DAĞDAKİ EFES(ŞİRİNCE)-2
23 Aralık 2012
Şirince, Selçuk, Efes Ve İkinci Kez Turladığımız Urla-2:
Dağdaki Efes(Şirince) Ve Meryemana
Bildiğiniz gibi; Mayalar ve bazı mayasızlar yüzünden Şirin ilçemiz Şirince büyük travma atlattı.
Atlattı, çünkü; bazı Mandalar, Maya Takvim’inin 21 Aralık günü sonlanacağı ve Marduk gezegeninin çarpmasıyla, gezegenimizin iptal olunacağı, yalnız Şirince’de olanların ilahi bir güç tarafından başka bir gezegene taşınacağı söylentileri nedeniyle, Şirince kaldıramayacağı bir yükün altına sokuldu.
“Gez-Gör-Yaz” etkinliği olan bu yazımda; Şirince’nin, Hz. İsa ve Hz. Meryem söylenceleriyle bezeli, dünyanın ötesindeki görülmeyenin bilinci olan mistik yanının gizemini de işlemeye çalışacağım.
Bilindiği gibi mistizm, bir diğer tanımı gizemciliktir. Yani; gizem ötesi güce( Allaha) ve yaşamın anlamına akıl, mantık, bilim,.. yerine duygu, sezgi vs ile ulaşılabilineceğini savlayan ve duyularla kavranamayan varlıkları konu edinen ve de varligin mutlak bilgisine erişmeyi amaçlayan bütünsel düşünce bicimi metafizik ile haşır neşir olan öğreti alanı, felsefi olgu olduğunu unutmayalım.
Şu notu anımsatmak isterim: “Dinimizde(İslamiyet) insanın akıl yoluyla erişemediği ilahî hakikatlere ve yine İslam inanışına göre görünmez anlaşılmaz yani akıl ve 5 duyu ile algılanamaz(Gayb) âlemine ait hakikatlere sezgiyle ulaşma yoludur, “Tasavvuf” diyoruz. İşte bu Müslümanların mistik geleneğidir. Yazıda, bu boyuta da değinmeye çalışacağım.
Ve günlerden Pazartesi. Saat sabahın 08.30’u; “Gez-Gör-Yaz” etkinliği başladı. Evet, Efes, Meryemana ve Şirince’ye bizi ulaştıracak olan ‘“Gez-Gör-Yaz” yolu üzerinde seyretmeye başladık. Eee gezi başlayınca, doğaldır ki yazı da başladı. Elimdeki Sevgili Murat Kahraman’ın çalıştığı firma ‘Hemakim’’ın küçük cep defterine, Kimin kim, neyin ne olduğu notlarını düşmeye başladım. Bir yandan da amatör görsel aktivitem için fotoğraf makinesinin deklanşörüne, güzel bir görüntü rast gelsin gelmesin, sürekli ve rastgele basmaya çalışıyorum, Nasıl olsa bir güzel görüntü yakalarım düşüncesiyle onlarca makara bitiriyorum. Elbette ki bu kadar deklanşör saldırısında boşalan makara sonrası bir güzel resim yakalıyorum. İşte ben öyle bir fotğraf sanatçısıyım. Haaaa, “Gez-Gör-Yaz” etkinlik yazılarıma asla laf etmem, ettirmem de!
İnce-ince gidince karşınıza Çıkıyor Şirince:
İlk durağımız; eski adı Kırkınca ve Çirkince olan Şirince olacak. Öyküsüne sonra geleceğiz. Önce kendimize(Çünkü çok sıcak), sonra kentimize, yani Şirincemize bir gelelim.
İzmir Güzelbahçe’den geçiyoruz. Düz alanları bırak, o güzelim tepecikler de yapılaşmaya açılmış. Bir anda , karıncaların inanılmaz işçiliğinde inşa edilen Afrika’daki Termit alanları içinde hissettim kendimi. Servis sürücüsü Aydın Gürakan yöre insanı. Urla’lı. Babacan ve sevecen bir görüntüsü var. O’na dönerek, tepelerdeki yapılaşmayı terennüm etmeye çalıştım. Aldığım yanıt beni gerçekten şaşırttı ama sevindirdi. Çünkü: “Kayalıklara değil de, şu güzelim tarım alanları mı yapılaşmaya açılsaydı!” şeklindeki tepkisi, Türkiye’mizde Çevre bilinci içinde Doğa duyarlısı insanlarımızın olduğunun bir göstergesiydi. Aydın beyin yanıtı sonrası Çevreye şöyle bir baktım, gerçekten o küçük alanda, tarım alanları; üzerindeki yeşil, sarı ve kahve desenleriyle tamamen özgür idi. Evet, bereketli topraklar; Tek bir Zeytin ağacıyla Hür, Şeftali, Zeytin, Dut ağaçları, Üzüm bağları ve pamuk tarlalarıyla da Kardeşçesine alabildiğine mutlu idi. İşte bu beni sevindirdi ve yaygınlaşması adına da umutlandırdı.
Saat 09.10. Narlıdere’deyiz. Solumuz denizin mavisi, sağımızda, Yeşil, sarı ve Kahve renginde biçim alan renklerin kardeşliği anlatılması zor bir Doğa görselliği sunuyor insana.. İşte burada salt Narlıdere düzlüklerine değil, Çatalkaya dağlarına da tırmanmış bir yapı sürüsü ile karşı-karşıyayız. Bu noktada Doğa’nın renk kardeşliği, üzülerek belirteyim, betonun soğuk gri tonları tarafından bozuluyor. Balçova ve Narlıdere’deki o devasa blokları siz istediğiniz kadar doğanın o can alıcı güzel renkleriyle boyayın, betonun o soğuk gri tonlarındaki bloklara yine de pek sıcak bakamıyorsunuz. Sıcak deyince Balçova’daki sıcak su kaynaklarına değinmek geldi aklıma. Balçova’nın belli kısmı termal sıcak su kaynaklarıyla ısıtılıyor. Bu yörenin, dahası tüm yöremizin ne denli zengin doğa ve doğal kaynaklara sahip olduğunun göstergesidir bana göre. Ama bu varsıllığı yoksulluğa dönüştürmenin savaşımı içinde olduğumuzu da göz ardı etmememiz gereken evrensel bir eksiğimiz olduğunu söylemek zorundayız.
Limontepeye tırmanıyoruz. Burası da Narlıdere ve Balçova örneğinde olduğu gibi doğanın dokusu beton dokusuna dönüştürülmüş. Kısacası Limontepeye betonla limon sıkmışlar. İyi de; beton karşıtlığı bir bağlamda konut karşıtlığıdır, dolayısıyla insanların barınma sorununa karşı çıkmaktır diyebilirsiniz. Hayır, ben betonlaşmanın doğayı tahrip eden boyutuna karşıyım. Elbette ki konutun temel malzemesi betondur. Betonu tarıma elverişiz alanlarda yoğunlaştırmaya karşı değilim.
Saat 09.30. Karabağlar ve Buca’dayız. İzmir’le birleşmişler adeta. Buca otobanında Kemalpaşa’yı çevreleyen Rif dağlarını izlerken, tarıma elverişli düzlüklerde; kısa boylu evlerin arasında adeta Rif dağlarıyla yarışan devasa beton blokların yükseldiğini izliyoruz. Otobanlar petrole bağımlılığın tescilli şeritleri gibi, bereketli tarım topraklarında alabildiğine uzanıyor. Beli aralıklarda ‘çağımızın Deli Dumrul noktaları diye adlandırabileceğimiz’ KGS(Kartlı Geçiş Sistemi) gişelerinden geçiyoruz. Tace Tıcket(Bilet alınız) ve Telle Collectıon(Para ödeme) uyarı levhaları, Deli Dumrul’un çağ atladığını kanıtlayan objeler olarak karşınıza çıkıyor. Aslında tüm görüntüler, Petrol imparatoru küresel efendilerin Doğaya ve Doğana saygısızlığın ifadesi bana göre.
Sürücü hız tahdidine uyarak ilerliyor. Takometrenin 89’u geçmesi Aydın’ı rahatsız ediyor. Otobanda bu sınırlamanın 100 km’ye çıkarılmasını istiyor. Kimse bu hız sınırlamasına uymuyor. Devasa kamyonlar vızır-vızır geçiyor bizi. Küçük arabalar ise ışık hızıyla. 35 T 2212 plakalı kamyon bizi önce soldan, sonra sağımızdan geçerek hızla Gaziemir sapağına daldı. Evet Trafik canavarı yolda dans ederek ilerliyor.
Saat 09.45 Torbalı’ya 25 km var. Ovanın başat ürünü Pamuk. Zeytin fidanlıkları dikkatimi çekiyor. Sebze bahçeleriyle bezeli bu ova’nın solunda Ayrancılar yerleşim alanının blokları yükseliyor. Sağında dünyanın en güzel ve asil varlıkları At’lar özgür duruşlarıyla, kent tutsaklarını kıskandırıyor. Ovayı renklerin çılgın çığlıklarıyla içinde geçiyoruz. Torbalı’nın bir adı da Tepeköy imiş. Selçuk’a 35 km var. Saat 09.58. Karşımıza kat-kat dağlar, çok katlı dağlar izlenimi veriyor. Selçuk’a 18 km kala ova’yı tükettik ve dağların ilk katına dayandık. Zirvede bir kale göründü. Adı Eşek kalesi imiş. Dağların adı Selahattin. “Tarihte Selahattin’in hangi eşekleri bu kaleyi yaptırmış?!” diye aklımdan soru geçmedi değil. Selçuk-Efes-Aydın otoyolundayız. 12 km kaldı. Yandım Çavuş levhası ayran içmeye, çöp şiş yemeye davet ediyor bizi. Karadenizli buraya da konuşlanmış, Zigana dinlenme tesisleriyle. Geniş bir vadiden geçiyoruz. Sağdaki yükselen dağlar çorak, soldakiler çam ağaçlarıyla kaplı. Şeftali ve mandalina tarlalarını geçerken, hızla pamuk işçilerini taşıyan kamyonet yanımızdan geçti.
Ve, Selahattın dağlarına sırtını dayamış Selçuk’tayız. Deli Dumrul gişesinin adı bu sefer KGS değil, OGS(Otomatik Geçiş Sistemi). 25.000 bin nüfuslu Selçuk’ta bizi 12 km önce uyaran Yandım Çavuş karşılıyor. Palmiyeli caddeden geçerken, Selçuklu eserleri kentin tarihsel zenginliklerini adetai şaret ediyor. Durduk ve gazetelerimizi aldık.
Ve, Şirince’ye 8 km kaldı. Evet Dağdaki Efes diye tanımlanan şirince’ye…Karadeniz’de dağ tırmanışındayız sanki. O kadar yeşil ki, Joh Ford’un filmini yaptığı “Vadim O kadar Yeşildi ki(1941) ”’nin yazarı Rıchard Llewellyn’i romanının adını sanki buradan almış. Zeytin, dut ve Şeftali ağaçları ve uzum bağlarını izleyerek tırmanıyoruz. Bizi ilk karşılayan tepedeki metruk kilise. Şirincedeyiz artık. Müthiş bir yer. Tarifi olanaksız. Ancak gidip görmeniz gereken bir doğa güzelliği diyebilirim. Midibüsten indik, herkes Arnavut taşlarıyla döşeli şirince sokaklarından tırmanırken, ben Turizm Bakanlığının tanıtım levhasında durmuş notlarımı alıyorum: “ Eski adı Tepedeki Efes olduğu belirtilen köyün Aydınoğulları zamanında kurulduğu söylenmektedir (?) Gelin Şirince’yi, Şirincelilerden öğrenelim:
Köy; Beylik, Kartal, kayser ve Eleman dağlarıyla çevrili; yeşilin, gökyüzü maviliğiyle oluşturduğu görsellik, doğanın zirvede oluşturduğu doyumsuz bir tablo gibi karşınızda. Eski muhtar Ahmet Dereli ve bir grup arkadaşıyla Şeftali ve üzüm tezgahının başında konuşuyorum. Selim bana işletmelerin yabancılar tarafından (özellikle Ermeni ve Rumlar) yapıldığını söylemişti. Eski muhtar aksini söylüyor. Bir yabancının olduğunu, o’nun da 15 yıldır pansiyon işlettiğini, adının da Sevan Nişanyan olduğunu söylüyor. Bu Ermeni dışındaki tüm işletmelerin köy halkının ve dışarıdan gelen Anadolu insanımızın olduğunu gözlemliyorum. Ayrıca en iyi Zeytin Yağının köylerinde yapıldığını, Üzüm, Şeftali dışında, bir de gözlemesinin meşhur olduğunu ‘özellikle’ vurguluyorlar. Gözleme bana göre ticari meta olarak sonradan girdiğini düşünüyorum. Çünkü, gözlediğim gözlemenin bildiğimiz gözlemeden bir farkı olmadığını söyleyebilirim.
Otantik tarihi evlerin biri dikkatimi çekti. CHP ilçe binası. İlçe binası, Köyün en güzel kır kahvesinin bitişiğinde. Daha doğrusu kapalı çarşı girişinde. Evet bir de tarihi kapalı çarşısı var. İlçe binasının üzerindeki levha dikkatimi çekiyor. Hemen not almaya başlıyorum: “ Tarihte ilk kez emperyalist savaş bu topraklarda başarıya ulaştı ve dünyadaki mazlum uluslara örnek olan Anadolu İhtilali bu ülkede gerçekleşti. Ulusal bağımsızlığına kavuşmaya kararlı halkına önderlik yapan Mustafa Kemal Atatürk bu savaşın öncüsü Kuva-i Milliye örgütünü arkadaşlarıyla birlikte 9 Eylül 1923 günü CHP’ye dönüştürdü. Kurtuluş savaşının yıkıntıları üzerinde çağdaş Türkiye Cumhuriyeti’ni kuran CHP insan hakları ve hukuk devletinin öncüsü oldu.
Dünya’nın en eski ve köklü partilerinden olan ve Ülkenin her yerine yayılan CHP İzmir ili, Selçuk ilçe, Şirince köyündeki bu binasını 1957 yılında Melek ve Kazım Şar bağışlamıştır” Bu beni hayli düşündürdü ve duygulandırdı, CHP’nin bugünkü durumunu çağrıştırdığı için. Emperyalizme karşı halkla savaş vermiş felsefenin ürünü CHP’nin bugünkü yeri, herkesi rahatsız ediyordur, kanaatımca.
Ülkemizin her köşesi; doğası ve doğanıyla insanı büyüleyen bir güzelliğe sahip. Evet, ayak tabanımızın altındaki en küçük Anadolu coğrafyası şirinlikler sunuyor insana. Ama Şirince bir başka şirinlik, bir başka hoşluk veriyor Anadolu tatları içinde. Ege’nin Selçuk ilçesine bağlı bu küçük yerleşim alanı ; Anadolu’nun binlerce yıl taşıdığı uygarlıkların boyundan büyük kültürlerini yüzyıllardır omuzladığını kanıtlarcasına dimdik ayakta, tarihin canlı sayfası gibi karşınıza çıkıyor. Doğanın yeşil damarından zirveye süzülerek, cennettin yüreğine düşüyorsunuz aniden. Ve sizi geçmiş uygarlığın nişanı gibi karşılıyor tepedeki kilise. Eski kaynaklardaki ‘Dağdaki Efes’ adı, köklü tarihini anlatıyor gibi size.
İzmir’den 75, Efes’ten 12 ve Selçuk’tan 7 km uzaklıkta, denizden 350 km yükseklikte, bülbül dağının eteğine konuşlanmış cennet Şirince’ye ulaşım tamamen asfalt yoldan yapılmaktadır. Zeytin ve çam ağaçlarıyla örtülü bu vadiye düşen, şaşkınlığını attığında, buranın cennetin bir yansıması olduğunu fark eder ancak.
Tarihe düşen kayıtlara baktığınızda; tipik bir ege köyü olan eski adı da kırkınca olan Şirince’nin; Ephesos(efes)’teki çeşitli zulümlerden kaçan ilk Hıristiyanlar tarafından kurulduğunu öğreniyorsunuz. Yöre halkı; Meryemana’nın son günlerini Kudüs’te geçirdiğini savunan Ortodoks kilisesine bağlı olmalarına karşın, bülbül dağındaki Meryemana’nın evinin varlığına inanıp, köyden 17 km uzaklıktaki bu yeri, Meryemana’nın ölüm tarihi olan her 15 ağustos’ta, beş saat yürüyerek ziyaret etmeleri düşündürücü geldi bana. Düşündürücü gelen bir başka konu; Zeus’un kızı Artemis ile Meryemana söylencelerinin(efsane) örtüşmesi. aslında mitolojik söylenceler; kendi gücüne güvenmeyerek, kendisinden güçlü gizemli yaratıcısını arayan insanın evrensel ütopyası gibi gelir bana. tarih’in ilk ölümsüzlük destanı Gılgamiş Destanı’ndan, tanriça iştar’a, tanrı’nın insanlığa verdiği ilk mesaj olan eski ahit’ten Tevrat’a, Zebur’a, İncil’e ve Kuran’a geçişlerdeki örtüşmeler bize bu evrensel ütopya’nın benzeşen yansımalarını sunar bize. Tarihe düşmüş böylesi kayıtlar, başa düşen kaya kadar etkiliyor insanı. şöyle ki: “Kırkınca yakınlarında Kenkriyos denen bir su vardır. Zeus’tan hamile kalan Leto, Hera’nın hışmından kurtulmak için, Kenkriyos adlı suyun aktığı ortyga denilen koruluğa sığınır. doğum sancıları artar ve sırtını bir zeytin ağacına dayayarak Artemis’i doğurur. bunun üzerine o koru tanrı buyruğuyla kutsallaşır. burası eski adı Solmissos olan şimdiki bülbül dağı’nın kuzeyinde, Arvalia vadisindeki Meryemana evi’nin olduğu cennet köşesidir. Kenkriyos suyu da Meryemana’nın kutsal suyu… eski adetlerini sürdüren ve evlerinde şarap yapan şirince halkı için ve Hristiyanlar için zeytin ağacı ve kenkriyos, yani meryemana suyu hala kutsaldır. mitolojik bu söylencelere göre Anadolu’nun ana tanrıçası Kybele’dir. Efes’li Artemis’in de simgesidir.. Dönüştüğü en belerli tanrı kişiliği ise Meryemana’dır.. tüm bunları; insanların düşünselliklerinde ve gönüllerinde etken olan, kendilerinden güçlü, hatta yaratıcıları olduğuna inandırdığı gizemli bir gerçeğe duyduğu doğallığın yansımaları olarak görebilir miyiz?! Tarih öncesinin aydınlanabilen en gerilerine dek gidildiğinde, Akdeniz çevresinde,kuzey ülkelerinde, Asya içlerindeki tüm kültür ve uygarlıklarda çeşitli isimlerle anılan ancak hep aynı öze indirgenebilen bir ana tanrıça ile karşılaşılır.uzun zamandır yapılmakta olan arkeolojik çalışmalar sonucu ana tanrıça dininin kaynağının Anadolu olduğu kesinlik kazanmıştır.hacılar ve Çatalhöyük'te yapılan çalışmalar ana tanrıça motifinin M.Ö.6500-7000'lere kadar uzandığını ortaya koymaktadır.ana tanrıça ayakta,oturmuş, ya da uzanmış olarak tasvir edilir. ana tanrıçanın bu özellikleri Kybele'den Artemis'e kadar bütün ana tanrıça imgelerinde, yani hayallerinde vardır.Heykellerin bir bölümünde doğum yaparken gösterilir.Bazen göğsünün üzerinde, kollarında bir erkek çocuğu taşır. Meryemana tasvirlerinde de benzer örtüşmeler karşımıza çıkmıyor mu? İsa’yı kollarında imge tıpkı küçük Horus’u kucağında taşıyan Mısırlı tanrıça Issis gibi değil midir!? Firavun’un inançlı karısı Asiye’yi çağrıştırması yanında; Meryemana’yı tıpkı Yunan mitolojisindeki tarım ve bereket tanrıçası Demeter gibi ızdıraplı bir anne olduğunu görüyoruz. ‘Aslında; evrendeki bizlere farklı zamanları tek zaman gibi yaşatan ve zaman algısızlığı nedenleriyle farklı zamanları değil de, salt yaşadığımız zamanı algılatan bir beyinsel yetmezlik içindeyiz’ gibi paranoyak bir düşünsellik belirmiyor değil kafamda. Mitolojik söylenceler; tüm bu zamanların gizemli kurgulayıcısını aramanın evrensel imgeleri olsa gerek.
Efes’liler, geçmişten gelen inançlarını koruyarak, Meryem diye karşılarına çıkarılan tanrısal varlığa Artemis’in zamanla tüm niteliklerini aktarmaları ve o’nu yüceltmeleri ve o’nu tanrısal nitelikleriyle dünyaya gelmiş büyük bir varlık olarak benimsemeleri söylediklerimle bütünleşen nedenler olarak gösterilemez mi?.Kısacası mitolojiye göre; ayni zamanları farklı formatta ve inanç değerleriyle farklı zamanlarda yaşadığımızı söyleyebilir miyiz!?
Biz tekrar zamanımıza dönelim:
Şirince’nin şirin insanlarının toplandığı meydandaki; ‘Çınaraltı çay bahçesi’ndeyiz. Şirince’nin şirin ihtiyarlarıyla konuşuyoruz, çaylarımızı yudumlarken. Hemen sağımızdaki Muhtarlık binası gözüme çarptı. Şirince’de -sürekli tekrar ettim ama bir kez daha söyleyeceğim- her şey şirin. Muhtarlık binası bile.
Soluğu muhtarlıkta aldım. Muhtar Ali Vurmazdere’nin bir yakını karşıladı. Ali bey 1999’dan beri muhtar. Köy insanı o’nun çalışmalarını başarılı buluyor. Eski muhtar’ın da büyük katkıları olmuş, fakat Ali Vurmazdere’nın katkıları daha fazla kabul görüyor “Dağdaki Efes” adlı bir kitapçık sundular. O’da şirin bir şey. Kısacası Şirinlerin anlattığına göre, köy 1500 yıllık(M.S.V yy) bir tarihe sahip. Küçük Menderes Nehri’nin getirdiği Alüvyon ve taşkınlar nedeniyle yaşanmaz hale gelen bölgeyi terk eden bir grup insan; Beylik, Kartal, kayser ve Eleman dağlarıyla çevrili bu cennet vadiye yerleşmiş. Bir başka kaynakta ise köyün kuruluşu Beylikler dönemine rastlandığı savlanır. Rivayet o ki; Derebeyin yanında çalışan köylülerden bir grup azat edilmelerini ve kendilerine bugünkü Şirince köyü çevresinin verilmesini isterler. “Yerleşeceğiniz yer güzel mi” diye soran Beylerine “Çirkincedir.” diye yanıt verince, bey bu sefer “Öyleyse köyünüzün adı Çirkince olsun” der.
XIX. yy. Osmanlı İmparatorluğu yönetimi altında 1800 haneli bir Rum köyüdür, fakat dili Türkçe’dir. Hükümete vergi ödeseler de; oluşturdukları kendilerine özgü düzenle kapalı köy yönetimi izlenimi vermekteydiler.
1910 sonrası sakin özgür yaşamları, bazı Yunanistan sürgünü göçmenlerin kışkırtmalarıyla hareketlenir olmuş. Özellikle Balkan Savaşı sırasında Osmanlılara karşı direniş göstermeye başlarlar. Birinci Dünya savaşı tüm şiddetiyle Anadolu da kendini gösterince, Osmanlı hükümeti köyün gençlerini amele taburlarına kaydeder. Özel çalışma birlikleri olan bu taburdan kaçanların bir kısmı dağlarda çetelere katılır, bir kısmı da Yunanistan’a geçerek Osmanlıya karşı direnişe geçerler. 1918 yılında, Osmanlı, yapılan anlaşmayla Kırkıncalıları affeder ve tekrar köylerine dönüş izni verir. Fakat; 15 Mayıs 1919 yılında Yunanlıların İzmir’e çıkarma yapması karşısında, Osmanlı uyruğunda olmalarına karşın, Rum Kırkıncalılar tekrar gönüllü Yunan ordusuna katılarak ‘Çirkince’ işlere girişirler..Urla, Kokluca, Bornova ve Kuşadası’ndan gelen gönüllülerin başına verilen subaylar aracılığıyla bağımsız alaylar kuracak kadar, Osmanlı karşıtlığını yoğunlaştırırlar. Amaç diğer müttefikleriyle birlikte Anadolu’yu paylaşmaktı. Ve Sevr Antlaşması en büyük güvenceleri idi. Kırkıncalılar artık emperyalistlerin maşası olmuşlardı. Bu amaçları, büyük önder Atatürk ve Anadolu insanının Emperyalizme karşı kazandığı yengiyle, yani Misak-i Milli sınırlarını(Anadolu) belirleyen; Kuva-i Milliye ruhunda yaşam bulan Kurtuluş Savaşı ile hüsranla sonuçlanır ve Rum Kırkıncalılar’ın çoğu Yunanistan’a göçer. Şirince böylelikle; 1924 göçmen mübadelesiyle(Değiş Tokuş) Yunanistan’ın Selanik, Provasta, Kavala ve benzer yerlerinden gelenlerle eski canlılığına kavuşur.
Şirince öyküsü bu. İşte bu şirin köyün en güzel yani Restore edilmiş, otantik Rum evlerinde dinlenmek. Köyün mimari yapısı diğer köylerden farklı olup, tüm evler kagir, çok pencereli ve pencere ebatları ayni oranda yapılmış iki katlıdır. Balkonlar asma balkon olarak yapılmış, bodrum kat kiler ve mutfak olarak kullanılmıştır. Evlerin pencere kenarları ve saçaklar resim ve kuş motifleriyle süslenmiştir. İşte bu otantik Rum evlerinin bir çoğu Pansiyon’a ve benzer işletmelere dönüştürülmüş. Buralarda; dağ havasını soluyarak, gözlemesini, kendi ürünü Zeytinyağı yemeklerini ve en güzeli, yörenin tüm tatlarını damakta bırakan şarabını içebilirsiniz. Yunanlı yazar Dido Sotiriyu’nun dediği gibi “O cennetin bir parçası olsa gerek”. ben de diyorum ki: “Dağdaki Efes-Şirince; Cennetin gezegenimizdeki izdüşümüdür(Bu tümceyi yıllardır birçok yöremiz için kullanıyorum. Hepsi de hak ediyor çünkü)” İnsanlar, gizemli cennet arayıp,erinç( huzur) adına kendisini gereceğine, coğrafyamızdaki, yani Dünya’nın en yakışıklı coğrafyası olan Anadolu’muzun cennet köşelerine sahip çıkarak erince ulaşabilir.l.
Bilindiği gibi Anadolu, şarapçılığın evrensel düzlemi gibidir. Şirince’nin Ülkemiz genelinde tanınan “Artemis şarap Fabrikası” 1999 yılında köyün ürünlerini işlemek üzere dünya’nın tanınmış kırmızı şarap uzmanı(Önoloj) Alman Helmut Kraus tarafından kurulmuş. Fabrika Şirince’nin ev şaraplarının da tanınmasında da etkin oldu. Şirince yöresi ürünlerinden yapılan şarapları : “Kayser marka; ünlü Bordo renkli hafif tatlı Karadut Şarabı, Koyu kırmızı renkli hafif tatlı Vişne şarabı, Vin Cent marka; Altın sarısı tatlı Şeftali ve Açık sarı renkli yarı tatlı Elma şarapları” şeklinde sıralayabiliriz. Asmalıbağ, Beylik, yağhane, Kırkınca, Mahzen, Orıent, Eren mahzen adlı otantik ve de Akberg şarap evlerinde ayrıca, Yine Vin Cent marka; lacivert renkli tatlı Yabanmersini ve Açık kırmızı tatlı Çilek şaraplarını ve de Akberg marka; koyu renkli ve güçlü aromasıyla Öküzgözü ve Boğazkere şaraplarını da tadabilirsiniz. Bunun yanı sıra Grek Cafe Restaurant’ta Akdeniz mutfağının tüm tatlarını bulabilirsiniz. İlle de; geleneksel olarak taş değirmenlerde sıkılarak elde edilen katıksız ‘Sızma Zeytinyağı’nın, yani natürel(doğal) zeytinyağının yemeklerde kullanılmasının yanında, Şirince bağlarında yetişen, konik yeşil sarı Osmanca üzümlerinden yapılmış geleneksel, yani natürel ‘Şirince Şarabı’ ile ünlü Doğa restaurant yanında, Ege’nin Sofrası, Can, Sedir, Yasemen, Le Jardin ve Ünal Pide Restaurant’larda; Natürel(Doğal) Zeytinyağlı köy yemekleriyle birlikte Akdeniz mutfağının seçkin tatlarını sevgi ve saygı katkılarıyla daha da leziz hale getirdiklerini göreceksiniz. Pervin Teyze’nin ve Çeşmebaşı gözleme evlerini es geçmek doğru olmaz, diyorum ve yazıya devam ediyorum derken, her yıl kutlanan “Şirince’nin Bağ Bozumu Şenlikleri” ni es geçmenin; Uygarlıkların izleriyle taçlanmış, şarabın otantik tatlarıyla bezenmiş atmosferi yadsımak olacağı aklıma geldi, tekrar durdum….
Şirince’yi çevreleyen salt dağları mı!? Dağların eteklerine ve zirvelerine ve de bereketli düzlüklerine konuşlanmış binlerce yıllık uygarlıkların tarihsel marketler zinciri ile çevrilmiş adeta. Ayasuluk Kalesi, Meryem Ana Evi, St.Jean Kilisesi, Celsus kitaplığı, İsabey Camii, yedi Uyuyanlar mağarası, Büyük Tiyatro, yamaç Evler ve Hadrianus tapınağı bunlardan birkaçı..
Şirince’nin, Arnavut Taşlı sokaklarını adımlarken veya Otantik Rum evlerinde ve şarapevlerinde, şirin insanlarıyla birlikte şarabınızı yudumlarken; Doğaya ve Doğana ‘binlerce yıldır yarattıkları bu büyüleyici atmosferlerinden dolayı’ sarılmak geliyor içinizden, aniden koynunda olduğunuz aklınıza geliyor ve büyük bir mutlulukla zihninizi dinlendirmeye bırakıyorsunuz..
Ovadaki Efes Ve Meryemana Evi
Ve 12’de ayrılıyoruz Dağdaki Efes’ten. Çam ve Zeytin ağaçlarından süzülerek, ova’daki Kentlerin Babası; dört binlik Efes’e iniyoruz. Romalılar yok ama, uygarlık tarihine kazıdıkları eserleri bizi selamlayarak karşılıyorlar. Biz yine de Efes’i geçerek tekrar Çam ve Zeytin ağaçlarının eşliğinde ‘Meryemana Evi’ne doğru ‘Bülbül Dağında’ tırmanışa geçiyoruz. “O doğa katliamcıları burayı da yakar mı?!” endişesi taşımıyor değilim. Aydın beyden, muhteşem Selçuk ovası ve Efes’i görüntülemek için rica ediyorum. İnişte daha güzel görüntüler yakalarız diyerek teklifimi öteliyor.
Rakım 425. Saatimin rakımı 12.32. Nabzım ise 42. Gerçekten heyecanlıyım, çünkü, ‘söylenceye göre’ Meryemana’nın son yıllarını yaşadığı yerdeyim.
Kutsal kitaplara geçmiş kanıtlar:
1-İncile göre; Hz. İsa Dünyadan ayrılmadan önce: “Oğlum işte anan…” diyerek anasını, Asya Havarisi olan aziz Yahya’ya(St.Jean) emanet etmişti.
2-“ Havarilerin işleri” adlı kitap, Hz. İsa’nın göğe çıkışından sonra Kudüs’te işkencenin nasıl yapıldığını aziz Stefanos’un 37, aziz Yakub’unda 42 yıllarında nasıl öldürüldüklerini yazar.
Durum böyle iken, aziz Sen Jean’ın kendisine emanet edilmiş Meryemana’yı, Kudüs’te bırakıp da Efes’e gelmesi düşünülemez. Bundan ötürü Efes’e birlikte geldikleri ileri sürülmektedir.
Mitolojik öykünün özeti şu. “1.yy’ın ilk yarısında Kudüs’te ilk Hıristiyanlara karşı korkunç işkenceler yapılmakta ve artmaktaydı. Bu zulüm, İ.S.36 yılında havarilerin şakirtlerinden(Öğrenci-çırak) Stephanos’un taşlanarak öldürülmesi ile başlar ve bunu diğer olaylar izler.
İ.S.41 yıllarında krallığını ilan eden I.Agriba(Herodes), taraftarları arasında saygınlığını artırması üzere St.Jean(Hz. Yahya)’nın kardeşi Yakub’u(Jakob) öldürtür. Ve St. Petros’u hapsettirir. Bu olaylar Hristiyanlar arasında büyük karışıklığa yol açar ve bunun üzerine Juda(batı) ve Samiriye(Filistin de bir kent) dağılmaya başlar.
St.Jean, incilini Efesliler için yazdığı savlanmaktadır. Onlara göre ‘İncil’; Efesli Hıristiyanların sorunlarıyla birlikte St.Jean’a sorulan sorular ve yanıtlar içeriğindedir. Yazılarında Meryem Ana'nın Efes'e gelişinden açıkça bahsetmez, üstü kapalı değinmeler vardır. Yine uzmanlara göre, günümüze kadar süren araştırmalara karşın, Meryem Ana'nın hayatı ile ilgili ayrıntıları gün ışığına çıkarmak mümkün olmamıştır. Daha doğrusu bunun yorumundan kaçınılmıştır. Çünkü; İsa'nın ve öğretilerinin tanıtılması ve yayılması işini Havarilere bırakan Meryemana’nın, yaşantısındaki gizliliğe önem veren kutsal bir yanı vardır.
Geçtiğimiz günlerde yazılı ve görsel basında Meryem Ana'nın mezarının bulunması ile ilgili programlar yer aldı anımsarsanız. Programlarda; daha önce oralarda yaşamış yöre halkından bir bürokrat ve Meryem Ana'nın mezarını rüyasında gören bir bekçi tarafından, söz konusu Bülbül dağında ‘9 Papaz Kilisesi’nin bulunduğu yerde mezar tespit edildiği ileri sürüldü. Bir şekilde de olsa tüm dünyayı ilgilendiren bir soruna açıklık getirildi denebilir.
Meryemana’nın Kuran’daki yerine gelince:
"Ey Meryem! Şüphesiz, Allah sana seçkin bir hususiyet verdi. Seni kötülüklerden temizledi ve alemlerin kadınlarına seni mümtaz kıldı(Ali İmran/42). "Rabbi Meryem’i iyi bir şekilde kabul buyurdu ve Onu güzel bir nebat gibi büyüttü. Zekeriya'yı da Ona bakmaya memur etti. Zekeriya Onun odasına her girişte yanında bir yiyecek bulurdu. -Meryem bu sana nereden geliyor?- dediğinde Meryem, Allah tarafından geldi, Allah dilediğine sayısız rızık verir dedi(Nisa/156)” Hz. Meryem alelade bir insan değil, Allah’ın seçkin kullarından. Çok az sayıda olan ‘kadın evliyalardan’ biri.
Hıristiyanlıkta olduğu gibi İslam dininde de bir namus simgesi olarak kabul edilen Hz.Meryem hakkında Rasûlullah (s.a.v) "Kendi dönemindeki kadınların en iyisi, İmran kızı Meryem" derken, bir başka hadiste ise "kadınların arasında en yüce mertebeye, Firavun'un inançlı karısı Asiye ile İmran kızı Meryem'in eriştiklerini" belirtir.
Yazıyı kaleme almazdan önce ‘Meyremana” ile ilgili, gelişen İiginç bir habere yer vereceğim:
Ve ö muhteşem Bülbül dağını yaktılar ve oturup da bir güzel haber yaptılar(Hurriyet-23/08/2006. İhsan yılmaz). Hem de Meryem Ana efsanesiyle bütünleştirerek: Meryemana'nın mezarını arayanlar esrarengiz bir şekilde ölmüştü, evi de ilahi bir mucize ile yangından kurtuldu.
Kısa bir süre önce yazdığı romanı Tımarhane Adası'nda Meryemana'nın mezar yeriyle ilgili ilginç iddialar ortaya atan Mehmet Coral yangının beş yerde birden çıkmasının ve eve 1.5 metre kala durmasının tesadüf olamayacağını söylüyor.
Bülbül Dağı'nda çıkan yangının Meryemana Evi'ne 1.5 metre kala durmasının ilahi bir mucize olarak yorumlanması, Mehmet Coral'ın "Tımarhane Adası" romanında ortaya attığı iddiaları yeniden gündeme getirdi.
Papa'nın Ziyareti;
Meryemana'nın İsa'nın çarmıha gerilişinden sonra Kudüs'te kalmayıp Efes'e geldiği ve yaşamının geri kalan kısmını burada geçirdiği biliniyor. Bugün yerli ve yabancı, Müslüman ya da Hıristiyan pek çok insan, Bülbül Dağı'ndaki Meryemana Evi'ni bu yüzden ziyaret ediyor. Ancak bilinmeyen, gizemini koruyan bir konu var, o da Meryemana'nın mezarının nerede olduğu.
Mehmet Coral'ın romanı "Tımarhane Adası"nda, annesinin vasiyetini yerine getirmek için Meryemana'nın mezarını arayan bir arkeologun başından geçenler anlatılıyor.
Kitabın ana karakteri Meryemana Mezarı'nın ararken yaşamını yitiren bir arkeologdan esinlenerek yaratılmıştı ve mezar yeriyle ilgilenen üç kişi daha tuhaf bir şekilde yaşamlarını yitirmişlerdi ve hepsi de gerçek kişilerdi.
Kitapta, 1979'da Papa II. Jean Paul'ün Türkiye'ye gizli bir ziyaret yaptığından tutun da, Meryemana'nın kabrinin yeriyle ilgili olarak Mevlana'dan tebliğler aldığına kadar birçok esrarengiz iddia aktarılıyor. Ayrıca tıpkı Dan Brown'ın Da Vinci Şifresi kitabındaki gibi, her iddianın mantıklı bir açıklaması yapılıyor. Coral da, kitabında anlattığı her şeyin arkasında. Hatta yazdığı konuyu daha kimseye anlatmamışken, Meryemana'nın mezarıyla ilgilenmemesi için tehdit telefonları aldığını bile söylemişti Coral.
Romanda anlatıcının arkadaşları olarak adı geçenlerden biri de gazeteci Yaşar Aksoy. O da uzun yıllar Meryemana'nın mezarı hakkında araştırmalar yapmış. Romanda bahsedilen ve Papa II. Jean Paul'ün 1979'daki resmi Türkiye ziyaretinden bir gün önce gizlice gelip bazı kişilerle görüşmeler yaptığı iddiasına şöyle cevap veriyor: "Bu görüşmenin yapıldığı odanın içinde değildim ama nerede, ne zaman yapıldığını biliyorum. Papa'nın görüştüğü kişiler de Sabahat Akşiray ve dönemin Selçuk Belediye Başkanı Cahit Tanman'dı."
İddiaya göre, Papa'nın görüştüğü kişiler Meryemana'nın mezarının yerini biliyordu ve Papa onlarla bunu öğrenmek için buluştu.
Halen İzmir'de özellikle spastik çocuklara yönelik yaptığı yardımlarla tanınan ve faaliyette bulunan İnsan Dost İhsan Vakfı'nın başkanı Sabahat Akşiray kitapta, Mevlana'nın eli, Sultan Garib olarak geçiyor. Mevlana'dan aldığı tebliğleri ilettiğini savunan, bu sayede Meryemana'nın mezar yerini onun ağzından tarif eden bir grubun lideri olarak tanıtılıyor. Gerçekten Papa ile görüşüp görüşmediğini sorduğumda, Papa ile buluştuğunu kabul ediyor ama genel değerlerden, inançlardan söz ettiklerini söylüyor. Daha sonra yakın geçmişte iki kez Vatikan'a davet edildiğini ve orada konuşma yaptığını da ekliyor.
Ya Meryemana'nın mezarının yerini bilip bilmediği konusu? Bunun Mevlana tarafından kendisine tebliğ edildiğini, ancak söyleme yetkisinin olmadığını iddia ederek geçiştiriyor.
Papa II. Jean Paul, 1979'da Kasım ayının son haftasında, Türkiye'ye yaptığı resmi ziyarete gizlice bir gün erken geldi. Ankara'ya geçmeden önce İzmir'e indi ve gizli bir görüşme yaptı. Sonradan vakfa dönüşecek olan mistik, ezoterik bir grupla yaptığı toplantı, Meryemana'nın mezarının yeriyle ilgiliydi.
Papa'nın Türkiye ziyaretinden sonra, İsviçre Basel merkezli Ephesus Foundation adlı vakfın yöneticisi Karl Geschwind, Selçuk Belediye Başkanı Dr. Cahit Tanman'a işbirliği teklif eden bir mektup yazdı. Geschwind, mektubunda Meryemana'nın mezarıyla ilgili araştırmalarda çok ilginç sonuçlara ulaştığını anlatıyordu.
Bu mektubun ardından Dr. Cahit Tanman ve Papa'nın görüştüğü grubun önderlerinden Feridun Bey, çok ilginç bir şekilde arka arkaya öldüler. Bunun üzerine grup, Meryemana'nın mezarıyla ilgili ruhsal çalışmalarını tatil etti ve kısa süre sonra vakfa dönüştü.
Meryemana hakkında araştırmalar yapan Cüneyt L. Münevveroğlu'nun ölümü de, bu olaylar zincirinin bir parçası. Münevveroğlu garip bir figür. Aliağa Rafinerisi'nde iş güvenliği memuru. Daha sonra boyacılıkla uğraşıyor. Bir taraftan da sürekli Hz. Meryem'le ilgili araştırmalar yapıyor. Sonunda çalışmalarını kendi imkanlarıyla "Hz. Meryemana ve Ejderler Ülkesi Anadolu" adı altında kitaplaştırıyor. Ancak kitabı, daha basım halindeyken İzmir'deki bazı konsolosların eline geçiyor. Münevveroğlu da kitabın basımından bir süre sonra aniden ölüveriyor. Kitap da piyasaya çıkmadan ortadan kayboluyor.
Başka bir ilginç ölüm de, Ege Üniversitesi öğretim üyelerinden arkeolog Erol Atalay'ınki. Atalay, uzun süre Bülbül Dağı civarında mağara ve tünellerde araştırmalar yapıyor. Senelerce Meryemana'nın mezarıyla ilgili ipuçları arıyor. Ancak bulgularını yazıya dökemeden, genç yaşta o da aniden ölüyor.
Diyanet İşleri Başkanı Prof. Dr. Ali Bardakoğlu, Selçuk'ta meydana gelen orman yangınının Meryemana Evi'ne beş metre kala durmasının "mucize" olarak değerlendirilmesine, "Dinlerin ve yüce yaratıcının varlığını, böyle basit olaylarla ilişkilendirmek yanlıştır" sözleriyle tepki verdi. Bardakoğlu, şunları söyledi: "Tabii hadiselerin sebep-sonuç ilişkisi içinde incelenmesi gerekir. Bunlardan hemen mucize çıkarmak, mucize değerlendirmesi yapmak doğru değildir. Hıristiyanlar için önemli bir dini merkezin yangından kurtarılmış olması çok sevindirici bir olaydır.
Ovadaki Efes Ve Yedi Uyuyanlar
Anadolu tarih öncesi çağlardan, yaşadığımız döneme dek çeşitli uygarlıkların filizlendiği, evren’in en kutsal topraklarıdır benim için. Uygarlıkların geçiş köprüsü da denebilir. Hitit, Frig, Grek, Roma, Bizans, Selçuklu ve Osmanlı uygarlıkları neden buralarda yoğunlaştı? Böylesi devasa uygarlıkların harmanladığı Anadolu; dünyanın özgün gelişim ve değişimi içinde yeni evrensel kültürün filizlenmesine tekrar ev sahipliği niçin yapmasın!?
Evet bir yanda mitolojik tanrıçalar Kibele, Artemis ve Asiye, bir tarafta Meryemana, Hıristiyan düşünürü St. Jean, St. Paul, St. Basil, diğer tarafta, İslam düşünürü Mevlan’a, Yunus ve Hacı Bektaş-ı Veli ile binlerce yıl uygarlıkların anası Anadolu, yeni bir evrensel uygarlığa niçin Ana’lık yapmasın!?
Saat 13.30 Meryemana’dan ayrılıyoruz. İnişte Aydın, Selçuk’u panoramik görüntüsünü almamı sağlayacak yerde durdu.
Efes’ten önce ‘Yedi Uyuyanlar’’a geçeceğiz. yıllardır Yedi Uyuyunlar diye halkı uyutanların belirlediği yerdeyiz. Selim, yedi uyuyanların asıl Tarsus’ta olduğunu söylüyor. Dahası oradakinin daha inandırıcı, yani daha uyutanı olduğunu söylüyor. Biz yine de buradakinin tarihsel öyküsünü; Turizm Bakanlığının pas tutmuş tabelalarından okumaya devam edelim: “M.Ö. 3. yy’lara tarihlenebilen bu rivayet Dercius’un putlara tapmayan Hıristiyanlara karşı acımasızca davranmasıyla başlar. Önceleri St.Paulus’un vaazlarına bile aldırmayan, bu güçlü hatibin şehre ikinci kez gelmesi, St. Jean’ın İsa’nın anası olarak tanıttığı bir kadıncağızla Efes’e gelmesi, o’nu Lysimakhos surlarının ötesinde yemyeşil bir dağ eteğine getirişi ve ardından kilisesinin kuruluşu ve tanrı analarına alışık Efesli’ler için yeni bir umut kaynağı olmuştu..”
Eee bu kadarından sonra ‘Yedi Uyuyanlar’’da yakışır hani: “Rivayet’e göre yoksulların koruyucusu İsa’dan yana olan ve bunu açıkça belli edemeyen “7” genç arkadaş, Efes’ten kaçarak-Her nedense daha uzağa gitmemiş, Efes’in dibine sığınmışlar- Panayır Dağı’nın içlerine doğru inen bir mağara bulup oraya sığınırlar…Bir çoban mağaranın ağzındaki kayayı oynatınca içeri ışık sızar ve Maksimianos, Malkhos, Markianos, İonannes, Dionisios, serapion, Konstantinos ve köpekleri Kıtmır uyanır. Aç olduklarından içlerinden biri fırından ekmek almak için gönderilir. Caddelerde haç motiflerini görünce şaşırır. Çünkü Hıristiyanlık serbest din olmuş, yaygınlaşmıştır. elindeki Decius dönemine ait sıkkeyi fırıncıya uzatınca her şey anlaşılır…Tutuklanarak St. Jean kilisesinde sorgulanırlar…Başpapaz hemen bir fetva çıkarır ve bunun kutsal Ruh’un bir mucizesi olduğunu belirtir.” hatta efsaneye göre Bizans İmparatoru II. Theodosius bile olay nedeniyle Efes’e gelir.
Anlaşılıyor ki; insanları çok etkileyen “Yedi Uyuyanlar” olayı ve benzerleri ile mucizelere önem veren Semavi dinler(Başta Hıristiyanlık) öğretisindeki ‘Öldükten sonra yeniden diriliş’ olgusudur. Bilmem belki de çok daha eski bir tarihten nakledilmiştir. Çünkü benzer efsane Kuranda da anlatılmaktadır : “Güneşin, doğduğunda mağaraların sağ tarafa meylettiğini, battığında, sol tarafa gittiğini gördük. Onlar mağaranın geniş bir yerinde idiler. Onlar uykuda oldukları halde uyanık sanırdın. Biz onları sağa, sola döndürdük. Köpekleri kapı ağzına dirseklerini dayamıştı. Onları görseydin geri döner kaçardın. İçin korku ile dolardı.. böylece biz onları uyandırdık ki, onlar orada ne kadar kaldıklarını birbirlerine sorsunlar. Onlar mağaralarda 309 yıl kaldı derler. De ki ne kadar vakit geçirdiklerini sadece Rabbim bilir(Kef Süresi)” Kutsal Kitap Kuran olguya biraz daha rasyonel, yani akılcı yaklaşıyor, çünkü olgunun bir efsane haline getirilmesine ve abartılmasına karşı. Gerçekten olguda bir abartı olduğunu Roma İmparatoru Decius(M.S.249-251) ile, yine efsanede adı geçen Bizans İmparatoru II.Theodosius(M.S. 408-458) arasında 159 yıl farkı vardır. Ölümleri arasında ise 201..Bu efsanede uyku süresinin 309 yıl kabul edilmesinin abartı olduğunu gösteriyor bize.
İşte söylediğimi gibi Kutsal belgeler olarak günümüze gelen değerlerin, çok eski tarihten süreli yayın gibi nakledildiğini, her nakledişte de, daha mantıklı ve rasyonel değişimleri uğratıldığını söylemekte haklıyım gibime geliyor. Çünkü Kutsal kitapların ilki Tevrat ile sonuncusu Kuran arasında büyük benzerlikler yanında, büyük değişimlerin ve akılcı mantığın egemen olduğunu görüyoruz. Böylesi söylenceler ne kadar gerçek, gerçekler ne kadar söylencelere konu olursa olsun olgunun tek tanığı; Efes güneşinin altında hala mis gibi kokarak ballı meyveleriyle sallanan o söylencelerin en gizemlisi, Tanrı’nın ilk yarattığı, antik uygarlıkların verimlilik sembolü incir ağaçları konuşmadığı müddetçe söylencelerin gerçek olup olmadığını öğrenmemiz olası değildir.
Yedi Uyuyanlar sonrası uykumuz gelmedi değil. Hemen altındaki Otantik Kır Lokantasına attık kendimizi. Ececan ve Kadiş Mantı yiyecekler. Saat 14.30. mantı zor geldi. beğenmediler. Gerçekten Mantı mantıksız geldi bana. Ben gözleme yedim. Karpuz da, Ayran ve Kola. Geziye 28 kişi katılmış. Herkes öylesine aç idi ki, her şeye saldırıldı. Dolayısı ile ağır düşüldü. Hepsi uykulara kafa atmakla meşgul. Bir uyunsa ‘28 uyurlar’ diye kesin yeni bir efsane doğar, Yedi Uyurların ayak ucunda..
Eveeeet, Efes’teyiz.
“Mitolojik tarihin babası Heredot ise, tüm zamanlardaki kentlerin babası da antik Efes’tir” diyorum. Salt bireyi değil, toplumları değil, evrenin tüm zamanlarını büyüleyen bir Roma ilk çağ kenti Efes. Bir liman kenti olan Efes; Küçük Menderes nehrinin sularını boşaltığı körfezin tarıma elverişli toprakları ve doğuya açılan büyük ticaret yolu üzerinde, antik yazarlara göre İ.Ö. 3000 yılında kurulmuş. Putpereslik ve Hıristiyanlık döneminde önemli dini merkezlerindendir. İlim ve sanat dünyasında da etkin olmuş bir kent. Örneğin rüya yorumcusu Artemidorus, şair Callinos ve hipponax, filozof herakleitos, ressam Parrhasius, gramer bilgini Zenaodotos, ilk akla gelen isimlerdir. Efes isminin nerden geldiği bilinmemektedir. İlk çağ yazarlarından Strabon ve Pausanies’ın verdiği bilgilere göre kent Amazonlar tarafından kurulmuştur.
Efes kentinin çağlar boyu deprem, yangın ve Küçük Menderes nehrinin taşıdığı alüvyonlarla bataklık halini alması gibi doğal afetler yüzünden, sık-sık yer değiştirip, yeniden inşa edilmesine karşın; Efes değil Anadolu’nun, bence dünya’nın en iyi korunmuş ve alt-üst yapılarıyla planlanmış kentidir. Tüm zamanlara örnek olacak bir şehircilik anlayışı ve zengin bir mimari üslubuyla, ‘antik ve modern’ kentlerin babasıdır diyebiliriz. Özellikle kent planlaması günümüz kıyı kentlerin planlamasıyla karşılaştırıldığında utanılası izlenimler almamız gerektiğini düşünüyorum.
-500 metre uzunluğunda ve 11 metre genişliğindeki, bir adı da Liman Caddesi olan ve Ünlü kral yolunun denizle bağlantısını sağlayan, iki yanında galeri ve dükkanlarıyla Arkadıane(İmparator Arkadius) caddesi…
- Panayır dağının etrafını çevreleyen, yaya platformlarına(Günümüz tretüvarı) sahip arabalar için yapılmış ve altında bir insanın girebileceği büyüklükte kentin atık suyunu taşıyan, gelişmiş kanalizasyon sistemine sahip; Mermer Cadde diye anılan( günümüz çevre yolu diyebileceğimiz) Kutsal yol…
-Yine kentin en büyük kanalizasyon sistemine sahip, iki
yanındaki sütunların gerisinde dükkanlar yer alan ve kentin idaresinde önemli rol oynayan Kuretler adına inşa edilmiş, mermerlerle kaplı Kuretler caddesi….
-Tabandan ısıtmalı iki veya çok katlı olarak kentin üst yöneticileri için inşa edilmiş Yamaç evler…
-Kentin kutsal yeri olarak da kullanılan, Belediye Sarayı..
-Bülbül dağı üzerinde, yüksekliği 10 m. uzunluğu 9 kilometre olan surların limana doğru uzantısında yer alan St. Paul Hapishanesi..
-Panayır dağının eteğinde yer alan, 18 m. yüksekliğinde üç katlı sahne binasına sahip 25.000 kişi kapasiteli ve zaman-zaman gladyatör dövüşlerinin de yapıldığı Büyük Tiyatro..
-Yan duvarlarında nişler içinde kitap rulolarının saklandığı, aslında anıt mezar olarak inşa edilen iki katlı Celsus Kütüphanesi..
-Tiyatro sanatçılarının eğitimi için yapılmış olan Tiyatro Gymnasıonu…
-Yalnız konser ve tiyatro gösterilerine değil,ayni zamanda Belediye Meclisi toplantılarına ve konferanslara da tahsis edilen, üst kısmı kapalı 1400 kişilik Odeon yapısı..
-Devletin kontrolündeki büyük ticari işlerin ve alışverişin yürütüldüğü, aynı zamanda siyasi ve dini toplantıların yapıldığı, bazilika’dan(Romalılar’da mahkeme yapısı) dört basamakla inilen ve devlet agorası da(Kent alanı) denilen 160 m. uzunluğunda, 73 metre genişliğinde Yukarı Agora…
-Dünya’nın yedi harikasından biri olan, 125 m. uzunluğunda ve 60 m. genişliğinde Artemis Tapınağı..
-Ticaret işlerinin görüldüğü, bir nevi borsa olarak inşa edilen 165 m. uzunluğunda Bazilika(Erken Hıristiyan ve Ortaçağ mimarilerinde, yan geçitleri bulunan(nef), galerili veya galerisiz kilise)..
-Önünde “U” şeklinde sunak bulunan Domıtıan tapınağı..
-Antik dekoratif yapıların en gösterişlisi Hadrıan Tapınağı..
-Kenarları tuvalet taşları ve önünde küçük su kanallarıyla çevrili Umumi Tuvaletler( Asla ve asla, kentlerimizde insan dışkısının sektörel simgesi ; küçük 1 ytl, büyük 2 ytl olan ve pislikten geçilmeyen tuvaletleriyle karşılaştırmayın)…
- Bin kişi kapasiteli, içinde dinlenme odaları, eğlence salonları ve kütüphaneleri olan üç katlı Skolastik(doğru düşüncelerin tartışıldığı) hamamlar..
-Liman hamamları..
-İlk bölüm, soğuk bölüm ve sıcak bölümlerden oluşan ve de tuvaletleri olan Varıus Hamamları…
-Etrafında üstü kapalı galerileri olan, alışveriş merkezi olup Ticaret Agorası diye de adlandırılan Agora..
-Antik Kiliseler..
-Antik Çeşmeler..
İşte tüm bu yapılardır; Efes’i benim gözümde tüm zamanlardaki kentlerin babası yapan..
Bu müthiş, görkemli, Arkeologların deyimiyle(Sevgili kardeşim Fethi Uluçınar’ın çok sevdiği yabancı sözcükler..) Monumen’tal(Heybetli) ve Kolosal(Çok büyük) kentin, evrensel devasalığını ağzım açık izliyorum. Ağzımı kapattığım anlarda ancak notlarımı alabiliyorum. Grubu kaybettiğimi ağzımı kapattığımda fark ettim. Fedaim bey de benim gibi grubu kaybetmiş. Meğer midibüs aşağı kapıda bizi bekliyormuş. Biz giriş kapısındadır diye soluğu orda alıyoruz. Yoklar! Telefonlaşılıyor. Bizim gelmemiz isteniyor. Israr ediyoruz. Adam; A a a a a! krizine tutulmuş gelemeyeceğini söylüyor. Belli ki Gladyatörler kovalasa, tanrıça Artemis çıksa gelmemekte ısrarlı. Tekrar O Kentlerin babası Efes’i kat etmek zorunda kaldık. Panayır dağının eteklerinden süzülerek Efes’i bir kez daha kat etmek o sıcakta çekilmez gelebilir, ama ben; bir daha buraya gelme olasılığı düşük olduğu için yaşadıklarımızı şans olarak görüyorum..
Saat 17.17’de ayrıldık Efes’ten. Üç saati aşkın Efes’teyiz. Gümüldür’e doğru yola çıkıldı. Midibüstekiler biraz tepkililer, çünkü tam 45 dakika bizi beklemişler. Haklılar.
Duble yolda gidiyoruz. Yani bölünmüş yolda. Geçen yıl yazdığım gibi; ‘Düz ova’da kekliği avlarlar’ örneği, düz ova’da paraları duble-duble avlamak adına, düzlük alanlarda ‘mühendislik disiplininden yoksun’ duble yola hız verilmiş. Engebeli ve virajlı yerlerde çalışma yok. Sürücüler böylesi yorucu yollardan kurtulup, düzlüklere inince aniden gaza basınca, karşılarına yarım-yamalak duble yol ve üzerindeki mıcır ile karşılaşıyor..Ve de ölümle biten kazalar ardından geliveriyor. Bu nedenle “Duble yolda mıcır-Demir yolunda hızlı tren” başlıklı bir yazı dizisi hazırladım, fakat ilgilenen bile olmadı…
Uzattık galiba. Biz yolumuzda uzamaya devam edelim. Üzerinde halk tipi araçların bulunduğu Duble yolumuzun solunda küçük bir havaalanı ve üzerinde küçük çarter(kiralanmış) uçaklar. Belli ki; varsıl hava’da, yoksul yerde seyretmeye(yolculuğa) devam edecek. Gümüldür kıyılarına indik. 1982 yılında uçaklarla keşfedilen-çünkü kıyı ulaşımı çok zor imiş 1990’lara dek- ve Süleyman Demirel’in de villasının olduğu söylenen Ahmetbeyli’ye bağlı ‘Yoncaköy Koyu’’n dayız. Tarifi imkânsız güzellikler içindeyim, çünkü müthiş bir görsellikle karşılaştım. Sürücü Aydın’ın dediğine göre yaz mevsiminin süresi, Urla’dan bir buçuk ay daha uzun olurmuş. Deniz soğuk, kara çok sıcak olurmuş. Belli ki burada poyraz, yani karadan denize doğru rüzgâr egemen. Bildiğim kadarıyla denizden karaya rüzgâr, yani lodoslarda deniz ısınır. Sırasıyla Sahil evlerini ve Maydanozköyü’nü geçiyoruz. Tam karşımız Kuşadası imiş. Bu noktada Seferhisar’a 44 km var. Özdere’deyiz. Yine tarifi imkansız güzellikler içine düştük. Özdere son 15 yılda gelişmiş bir belde. Bir ara Profesyonel üçüncü ligde oynayan futbol takımı bile vardı.
Gümüldür’deyiz. Gümüldür gümbür -gümbür benden güzeli yok diye bağıran bir kıyı kenti. Haklı da. Haklı olduğu bir diğer nokta; doğanı ve doğası ile omuz-omuza dayanışma içinde olan bir kıyı kentimiz. Çünkü, düzlük alanlar değil de, tepelik çorak alanlar yapılaşmaya açılmış. Ekolojik Çevre kültürü hayli gelişmiş bir yöre. Gönül ister ki tüm kıyılarımıza egemen olsun bu kültürü. Utanmayanlar, arasıra Antik Kentlerin babası Efes’e gidip akıllarını devşirsinler. Oradaki koca-koca sütunları izleyeceklerine, kent yapılanmasının evrensel duyarlılığını izlesinler. Karakoç Kaplıcaları sapağından sağa dönerek Seferhisar yeşilinin koynuna girdik. Yeşil üzümler vadisi sanki. Vadi biter bitmez, aniden Ankara’ya geldik korkusuna kapıldım. Çünkü Ankara’nın bozkırına düştük aniden. Bozkırı tırmanmaya başladık.
Ethemçukuru’ndayiz. Payamlı, Kavacık bu güzelim köyler, Çatalkaya dağlarının arkasındaki Güzelbahçe’ye bağlı. Bu ormanlık bölge, sahipsiz, yabanıl armut ağaçlarıyla ünlenmiş. Çok leziz minik armutlar için sık-sık gelirmiş yöreye Aydın kardeşimiz. Köyler’de şaraplık üzümler yetiştirildiğini söyleyen Aydın’ın, ‘Yakında bu yöre ve Urla şarapçılıkta Şirince’yi geçerse kimse şaşırmasın!’ serzenişi, onun bir başka duyarlılığının sesi gibi geldi bana..Seferhisar’dayiz. Güzelbahçe’ye 21 km var.
Üzümlü köylerine giden sapaktan dönerek Bademler Köyü’ne geldik. İnsanlarının çok sevgili ve candan olduğunu, yörenin en temiz köyü olduğunu söylüyor Aydın. 750 kişinin yaşadığı bu köyün Alevi Köyü olduğunu söyleyince her şey anlaşılıyor. Halk Camisiz Köy diyormuş. Varsın desin, biz nice Camili Köyler gördük ve yaşıyoruz. Yöre Halkı bu Bademler Köyü halkını çok seviyormuş. Çünkü burada evlerin kapıları ardına kadar açıkmış. Asla arsızlık, hırsızlık olmazmış..Kısacası evrensel ilkelerin egemen olduğu bir köyümüz. Geçenlerde bunu kanıtlarcasına gazetede çıkan bir haber beni hayli duygulandırdı:
“TBMM Başkanı Bülent Arınç’ın, Nazım hikmet’in mezarı için Manisa’nın Gördes ilçesinin Kaşıkçı Köyünün uygun olduğu açıklamasına, Tiyatro Köyü olarak bilinen Bademler Köyünden talep geldi. İzmir’in Urla ilçesi Bademler Köyü Kültür Ve Sanat Derneği Başkanı Seyfettin Şen,-Nazım Hikmet mezarının Türkiye’ye getirilmesi konusunun gündeme gelmesinin mutluluk verici olduğunu belirterek, ‘Nazım Hikmet’in felsefesini, dünya görüşünü, siyasi bakışını, hatta dogmatizme bakışını onaylamayanların, büyük ustanın nereye gömüleceğini de söylemeye hakkı olmadığını belirtmek istiyorum’ dedi (Ben de diyorum ki ağzına sağlık, evrensel kardeşliğin neferi Seyfettin Şen). Şen, ‘Nazım’ın şiirleriyle büyüyen, şiir akşamlarında onun şiirleri okunan, yazdığı oyunu oynayan, 73 yıldır Tiyatroyla uğraşan, sinemalara konu olan ve filmler çekilen, 1960’dan beri kütüphanesi olan, kitaplarıyla dolan Bademler Köyü, ünlü şairi bağrında uyutmaya talip’ diye konuştu”…
Urla’ya inişteyiz. Urla’nın Müthiş paranomik görüntüleri karşımda, fakat makine da film bitmiş. Güneş; yavaş-yavaş dağların ardına doğru inerek, tüm kızıl görkemiyle akşama hazırlıyor insanları. Kendisini de, kızıllığına aldığı doğanın tüm güzel renkleriyle ‘yarın daha güzel ışık vermek adına’ düşünsel dinlenceye hazırlıyor.
Hapşırdım. Aydın “Güzel yaşa!” demez mi. Ben hep “Çok Yaşa!”’ya alışığım ya, bura insani/ Ege insani “Güzel Yaşa” diyor. Doğru! Önemli olan çok yaşamak değil, güzel yaşamak. Bunun için de çok gezerek “Gez-Gör-Yaz” u zenginleştirmem gerektiğini düşünüyorum. Özellikle Bademler köyünü görmek gerektiğini de….Selam Ege, selam Bademler köyü ve de selam dünya’nın en güzel insanlarına sahip coğrafyam, Anadolu’m, bizi tarifi imkânsız güzelliklerinden mahrum etme. Tarifi imkânsız güzellikleri yok etmeye çalışan doğa duyarsızlarını koynundan atmayacak kadar evrensel hoşgörüye sahip sen çok yaşa, bizler ise güzel….27/7/2006 –URLA(Güncelleme: 23 Aralık 2012)
ŞEVKET ÇORBACIOĞLU
GEZ-GÖR-YAZ
evesbere@mynet.com
GSM:0506 609 00 32
TEL: 0312 431 96 88
Yorumlar
Yorum Gönder