Kur'an ile aldatanlar
KUR’AN-I KERİM’İ FİZİK KİMYA KİTABI GİBİ GÖSTERMEK
Öncelikle, Tüm Müslumanların Ramazanını ve Ramazan Bayramı'nı kutluyorum.
Kur’an’ı pozitif bilimlere karşıymış gibi veya fizik ve kimya Kitabı gibi gösterenler; Asırlardır pozitif bilimler karşıtı gösterilen ‘Kur’an’, birileri tarafından günümüzde pozitif bilimler kitabı gibi gösterilmeye başlandı.
Kimler tarafından mı? Kur’an’ı ‘kişisel ve grupsal çıkarları için’ yanlış yorumlayan ve günümüzde şifrelerle anlamlandıran dinden geçinenler tarafından. Dahası; eskilerle çıkarlarını pekiştirenlerin ‘yeniliklerden korktukları için’ dünyadaki özgün gelişim ve değişime karşı çıkıp, toplumu bilim ve teknolojiden soyutlayanlar. Ve de, akıl ve mantık dini olan İslamiyet’in kutsal kitabı olan “Kur’an’ı”, bilim ve teknolojinin şifrelerini gizleyen ‘pozitif bilimler kitabı’ olduğunu TV’lerde savlayarak toplumu gerçek anlamdaki bilim ve teknolojik gelişmelerden soyutlayanlar.
Tarihte ve günümüzde böylesi yaklaşımlara fazlasıyla rastlayabilirsiniz. İşte örnekleri;
1) İspanya’daki engizisyondan kaçan (1492) Yahudileri topraklarına kabul eden II. Bayezid’ın (1481-1412), basımevi (Ar.matbaa) tekniğini de beraberinde getiren yahudilere 1493 yılında basımevi kurma izni vermiştir.
Aynı izni, II. Selim (1566-1574) 1567’de Ermenilere de vermiştir. Her iki izin de;Tevrat ve İncil ve de dua kitapları izni idi. Osmanlı Devleti; baskı makinesini Kafir icadı olarak gördüğü için, bırakın Osmanlı’nın baskı makinesini kullanmasını, Yahudilerin bu basımevlerinde ‘Özellikle Kur’an olmak üzeri Türkçe ve Arapça hiçbir kitap basmamaları için sürekli Fetva verdi,* yasak getirdi.
İranlılar bile bizden çok önceleri Kur'an-ı Kerim (Mushaf-i Serif) basmalarına karşın, biz ancak; I. Abdülaziz döneminde(1861-1876) basmışız. 21 Haziran 1873'te Kur’an’ın basımına gereken iznin verilmesi kararlaştırılarak, 29 Haziran 1873'te Osmanlı Maarif Nezareti(Milli Eğitim Bakanlığı) ilk kez", çeşitli boyutlarda beş yüz bin kopya Kuran-i Kerim basılmıştır.
Düşünün; III. Ahmet dönemi (1703-1730) Lale devrinde (1718-1730) İbrahim Müteferrika’nın gayretleriyle basımevi kurulmasına karşın(1727), ve de asırlardır Kur'an-ı Kerım'in basımı, Bab-ı Ali'ce arzu olunduğu halde bu hususta Bab-ı Fetva (Fetva kapısı)'dan uygun bir cevap alınamıyordu. Bab-ı Ali(Yüce kapı) tereddüt halindeydi.
Hâlbuki İranlılar, gizlice Kur'an-ı Kerim basarak açıkça satıyorlardı. Bab-ı Ali (Yüce kapı) ise bu Kur'an-ı Kerimlerin satışını yasaklar, bazen de el koyardı. Kur’an’ın, yani İslamın iyi anlaşılıp yaygınlaşmamasının nedeni olan bu bağnazlık, bilim ve teknolojinin önünde de bin engeldi.
2) Bilindiği gibi; II. Bayezid zamanında(19 Mayıs 1481-25 Nisan 1512) İstanbul 14 Eylül 1509 tarihinde ‘küçük kıyamet’ diye adlandırılan, şiddetli bir deprem yaşandı. Dev dalgalar İstanbul ve Galatasurlarını aştı. 109 camive mescitile 1.070 ev kullanılamaz hâle geldi. Halktan da 5.000 kadar insan yaşamını yitirmişti.
Yeniliğe açık III. Selim dönemi (7 Nisan 1789 29 Mayıs 1807)’nin son günleri, Avrupa’da bilim ve teknolojinin hızla geliştiği zamanlardı. III. Selim’in bilim ve teknoloji duyarlılığı, İstanbul için olası deprem vb doğal afet tehlikesini gündeme getirdi. Ve bun dedenle, Almanya’dan mühendisleri İstanbul’a davet ederek, doğal afetler öncesi için önlemler raporu hazırlattı.
Mühendisler, raporlarında; yıldırım düşmesi anında, minarelerin ve tarihi yüksek yapıların yıkılabileceğini, özellikle Minareleri yıldırımdan korumak için paratoner konulmasına yer verdi. III. Selim, bu öneri karşısında; işin içine Cami girince, duraksamak zorunda kaldı.
Şeyh-ül İslam’a, yani Osmanlı döneminde dini konularda en yüksek yetkiye sahip devlet görevlisine başvurdu. Verilen yanıt; “Minarelere paratoner denen aletin yerleştirilmesinde dinen bir sakınca yoktur. Ancak bu aletin içeriğini bilmeyen cahiller, cami minarelerine kâfir icadı aletler koydular diyerek halkı ayaklandırmaları göz önünde tutularak şimdilik ertelenmesi görüşündeyim.”
Görüldüğü gibi aydın bir din adamı bile yobazlardan çekindiği için ‘istemeyerek de olsa’ öneriyi geri çeviriyordu. VI.Mehmet (Vahdettin) döneminde (4 Temmuz 1918 1 Kasım 1922) Yaşanan bir olay var. İstanbul’a elektrik geliyor. Bugünkü Vakıflar Genel Müdürlüğü işlevindeki; ‘Evkaf Nazırı-Vakıflar Bakanı’ Ürgüplü Hayri efendi, uluslar arası bir şirket aracılığıyla, bütün Camilere elektrik bağlatmak ister.
Çünkü, yağ kandilleri ile aydınlatılan camilerdeki kandilleri tek-tek yakmak ve aydınlatmak için büyük zorluklar yaşanıyordu. Hayri efendinin bu projesine, imam ve müezzinler şiddetle karşı çıktılar. Gerekçeleri, kutsal Kabe kandillerle aydınlatılmakta idi ve camiler de Kabe’nin şubeleri olduğu için, elektrik ile aydınlatılması günahtır.
Gerekçenin özü öğrenildi: Halk kandiller için zeytinyağı bağışlıyordu ve bu bağışlardan cami görevlileri yaralanıyordu. Yani yağdan çıkarları vardı (Günümüze ne kadar benziyor değil mi…)
3) Yıl 1922. İlk TBMM’i Konya milletvekili Hoca Vehbi’nin Kur’an yorumu dikkati çeker. Yorumu, bilimsel çalışmalara karşı olduğunu işaret etmekteydi. Vehbi efendi; ‘Evrenin gizliliğini tanrı bilir’ ayetinden yola çıkarak, Aya çıkılamayacağını ve böylesi bilimsel sürecin günah olduğunu savlar.
4) Yakın zamana dek; imamlar ve sözde din alimleri; ‘Mikrofona Kur’an ve Ezan okumanın günah olduğunu dayattılar. Ve bu yasak; ancak 1939’larda kırılabildi. Amaç, minber ve kürsüye ‘sesin arka taraflara gitmesi için’ mikrofon koymaktı. Fakat bu abartılarak, minareler hoparlörle donatıldı ve bugün çevrede hasta, çocuk, okul mu var, hiç düşünmeksizin madeni ezan sesiyle etrafı inletilir oldu.
5) Arap dili kutsal sayıldığı için, Kur’an’ın ve Ezan’ın Türkçe okunmasına karşı çıkılmış ve bunun kafir dayatması olduğunu günümüzde da savlamayı sürdürmektedirler. Öyle ki, ülkemin başbakanı; ‘Menderes Ezan’ı, Türkçeden Arapçaya çevirdi, ben de Arapça ve Kuran’ı okullara ders olarak koydurttum’ diyebilmiştir.
Tüm bu bağnaz duruşlar; batının daha doğrusu, Musevi ve İsevilerin önünü açan duruşlardır. Daha net anlatımla; bilimin kazandırdıklarıyla birlikte teknolojik gelişmeleri gavur icadıdır diyerek batının aydınlanmasını, Osmanlının karanlıkta kalmasını ivmelendiren mantık, günümüzde ‘Gavur İzmir’ mantığıyla kendini koruyor.
Bugünün mantığı; ‘ılımlı İslam’ bütününde kendini gösteriyor. Kur’an-ı Kerim’i siyasi ve ekonomik rant boyutunda yorumlayıp dini siyasallaştırarak karanlığı besleyip, Musevilerin ve Hıristiyanların önünün açmayı sürdürüyor. Süreç içinde, yeniliklere karşı olanlar günümüzde farklı yaklaşımlarla karanlığı beslemeyi sürdürüyorlar.
Diyorlar ki; Bilim ve teknoloji Kur’an sayesinde gelişmiştir. İnsanoğlu Kur’an sayesinde Aya çıkmıştır. Uçakların esin kaynağı, Kura’an’ın Fil süresidir. Atom’un parçalanması Kur’an da var idi. Fizik ve Kimya bilginleri Kur’anı inceleyerek buluşlarını gerçekleştirmişlerdir.
Bir TV kanalındaki Ömer Çelakıl’ın bu bağlamdaki akıl çelmelerini tüm bunların somut örneğidir. Kur’an, akıl çelenlere göre; pozitif bilimleri, yanı Kozmografyayı, Astronomiyi, Kimyayı ve Fiziği içeren şifreler gizlediğinin söylenmesi akıl işi olmasa gerek. Böylesi yaklaşım, Kur’an’ın insanlık, ahlak ve toplum ilişkilerini, sosyal yaşam kurallarını içeren ‘İlahi’ bir kitaptır, fizik vb değil…
Herkesin bildiği gibi pozitif bilimler sürekli değişir. Örneğin teknolojinin sürekli kendini yenilemesi, bilişim dünyasının her geçen gün değişmesi vb ile yeni kurallar ortaya çıkarması gibi.. Kur’an öyle mi? O ahlaki kuralları ve toplumsal ilişkileri dengelemek ve sosyal yapının moralini yükseltmek için kurallar ve yasaklar, dahası sınırlamalar getirir. Kuralları sonsuza dek değişmez.
Bilim, yani pozitif bilimler sürekli değişir ve yeni düzenlemeler getirir. Bunu bilmemek, dini anlamamak ve onunla dalga geçmektir. En üzücü yanı, bırakın TV kanallarında, bu sürecin kitaplarda, cami kürsülerinde vaazlarla işletilmesi.
Bu süreci işletenin Kur’an-ı Kerim olduğunu söylemiyorum, Kur’an-ı Kerim’i bilinçli veya bilinçsiz çıkar boyutunda yorumlayandır diyorum. İkisi arasındaki farkı algılamanın, değil ulusal evrensel bir zorunluluk olduğunu aklımızdan çıkarmayalım.
Yazar değilim; yazan biriyim; bu nedenle kendime ‘Yazan Mühendis’ demeyi daha uygun bulurum, çünkü yazar olmak öyle kolay bir şey değildir. Din alimi hiç değilim; çünkü ‘inancım değil de’ dini bilgim bile çok azdır. Fakat, yazan mühendis olarak okuyan mühendisim. Okuduğumu az çok anlarım. Çünkü , herkes gibi benim de aklım var.
“Diğer canlılardan akıl ile ayrılan ademgilerden bir ademim” demek istemiyorum, çünkü diğer canlıların ne kadar düşünebildiklerini, doğrusu akıllarının olup olmadığını bilmiyoruz (biliyorum diyenin ta…) Düşünme bir enerji yansıması ise, canlı-cansız her nesnenin bir enerjisi olduğun unutmayalım.
Bildiğimiz tek şey salt bizim düşünebildiğimizdir. Bilmediğimiz ikinci şey, ne kadar düşünebildiğimizdir. Derler ki, %5-6 arası düşünebiliyoruz. En çok düşünme oranına da Einstein sahipmiş. Düşünün, %50 düşünebildiğimizi. Kim bilir ne gizemlere ulaşırız. Belki de ölümsüzlüğe… Belki de, ebediyete dek, insanlarda ve hayvanlarda yok olmayan ‘Pöç’ kemiği DNA’sından faydalanarak, ademoğlu, ölen ademleri, hayvanlari diriltme yetisini yakalarız…
Bu nedenle, düşünebildiğim kadarına sığınarak bir şeyler anlamaya çalışan bu adem bir soru değil, birkaç soru içinde soru soracak herkese: Allah’ın sözlerini içeren ‘Kur’an’ ‘İslamiyet’i bir ‘Arap dini’ olarak mı tanımlıyor? “Tövbe haşa!!” değil mi? İyi de;
Furkan(farkları ortaya çıkaran) suresi 51. Ayette; “Eğer dileseydik, elbette her memlekete bir uyarıcı gönderirdik. İsra (esra, gece yürüyüşü, Miracın ilk kademesi. Bir değer adı da; Beni İsrail Süresi) süresi 15. Ayette; “Biz bir peygamber göndermedikçe, kimseye azap etmeyiz.
Araf (Kum tepesi) süresi 6. Ayette; “Kendilerine peygamber gönderilenleri elbette hesaba çekeceğiz” şeklindeki Allah’ın sözleri ne anlama geliyor. Yorum yapmayacağım: Sadece şu kadarını söyleyeceğim: “Allah’ın bu sözleri; yeryüzünde peygamber ve din gönderilmeyen kavimler olduğu ve bu kavimlerin cezalandırma sisteminin dışında olduğunu betimleyen mantık örgüsünü yansıtıyor gibi.” Öyle ki; En’am (evcil hayvanlar) süresi 156 ayet; “Kitap, bizden önce yalnızca iki gruba (Yahudi ve Hıristiyan kabileleri) indirildi, doğrusu biz onların okuduklarından habersizdik” demeyeseniz.
Devamında 157 ayet; “Veya “Eğer bize kitap indirilmiş olsa idi, biz kesinlikle onlardan daha doğru yolda olurduk” demeyesiniz. İşte size, Rabbinizden kanıt, rehber, rahmet (olan Kur’an) geldi. Artık Allah’ın ayetlerini yalanlayandan ve onlardan yüz çevirenden daha zalim kim olabilir? Biz, elbet ayetlerimizden yüz çevirenleri, işledikleri bu kabahatler yüzünden azabın en dehşetlisiyle cezalandıracağız.” Demektedir.
Bu iki Ayet; Yahudi ve Hıristiyan kabileleri dışında, Hazreti Muhammed’in içinde bulunduğu ve din gönderilmediği için yakınan Arap kavmine, yani milletine de din gönderildiğini işaret etmiyor mu?
Sadece bu iki ayet değil; Meryem süresinin 97, Yasin süresinin 5 ve 6, Nahl (Bal arısı) süresinin 64, Secde süresinin 3 ve Kasas süresinin 46, En’am 92, Şura (Kurul) 7, Yusuf 12, Cuma 3, Sebe (Saba. Anlamı, Arap kabilesi) 28, 47 ve 44, Maide(Sofra) 3, Fatır (Durgun, bezgin) 32, İbrahim 4, Şuara (Şairler) 193 ve 195, Zuhruf (Altın, Mücevher) 2, 3 ve 5, Fussilet 3 ve 44. Ayetlerinde de;
Kur’an-ı Kerim’in uyarılmamış bir kavme, Müslümanlık yolu, doğru yol rehberi olarak geldiği ve de her kavme ‘anlasınlar diye’ kendi dillerinde kitap gönderildiği işaret edilmektedir. Bu, Türklere, Lazlara, Kürtlere vd kutsal kitap gönderilmiş olsa, kendi dillerinde gönderilecek demek değil midir?
Hazreti Musa’ya gönderilen Tevrat, Hazreti Davud’a gönderilen Zebur ve Hazreti İsa aracılığıyla İsrailoğullarına indirilen İncil ‘yanlış bilmiyorsam’ İbranice gönderilmiştir. Bu, her kutsal kitap kendi dilinde okununca anlaşılır demek değil midir? Benim üzerinde durduğum konu; tüm bu gerçekler durur iken, hala benim yoksul insanımın, dinden ve kendisinden geçinenlere kanması.
Gelelim şarlatanlara. Sıradan şarlatan, sıradan insandan türer, fazla tehlikeli değildir. Fakat; bilimin ve bilimden soyut siyasetin içinde kendini türeten şarlatanlar vardır ki, bunlar çok tehlikelidir. Örneğin; İkinci hanımefendinin sahip olduğu savlanan Medical Park’ın “Prof. Dr” unvanlı kanserbilimci (onkolog) şarlatan(lar)ı.
Diyor ki; "Tanrı inancı olan hastaların tedavisinde çok daha başarılı sonuçlar elde ediliyor. İnananlar bu nedenle uzun yaşıyor (Daha dün, gencecik İmamın selasi veriliyordu. Bu imamımız inançsız bir provakatör mu idi?)". Evet; hanımefendinin Medical Park’ında, kanser hastaları bilime hiçe sayarak "inançlılar" ve "inançlı olmayanlar" diye ikiye ayırıyor bir bilim ademi ve M.P’ye hasta müşteri topluyor.
Eğer Aziz Nesin bugünleri bu malzemelerini görse idi; kesin Nobel alırdı. Bir değil birkaç Nobel. Yaşananlar hem etik dış (unethical) ve gayrı ahlâkî (immoral) olmanın yanında yasal olarak da suçtur (crime). >>
Merak ettim, bu kişiyi biraz araştırdım. Kim bu zat, bu zat sabah programlarının TV bülbülü. Piyasadaki şampuandan çarşafa, parkeden kâğıda kadar her şeyin kansere sebep olduğunu iddia ederek "kanser paniği" yaratırken, kanseri önlediği iddia Ettiği otlu, zerzevatlı "alternatif tıp ürünleri öneren kimlik. Bu kimliğin eşi; ikinci hanım efendinin arkadaşı ve AKP’den 22. Dönem m.vekili ve de oğlu ile alternatif tıp ürünleri satan Natural bir şirketin sahibi…
Görev yaptığı M.P hastanesinin de, hanımefendiyle bağlantılı olduğu biliniyor. Nasıl mı? Hanımefendinin hemşehrisi ile bir başka partili M.P’nin sahibi. M,P grubuna ait hastanelerde yılda 3 milyon muayene, 130 bin ameliyat gerçekleşiyor (İnananları ve inanmayanları acaba nasıl saptıyorlar?) ve 8 bin personel çalışıyor. Ve 70 yataktan 1500 yatak kapasitesine ulaşıyor. Bu kimlikten daha çoook var.
Örneğin ikisini ele alalım. TRT’de yakalayıp ele aldık. İkisi de “Prof. Dr”. Biri diğerine diyor ki; “Allah'a inanan mutlaka şifa bulur. Zâten Kur'ân'da her şey yazılı, bize bunların şifresini çözmek kalır" Değeri de onaylıyor. Hz. Muhammed'in dinine ve Allah'a inanan ama Kur’an-ı Kerim’i ve de bilimi siyasi ve ekonomik rant aracı yapmayanan bilim adamlarına sonsuz saygılarımı iletirken; Ömer Çelakıl’ı bir kez daha kutluyorum. Çünkü, böyleleri varken o daha çok para kazanır.
Burada önemli olan; bu her iki kesim bilimi ve Kur’an’ı kullanarak, dahası dinden ve yoksuldan geçinirken, yoksuldan geçineni uyarabilmek ve onları bu din ve bilim bezirganlarından kurtarmak. Dahası, Türkiye’yi…
Dipnot*: Fetva, Arapça bir sözcük. Sadece İslam hukukuyla ilgili olarak değil, İslam'ın kurallarıyla yönetilen devletlerde, Osmanlı döneminde Şeyhülislam veya müftü, günümüzde hakimin verdiği kararı belge.
TEKNOPOLİTİKALAR PLATFORMU
evesbere@mynet.com
GSM: 0506 609 00 32
Yorumlar
Yorum Gönder