmadığı Sol’u düşünemiyorum!!!
- http://blog.milliyet.com.tr/Sol_durus_1/Blog/?BlogNo=89471
- http://blog.milliyet.com.tr/Sol_durus_2/Blog/?BlogNo=89689
- http://blog.milliyet.com.tr/Sol_durus_3/Blog/?BlogNo=89880
Yorumlar
Yorum Gönder