Mısır Çarşısı’ndaki patlamadan (1998) sorumlu tutulan Sosyolog Pınar Selek’ın davasında 3. kez kararını açıklayan mahkeme heyeti, Yargıtay’ın bozma kararına uyarak, ‘daha önce verilen beraat kararlarına karşın ’ Selek’e ağırlaştırılmış ömür boyu hapis cezası verdi (24 Ocak 2013).
İşin düşündürmeyen yanı(evet düşündürmeyen, çünkü mahkeme düşünmeyeceğiniz kadar tarafsızlığını yitirmiş ideolojik bir karar almıştır); 2. Ağır Ceza Mahkemesi başkanı hakim Vedat Yılmazabdurrahmanoğlu’nun karar muhalif kalması ve karırın oy çokluğuyla alınması.
Kim mahkûm? Türkiye, yani sen ve ben. Onların mahkûm olması söz konusu değil, çünkü onlar zaten karanlığa mahkûm.
Hukuk devletinden söz edebilir miyiz? Asla!
Bu noktada “Yargı bağımsızlığından söz edebilir miyiz?” sorusu, zannımca algısızlığa tavan yaptırmak olur.
Bunlar değil miydi, “yargı bağımsızlığı yok bu ülkede!” diyerek bar-bar bağırıp, Türkiye’yi batıya karşı barbar ilan eden. Demek ki, onların yargı bağımsızlığı evrensel hukuk normları için değil, kendi ideolojik normları yaşama geçirecek kendi yargılama bağımsızlığı içmiş.
Örneğin; İstanbul’da DHKP-C operasyonu kapsamında gözaltına alınan avukatlardan aralarında Çağdaş Hukukçular Derneği Başkanı Selçuk Kozağaçlı da dahil 10 avukattan 9′Unun tutuklanmasına (20 Ocak 2013) ne diyeceğiz? Antidemokratik faşizan hukuki süreçler için ne dedik ise, o’nu diyeceğiz. Pardon hiçbir şey demeyerek, susacağız. Taaa ki sıra bize gelinceye dek.
Çıkıpta; ” Ey Avrupa, ey, evrensel hukuk ve insan hakları savunucuları, ey ülkemdeki sınırsız ve kuralsız demokrasi avcıları ‘son yıllarda Türkiye’de demokrasi adına güzel şeyler yapılıyor, demokrasiye ve özgür düşüncelere gem vurulmuyor’ diyerek, son 10 yılın AKP icraatlarını göklere çıkaran sizler neredesiniz?” diye haykırmayacağım, çünkü nerde olduğunuzu, niyetinizin ne olduğunu biliyorum ; haykırışım asla size değil, haykırışım suskunlara…
Benim; ‘Avrupa İnsan Hakları Mahkemesi’ne ve Avrupa İnsan Hakları Sözleşmesi’ne de güvenim kalmadı, çünkü onlar hala karanlığın gülen yüzlerini de insan yerine koyuyor...
Danıştay 8. Dairesi, İstanbul Barosu’na kayıtlı türbanlı bir kadın avukatın davasında, önceki içtihatlarından geri dönerek avukatlığın “kamu görevi” değil “serbest meslek” olduğu gerekçesiyle türbana vize verdi.
Kararda, “Avukatlık, sunulan hizmet açısından bir kamu hizmeti, mesleki faaliyet olarak ise serbest meslektir” değerlendirmesi yapıldı.
Danıştay, Nüfus Kanunu’nu gerekçe gösterip “yüz açık” kriteri getirirken, başörtülü fotoğraf nedeniyle kimlik kartı verilmemesinin, Anayasa ve tarafı olunan uluslararası sözleşmelerle güvence altına alınan çalışma hak ve özgürlüğü ile din ve vicdan özgürlüğünün ihlali sonucunu doğuracağı kaydedildi.
Tamam, buna sözüm yok. Serbest meslektir ve de istediği kıyafetle mesleki serbestliğini yerine getirebilir. Tamam da, kamu hizmeti verilen alanlardaki duruşları ne olacak? O’na da tamam diyelim; o alandaki duruşlarına da karışılmasın. İyi de; Hakim ve Savcı olarak kürsü de, türban veya cüppe-sarıkla oturmasına ne diyeceğiz.
“Buna da izin verelim” diyeceğim, fakat ‘ileri demokrasi adına’ biraz değil, hayli ileri gittiğimi düşünmem gerektiğini düşünmeye başladım. Çünkü; Türkiye’nin nereye taşındığının yanıtını veremem bu durumda. Bu kadarının da, ölçüyü kaçırmak ve de T.C, yerine TİC’e giden bir çizgiye girildiğine düşünenlere hak vermemiz gerektiğini vurgulamak isterim.
Mahkemi kürsüsünde; türbanlı savcı ve hakim, yanlarında cüppeli ve sarıklı hakim ve savcıyı düşünebiliyor musunuz?…Bu durumda insanlar, Muhteşem Yüzyıl’daki Tuncel Kurtis’in ‘kadılığını’ bile arar diyorum.
Türban yasağına, “politik simge” diye onay veren Avrupa İnsan Hakları Mahkemesi ve Avrupa İnsan Hakları Sözleşmesi kararlarına da ters düşeceğini belirtmekte fayda vardır(olur a, belki AİHM ve AİHS bir küple işimize yarayabilir).
Egemenler, yani olağanüstü kimlikler, astığım astık, çaldığım düdük demeyi sürdürüyorlar.
Fyodor Mihayloviç Dostoyevski’nin ‘Suç ve Ceza’ roman kahramanı Raskolnikov, geçmiş çağlarda ve kendi yaşadığı çağda milyonlarca haksızlığa uğrayan insanın toplumsal haksızlıklar karşısında neden suskun kaldıkları düşünür ve bu konudaki kurtuluş yolu belirler: Hem kendine, hem de herkese, tarihteki öteki toplumun gidişatını değiştiren ‘olağanüstü’ insanlar gibi olduğunu, ‘sıradan’ insanların, dokunulmaz kabul ettiği temel ahlak kurallarını çiğneme hakkına sahip olduğunu göstermek..Bulduğu bu çıkış, kendisinin ‘olağanüstüler’ grubuna mı girdiğini, yoksa bütün öteki zayıf insanlar gibi boyun eğenlerden mi olduğunu anlamak için cinayete götürür onu…
Burada anlatmak istediğim; bir cinayete gitme gerekliliğini vurgulamak değildir. Suskun kalmamak adına ve ‘olağanüstü’ görülenlere benzemek için, cinayet işleme değildir. Aksine, ‘olağanüstü’ kimliğe bürünenlerden korkmamak ve de onun yanlışlığını sıradan insanlara anlatarak toplumun korkularını kırmaktır.
TEKNOPOLİTİKALAR PLATFORMU
sevket-che@hotmail.com.tr
GSM: 0506 609 00 32
Yorumlar
Yorum Gönder