ŞİRİNCE, SELÇUK, EFES VE İKİNCİ KEZ TURLADIĞIMIZ URLA-1: RÜZGARLARIN EFENDİSİ URLA
2006 Temmuzundaki Şirince, Selçuk, Efes ve Urla gezisini, güncelleyerek sizlerle paylaşıyorum.
Yazının alt başlıkları;
- I-Tarihin babası ‘Heredot’ ise kentlerin babası da ‘Efes’’tir
- II-İnce ince Şirince
- III-Meryemana ve Şirince’ye gidince Bademli’ye de geçiver
14 Temmuz 2006 Yine yollardayız. İlk kez yaz dinlencesiyle bir sosyal aktiviteyi birleştirerek Ege’ye valiz açtık. Önce Kadriye Çorbacıoğlu’nun kuzeni Nesrin Sönmez Varol ve eşi hemşerim Metin Varol’un konuğu olacağız. Ondan sonra Sevgili Kuzenim Cahit Çorbacıoğlu’nun sevgili kızı Eda Çorbacıoğlu’nun düğünü için Çeşme’ye geçeceğiz. Düğün Çeşme Sheraton da.
Kuzenim CHP Artvin Miletvekili Yüksel Çorbacıoğlu, eşi Serpil Çorbacıoğlu, Manisa Milletvekili Hasan Ören, eşi Ayşe Ören, eşim Kadriye Çorbacıoğlu ve sevgili kızım Ececan Çorbacıoğlu aynı masadayız. Sevgil yeğenim Eda Çorbacıoğlu nikahı kıyan Çeşme belediye başkanı Faik Tütüncüoğlu’na “Evet!” demezden önce “Birinin daha duymasını isterdim!” demesi hepimizi duygulandırdı.
Eşim ağlıyor, ben kendimi zor tutuyordum. Çünkü sevgili kuzenimin babası Cahit Çorbacıoğlu 1999’da aramızdan ayrılmıştı. 1973’te sevgili Cahit’i Ankara’ya getiren ben, tam 26 yıl sonra Samsun’a götürürken ki duygu yoğunluğu içine düşmüştüm adeta, sevgili Eda’nın söyledikleri karşısında.
Gönezer ailesi saygın bir aile. Mutlu Gönezer ve Eda Çorbacıoğlu birbirlerine hayli yakıştılar. Mutluluk dileklerimizle ayrılırken, hüzün ve sevinçle harmanlanmış bir duygu içindeydim.
Düğün sonrası Metin Varol ve sevgili eşi Nesrin Varol bizi alıp tekrar Urla’da yeni aldıkları Palmiye sitesindeki evlerine götürdüler. Bir insanın insanlık katsayısı bu kadar yüksek olur. Adam gibi adam lafını ben Nesrin Varol ve Metin Varol çiftine derim. İki gün bizi konuk ettiler. Ececan Çorbacıoğlu ve kuzeni Hazal Varol havuz’dan hiç çıkmadılar. İkinci gün bizleri gecenin geç vaktinde. Şimdinin Tarım Bakanlığı Eğitim kampı, Eskinin kapatılan Köy Hizmetleri Genel Müdürlüğü (KHGM) eğitim kampına bıraktılar.
Hizmetleri yerelleştiriyorum bahanesiyle kapatılan KHGM’nin benzerini gizliden gizliye AKP iktidarının kurmaya çalıştığını belirtmek isterim. Nedeni, KHGM’yi kapatmaları yüzünden Köye hizmetin aksamaya başlaması. Evet, İlk günlerde KHGM eksikliğini hissettirmişti. Bu nedenle Köy Hizmet Birlikleri oluşturmuşlardı. İşte bu KHGM’nin tüm Eğitim kampları birilerine peşkeş çekiliyor.
Urla’daki kampın birinci ve ikinci dönemleri açılamamış. Belli ki satamadılar. Seneye satarlar gibime geliyor, çünkü Ali Babacan’ın babacan işbitiricileri birkaç kez kampı gezmişler. Çoğu yeri sattılar. En ilginci CHP’den AKP’ye geçen simitçi Cemal Kaya’ya; İzmir Denizköy eğitim tesislerinin 400 bin YTL’ye ve dört taksitle satılması. Salt bu tesisin binası en az iki milyon YTL eder.
Evet; Urla’ya bu ikinci gelişim. İlk gelişim, yine Temmuz’un aynı günlerini barındıran 2002 yılında olmuştu. O zaman Ececan Çorbacıoğlu, ben ve Kadriye Çorbacıoğlu daha küçüktük. Gezdikçe büyüdük. En çok da büyüyen Ececan Çorbacıoğlu oldu. Çünkü şimdilerde bana yetişmeye çalışan küçücük bir Devecik, içi dolu beyincik. Çok güzel arkadaşlar edindik ve sevindik.
Biri vardı ki; Ecacanımız için bulguladığımız ‘Kambır durma, kambır durma’ tekerlememizi hemen benimseyenin adı Elif Hatipoğlu idi. Ve ablası Selin Hatipoğlu, annesi Neriman Hatipoğlu ve Babası Fedaim Hatipoğlu. Hepsi dünya güzeli, dünya sevgilisi insanlar olarak karşımıza çıktı. Başta, sevgili kızım Ececan Çorbacıoğlu olmak üzere hepimiz böylesi güzel insanları tanıdığımız için şanslı idik.
Bulgar göçmeni bir aile. 1978 yılında geldiklerinde Fedaim Hatipoğlu 18, Neriman Hatipoğlu hanım 13 yaşında imişler. Hala, tatlı göçmen aksanının az da olsa esintileri var konuşmalarında. Bilmem, belki de Balkan rüzgârına kattıkları sevgiyi taşımışlardır Bursa’ya. Soyadları Hatipoğlu. Türkiye’ye gelince köklerinin adını soyadı olarak almışlar. Bulgaristan’da soyadı yok. Babanızın adını soyadı gibi kullanıyormuşsunuz. Örneğin, babanızın adı İsmail ise; sonuna oğlu anlamına gelen “Of” takısını alarak babanızın ismi size soyadı oluyormuş. “Rüstem İsmailof” gibi.
Türkiye ile Bulgaristan arasındaki ‘Yakın akraba Göç Anlaşması’ndan yaralanmışlar. Bunun bir nevi zorunlu göç olduğunu belirtiyor Fedaim Hatipoğlu. Bulgarlar eğer bir bölgede nüfus kendi nüfuslarını geçiyor ise, fazlasını Türkiye’ye gönderiyorlarmış, bu göçmen anlaşmasına göre. Nedeni artan nüfusun beraberinde Özerklik hakkı doğurmasıymış.
Fedaim Hatipoğlu “eyalet sistemine evet dememiz olasıydı. Çünkü bizler 600 yıldır o toprakların insanıydık.” diyor. “Sizin talebiniz, bugünkü Türkiye’mizdeki etnik taleple örtüşmüyor mu? dediğimde beni tatmin eden güzel bir yanıt aldım: “Hayır, ikisi ayni şey değil! Bizim Bulgarlarla hiçbir ortak yanımız yok. Dilimiz, Dinimiz, örf ve ananelerimiz farklı. Ama Türkiye’de öylemi!? Din, dil, örf ve anane birliği var Türk’ünde, Laz’ında, Çerkez’in de, Gürcü’sün de, Kürdün de, Roman’ın da v.b’lerin de”
Bulgaristan’ın Kırcaali’sin den hemen-hemen hiçbir şey getirememişler. Üstelik Sanat okulunu bitirdiği ve askerliğini yapmadığı için devlet’e katkı payı vermek zorunda bırakılmış. Sosyalist mülk edinme kriterleri nedeniyle; İnsanlar ancak bu sisteme göre bir araba ve ev sahibi olabiliyormuş. Ama bankada istediği kadar para tasarrufu yapılabilirmiş, yurt dışına çıkarmama koşuluyla (bu kural benim hoşuma gitti. Türkiye’deki gibi birileri hamutuyla götürmüyor ve sonrasında dövizi dışarı kaçırmıyor)
Bulgar zulmü diye adlandırılan olayları sordum. Bizler geldikten sonra şiddet daha da arttı diyor, Fedaim Hatipoğlu. Daha doğrusu baskıyla insanların isimlerini değiştirerek Bulgarlaştırma politikaları.. Okul’da değerlendirme notu en yüksek “6” imiş. Türk, ağzıyla kuş tutsa “5”ten yukarı not alamazmış.
Anladığım kadarıyla; Osmanlı döneminin bir tür intikam duyguları genlerine dek işlemiş Bulgar’ların. 1978’den sonra ismini değiştirmek istemeyenler katledilmeye başlanmış. Veya çıyan, yılan ve yaban domuzlarıyla dolu, Tuna üstündeki Belene adasındaki Toplama Kampına gönderilmiş Türkler.
1980’lerde “Yeşil çam”ın , yazılı ve görsel basının en büyük malzemesiydi, o dönem Bulgar zulmü. ve zulmü sembolize eden Belene adası.
Araştırmacı Adem Birinci: “ Belene, yılan, çıyan dolu bataklık bir adaydı. Bulgarlar, muhaliflerini ve Türkleri oraya sürüp yok ediyorlardı.
Açlık, çıplaklık ve dayaktan öldürdükleri insanların araba -araba cesetlerini domuzlara yediriyorlardı. Buz kütleli sular Belene’yi basıp domuzlar sürüklenince insanlar domuzlara yem olmaktan kurtuldu. Fakat bu sefer öldürülen insanlar Tuna’ya atılmaya başlandı. Belene kampından sağ kurtulan Bulgar Vasil Lilov Kazanski, ‘Ölüm Kampı Belene’ adlı kitabında, ‘Dışarıdan ne kadar mahkum gelirse o kadar mahkum öldürülecek’ emri gereği 110 bin kişinin öldürüldüğünü söylüyor” bir araştırmasında.
Ve zorunlu göç başlıyor 1989 Özal döneminde. Çünkü, Bulgaristan sosyalist rejimde Türker’i isim değiştirmeye zorlamıştı. Türkler, temelleri 1984'te atılan isim değiştirme zorunluluğuna dayanamayınca, 1989 yılında Türkiye'ye göç etmek zorunda kalmışlardı. 300 binden fazla Türk varını yoğunu Jivkov yönetimindeki Bulgaristan'da bırakarak canını kurtarmak için Türkiye'ye gelmişti. İşin ilginç boyut; Bazıları tekrar geri dönüş yaptığının söylenmesidir. Neden, Türkiye’deki koşulların beğenilmemesi.
Metin Varol ve Nesrin Varol o yıllarda Edirne gümrüğünde görevliler. İlginç bir anektodların anlattılar. Genç bir aile Metin’e; Boğazda ev verip vermeyeceklerini soruyor. “Ne diyorsun kardeşim!? 15 yıldır karı-koca çalışıyoruz, değil boğaz’da, vasat bir yerde bile evimiz yok!” yanıtı karşısında öfkelenip geri dönüyor aile. Fakat bugün ilginç şeyler yaşanıyor. Bulgar pasaportuna AB ülkelerinde vizesiz dolaşma hakkı tanınınca, Jivkov döneminde göçe zorlanan ve Türkiye'ye gelen göçmenler, tersine göç başlattı.
Göçmenler bağlamında bu bir şans süreci idi ve değerlendiriyorlardı. AB üyesi ülkeler Bulgaristan pasaportu sahibi olanlardan 1 Mayıs 2001'den itibaren vize talep etmeyeceklerini duyurdular. Bulgaristan'a tanınan bu haktan, Türkiye'ye göçe zorlanan 200 bin dolayında Türk'ün de yararlanma hakkı bulunuyor. Bulgaristan'dan göç edenler, Türkiye'ye giriş yaptıkları Bulgar pasaportlarını İçişleri Bakanlığı'na teslim ederek Türk vatandaşlığı aldılar. İçişleri Bakanlığı teslim aldığı her pasaport için bir numara verdi.
Göçmen vatandaşlar bu numarayla İçişleri Bakanlığı'na başvurarak, yeniden Bulgar pasaportuna sahip olabiliyorlar. Sosyalist rejimin verdiği pasaportların süresi dolduğu için Türkiye'deki Bulgar temsilcilikleri süreyi uzatıyor. Süresi uzatılmış pasaportla Bulgaristan'a giriş yapılıyor. Bu pasaportlar Bulgaristan'da göç edilen şehrin emniyet müdürlüğünde yenisiyle değiştiriliyor.
Türkiye 1995 Temmuz'unda yapılan Anayasa değişikliği ile çifte vatandaşlığı kabul ettiği için göçmenler hem Türk, hem de Bulgar vatandaşı olabiliyor. Fedaim bey bu sürecin pahalı ve zorlu olduğunu, öyle söylendiği gibi kolay olmadığını söylüyor. Zorluğu ne olursa olsun bu hakkı kullanmaları gerektiğini düşünüyorum.
Olguya ben farklı yaklaşarak; Tüm bunlar Türkiye’mizin nerde durduğunu, Bulgaristan’ın da nerden nereye geldiğini demeyeceğim, nereye AB tarafından taşındığın özellikle vurgulamak isterim. Çünkü: ‘Türkiye, AB'nin 1997'deki Lüksemburg Zirvesi'nde dışlanırken, Bulgaristan adaylık statüsü aldı. Rejim değişikliği sonrası sosyalist mevzuatı tamamen değiştirerek yeni mevzuatını AB'ye tam uyumlu hale getiren Bulgaristan, AB'ye üyelik için önüne konulan Katılım Ortaklığı Belgesi'nde kendisinden istenen ev ödevlerini de yapmaya başladı.
Sofya yönetimi ülkedeki azınlıkların haklarını kabul etti ve Türkler için Devlet Televizyonu'nda her gün sekiz dakikalık Türkçe yayın yapmaya başladı. Bulgaristan, Ermeni ve Yahudi azınlık için de TV'de yayın yapılması üzerinde çalışıyor. Brüksel'den yüklü miktarda maddi yardım da almaya başlayan Bulgaristan, şu anda AB ile üyelik müzakeresi sürecini yaşıyor (Sonunda, Bulgaristan, 1 Ocak 2007 tarihinde, Romanya ile birlikte, Avrupa Birliği üyesi oldu. Biz, 18 Aralık 2012’de hala yerimizde sayıyoruz)’
Her neyse biz “Gez-Gör-Yaz” etkinliğimize devam edelim: Bana göre Rüzgarın dayanılır sesinde yüklü serinliğin egemen olduğu ‘Rüzgarların efendisi Urla Yarımada’sına bu ikinci gelişimde farklılık yaşamak için bir şeyler yapmam gerektiğini düşündüm. Nedenine gelince; 17 Temmuz 2002’deki gelişimde Urla’yı tüm çevresi ve değerleriyle yazmıştım. Serde yazma hobisi var ya, bir şeyler yazmam için yeni yerler görmem gerek. Eski kamp müdürü Nimet beye bu konuda bir şeyler söylemek istedim, yanıt alamadım. Belli ki pasifize edilmiş, çünkü net bir şey söyleyemedi.
Bu nedenle yeni atanan arkadaşın yardımcı olabileceğini söyleyince, rotayı çevirerek; İdari Amirliğine, daha doğrusu Kamp Müdürlüğüne atanan İnşaat Mühendisi Türker Atan’a yöneldim. Önerimi yaptım. Türker son derece sakin ve efendi bir genç. Yeri elbette ki burası değil, ama o yine de sabahın erken saatlerinde kalkıp Kampın sorunlarıyla ilgileniyor. “Türker farklı şeyler yapıp kendini göstermek istiyorsan aktiviteler düzenle. Örneğin turlar..”
Ertesi günü adının Selim olduğunu öğrendiğim birinin yemekhane de gezi etkinliğini anons etmesi bizleri sevindirdi. Adı Selim, soyadı Araplar. Kökenini sormadım, Arap da olabilir. Önemli olan İnsan olması. Türk, Laz, Kürt… olmanın hiçbir önemi yok. Eşitliği ırk boyutunda, değil, insani boyut da aradığımız an toplumsal gönence ulaşacağımızı unutmamalıyız.
Her yıl farklı yerlere gitmemizin temel amacı, farklı Doğa yanında, farklı doğanı, yani insanları tanımak. Bu yıl farklı doğada değildik, ama farklı insanların bir başka güzelini tanıdık. Özellikle ‘Kambır durma, kambır durma’ sloganı, iki aile arasındaki sıcaklığın dışavurumu idi adeta..
GEZ-GÖR-YAZ
evesbere@mynet.com
GSM:0506 609 00 32
Yorumlar
Yorum Gönder