Bakın dünya haritasına, tarayın ülkeleri; Dünyayı sınırlarla adeta nasıl ördüğümüzü, kağıt üstünde bile çeşitli girinti çıkıntılarla Dünyamızı nasıl çirkinleştir- diğimizi görürsünüz.
Bulunduğu saman yolu grubuyla Evrenin sonsuzluğunda, dikkate bile alınmayacak zerre küçüklüğe sahip “Dünyamızı”, sonsuz büyüklükte devasa bir alan olarak gören biz insanlar dokularına dek öylesine parçalamış/parsellemişiz ki, “Hücreler” oluştururcasına hapsetmişiz kendi dünyamızı.
Bizler önce kendimizi sarı, beyaz, siyah diye ırklara ayırmışız, daha sonra, Türk, Alman, İngiliz, Fransız, İtalyan, Çin, Japon diyerek, “insan olduğumuzun ortak Evrensel değerlerini unutup” farklı diller ve dinler ile kendimizi formatlaştırmış, bunu da coğrafyamıza yansıtarak tümden kendimizi engellemiş, sınırlamışız.
Aşık Benli’nin dediği gibi adeta Dünyamızı zehirli örümcek ağları sınırlarla örmüşüz. İnsanın kendisini nasıl sınırladığı, Dünya haritasını Ülkeler haritasına dönüştürmesinde somutlanmaktadır. Ülkeler haritasına baktığınızda Dünyanın en yakışıklı sınırlamanın, doğrusu en yakışıklı ülkesinin Türkiye olduğunu görürsünüz. Simetrik düzgün sınırlar, üç tarafını çevreleyen mavi denizler, dört tarafında yeşil dağlar; ülkemizi adeta cennetin evrendeki platformu, yanı cennetin izdüşümü haline getirmiş.
Böylesi cennet ülkemizin güneydoğu ucundan ipek yolunu izleyerek, sınır boylarını dolaşmak için Diyarbakır’dan Mardin’e doğru yol alıyoruz. İpek yolunu yıllar önce (1979) katetmiş idim. Yıllar öncesinin nostaljisinden çok, zaman ötesini aşarak, geçmiş uygarlığının sanal ortamındaki nostalji içinde yol alıyorsunuz. Sanal nostaljiden kurtulduğunuz an; dağı taşı, ovayı, vadiyi, doğrusu yüreğimizi, beynimizi, sınırlayarak dar mekanlara kendinizi nasıl hapsettiğinizi bir kez daha anımsatıyor gördükleriniz size.
Zaman kaybetmeksizin yeni bir düşselliğin içine atıyorsunuz kendinizi. Her nedense her ülkenin sınır boyları ıssız ve sessiz saldırı çizgisi adeta. Aslında sınırlar asker ve mayınlarla ulaşılmaz, aşılmaz konuma getirilmeyip, aksine insanı insana kavuşturan çizgilere dönüştürülmelidir. Ülkeler sınırlara asker dikeceğine ağaç dikse, mayın döşeyeceğine insan döşese sınırları evrensel barış çizgisine dönüştürürler.
Aksine biz dünyalılar, sınırlarımızı korumak, daha güvenilir kılmak için yeniden inşa ediyoruz adeta. Çağdaş Çin Seddi’ni çağrıştıran Güvenlik Yollarının inşası bunun somut örneği. Kime karşı güvenlik önlemleri geliştiriyoruz? İnsana karşı! Evet insanın insandan korunması/korkması çağımızın en düşündürücü olgusu. Dört ay sonra yine Güneydoğudayım. Diyarbakır’dan Mardin’e doğru Diyarbakır ovasını katederek seyrediyoruz.
Doğu Karadeniz’in yeşil örtüsü olmasa da, kısmı yeşil örtüye sahip Çınar ilçesindeki Göksu barajını izleyerek Mazıdağı’na yaklaşırken; “Suyun aktığı yerde yeşilin arttığı” gözlemleniyor. Yeter ki ağaç dikilsin. Fakat insanlarımız bırakın dikmeyi, olanı da yok ediyorlar. Meşe ağaçları kesilip tandır fırınların da kullanılıyormuş. Meşe azgın ve inat bir ağaç; kesildiği yerde bitiveriyor. Belli ki bıraksalar Diyarbakır, Mardin arası meşe ormanlarından geçilmeyecek.
Güvenlik adına yok edilmesine, köylülerce de tandır fırınlarında yakılmasına karşın, yer-yer meşe örtüsü inadıyla karşılaşıyoruz. Savur’daki kadar olmasa bile ceviz ağaçlarına da… Meram ve Mazı dağı çizgisi, dağı taşı üzüm bağlarıylasdolu. Diyarbakır şarap fabrikasına buradan üzüm gidiyor. Ünlü “Merzo Şırası” bu sarı üzümlerden elde ediliyormuş.
Kısacası yöreye, yani her eve bir ağaç dikme zorunluluğu getirilse; değil Diyarbakır Mardin arası, tüm Güneydoğu, kısmi de olsa yeşil örtüye kavuşacak. Fakat feodal yapı böylesi bir düşü yok etmiş. Örneğin topraksız maraba; “Ağa’ya mı ağaç dikeceğim!” diye bir şekilde topraksızlığa tepkili. Söylencelere göre; Doğu kırsal kesim insanlarının bazıları da, “ağaç dikersem düşmanım ağaçların arkasına saklanarak beni vurur” gibi ilkel feodal bir korku taşıyorlarmış... İlginç geldi bana... Mardin… Mardin Kentleşmenin deprem çekincesi (Ar.risk) dikkate alınarak biçim aldığı savlanan tek ilimiz Mardin’deyiz.
Yapılaşma kuzey bölümündeki kayaçlar üzerinde yoğunlaşmış. Tarım alanları (Kızıltepe ovası) kesinlikle yapılaşmaya kapalı. Mardin’in tarihsel konumu adeta Taş Kent izlenimi veriyor. Devasa Taş yapılar ilginç ve gizemli bir antik görsellik kazandırmış Mardin’e.
Tarihte Devlet, Başkent ve Bölge işlevini üstlenmiş olan bu sınır kenti. Dinler arası hoşgörünün, çeşitli uygarlıkların, özellikle Ortadoğu’nun mistik dokusunu günümüze taşımış Dünyanın yaşanır ilk ‘tarihi ve doğal sit kentidir.’ Anlayacağımız Mardin “İpek Yolu” üstünde geçmiş uygarlıkların uzaklığını-yabancılığını (Fr. Egzotizm), tanrısal gizlerini (Fr. Mistisizm) ve günümüz uygarlığını birlikte yaşatan iki kentten biri.
Tepeye konuşlandırılmış kalesi ile eteklere doğru yayılan su halesi izlenimi veren Mardin, günümüzde sert kayalık alanlara doğru genişliyor. Mardin’in bu taş yapısal görünümünü Ertan Aydın’ın söylediğine göre insanlar, “gündüz mezarlık, gece gerdanlık” diye betimliyormuş. Yukarı Mezopotamya’nın en eski kenti (M.Ö. 4500), zamanı durduran tarihsel dokusuyla dünyanın sayılı SİT Kenti, gece ışıklarındaki şiirsel duruşuyla efsanevi iletiler (Ar.mesaj) gönderiyor. Mardin halkının çoğu Arap kökenli.
Birinci cadde üzerindeki esnafla konuşuyor ve tam karşısındaki tarihi yapının ne olduğunu soruyorsunuz. Bilmiyor. Bırakın Mardin’in tarihsel dokusunu, bırakın Mardinliyi. Ülkemiz tarihsel dokusuna; ülke insanı olarak ne denli duyarlı olduğumuzun temel gerçeği bu. Bilmemesi olası mı? Bilerek bilmediğini söylediğini söyleyebiliriz miyiz? Ama niçin? Onu da siz bulun! Mardin müzesine 1995 yılında dönüştürülen tam 100 yaşındaki Meryemana Kilisesine bağlı inşa edilen patrik merkezi, 1926 yılına dek Süryanilerin ruhani merkezi olarak kalmış.
Patrikhane, kent merkez 1. Cadde üzerinde devasa görüntüsüyle, Mardin’e olağanüstü bir görüntü katıyor. Mardin ve Derik zeytin üretimi ile dikkati çekiyor. Nusaybin’e, adını verdiği ovayı katederek yaklaşıyoruz. Nusaybin’den önce; Dara (Oğuz) harabelerine, karpuz, kavun ve kısmen ayçiçeği tarlalarını geçerek ulaştık. Jandarma on dakikalık kimlik kontrolu sonrası Dara’ya girmemize izin verdi. Adnan Kaya, Dara zindanlarını gezdirdi. Zindan yerin 20-25 metre altında. Muhteşem bir görüntü . Mardin’in 20 km güneydoğusundaki bu antik kent, tiyatro başta olmak üzere birçok etkinliğin merkezi.
Sarnıçları, yer altı zindan ve yollarıile büyüleyici bir görünüme sahip olmasına karşın, harabelerin üzerini insanların yaşam alanı seçmesi üzücü. Adnan Kaya evini Dara zindanlarının üstünde inşa etmiş. Kısacası; Dara zindanlarının altı geçmiş uygarlığı, üstü günümüz uygarlığını yaşıyor.
Su sarnıçlarını; Oğuz (Dara) beldesi İlköğretim Okulu 5/A sınıfı öğrencileri Şehmuz Danel ve Metin Güneş özgün aksanlarıyla anlatıyorlar. Onurlu ve mahcup bu iki kardeşimize, küçük bir harçlığı zor kabul ettirebildik. Nusaybin ovasını pamuk tarlaları içinden geçtik. Nusaybin’i “Mor Yakup Manastırı”nın terasından seyrediyoruz. Önceleri Mecusi tapınağıymış. M.S. 328 yılında tapınak kalıntıları üzerinde (Mor Yakup’un Ölümünden sonra) tekrar inşa edilmiş. 19. yüzyıla kadar bünyesinde rahipleri olan manastırın içinde Türbe mevcut. İsveç’ten gelen ailelere rastladık. Her yıl gelirlermiş.
Yıllar öncesi, ev olarak da ortak kullanmışlar manastırı. Anılarını ve mistik sorumluluklarını tazeliyorlar. Manastırın etrafından arkeolojik kazı devam ediyor. Yeni bulgular ortaya çıkarılmaya çalışılıyor. Nusaybin adeta pamuk tarlaları üzerinde inşa edilmiş. Tam karşısında Suriye’nin Kamışlı İlçesi. Düzenli ve zengin bir görünüme sahip. Hamasat iline bağlı. Bizde olduğu gibi “İl”inden daha gelişmiş bir ilçe.
Mor Yakup Manastır terasından, Zeynel Abidin türbesini ve Kamışlı’yı görüntülemeye çalışıyorum. İpek yolunda pamuk tarlalarında çalışan kadınlarımızı izleyerek Cizre’ye yaklaşıyoruz. Silopi ve Habur’u geçtik. Suriye ile sınır oluşturan sağımızdaki Dicle nehrine koşut (20 Eylül 2001) seyrediyoruz. Barzani’nin denetimindeki Kuzey Irak toprakları karşımızda. İki dağ silsilesi arasında oluşmuş dar vadinin ortasında Dicle ve İpek yolu gerçekten muhteşem bir görüntü veriyor.
Cizre’den Habur sınır kapısına dek “İpek yolunun” sağı-solu (kamyon) mezarlığına dönüşmüş. Sayısız kamyonlar gizemli bir komutla hareket edecekmiş ürküntüsü veriyor insana. Silopi’ye 7 km. kala Dicle, Irak topraklarına giriyor. Habur sınır kapısı gözüktü. Bizim taraftaki araç kuyruğu 1 km’ye yaklaşmış. Kuzey Irak topraklarındaki araç kuyruğu alabildiğine uzun. Doğrusu bizden giden, bize gelenden çok fazla. Barzani eskisi gibi akaryakıt vermediği için bölgede haftalarca kuyruk oluşuyormuş.
Tankerlerin %100’ü eski kamyonlara konuşlandırılmış. Hiçbir yeni kamyonlu tanker karşı tarafa geçmiyor. Yeni kamyonları tehlikeye atmamak için kullanmıyorlar. Bu nedenle piyasadan çekilmiş eski kamyonlara ilgi çok. Karadeniz’de ne kadar terk edilmiş eski kamyon varsa buraya taşımışlar. Çürümeye terk edilmiş kamyonların para ettiği bir sınır pazarı adeta. Cizre’den Habur’a dek uzanan araba mezarlığı ise Çürümüşün çürümüşü arabalardan oluşuyor. Bu tankerlerin her biri Ağustos 2001 krizinden önce, bir seferde 850 milyon TL kazanıyormuş.
Ayda en az üç kez karşıya geçilirmiş. Şimdilerde 3 ayda bir zor geçebiliyormuş. Barzani akaryakıtın litresini Iraktan 2 sente alıyor, bize 12 sente (kamyonculara) satıyor. Ambargo kaldırılıp, Habur sınır kapısı açılırsa kamyoncular ülkemize her ay 30 milyon $ kazandırabileceği savlanıyor. Şu an ise Irak yönetimi ile TPAO’nun oluşturduğu konsorsiyum kuruluşu (TİPİK), Irak hükümetinden petrolü 24 sente alıp, bize %10 fazlasıyla satıyormuş. Bu gerçekten beni düşündürdü. Bir düşündürücü yan da, Kuzey Irak’ta ‘üstelik şampanya diye adlandırılan” kaliteli petrol potansiyelinin değerlendirilmemesi, yani kuyuların açılmaması...
Acaba Kuzey Irak’taki Kürt özerkliği daha ötelere taşınma olasılığı nedeniyle kuyular saklanıyor? Habur sınır kapısının hemen sol yanındaki yola girdik(3 km’lik asfalt köy yolu). Pamuk işçilerini izliyoruz. Pamuk tarlalarının bitiminde Hezil Çayı başlıyor. Başladığı noktada Alp dağları oluşum haraketine (İng.Orojenesis) bağlı parçalanmış ve dağılmış Sarp (İng.Tektonik) Kırıklardan oluşmuş ünlü GURVİL dağlarına doğru tırmanışa geçiyoruz.
1980'lerde yaptırıldığı savlanan bu tırmanış yolu dar, kesin genişletilmelidir. Bu ara Habur yolundan Çalışkan mevkiine dek 17.5 km. Üç km.’de bir askeri kontrolden geçiyoruz. Hezil Çayının oluşturduğu Irak ve Türkiye sınırından, yani Hezil’in betimlediği Hezil vadisi (Dar Vadi) seyredilerek Gurvil Dağlarına doğru yol alınıyor. 25.km’de başlayan Saddam’ın Eski Karakol noktaları Hezil çayıyla birlikte geçilerek, Köy Hizmetleri Genel Müdürlüğü(KHGM)’nun yapımını üstlendiği 9.5 mt platform genişliğine sahip, sınırlarımıza (özellikle Irak ve Suriye) koşut güvenlik yoluna girildi.
Güvenlik yolu adeta günümüz “Çin Seddini” çağrıştırıyor. KHGM Şantiyesi 34. km’de. Tam karşısındaki Siyah Kaya ve Kaya Tepe(Yarısı Irak’a ait) adeta kartal yuvası. Terörizmin simgesel coğrafyası Sindi vadisi ve Kılık dağı karşımızda. Sağ tarafımızdaki Yumurta tepe’den Sinad ve Sindi vadisini izleyebiliyorsunuz. Bakan Mustafa Yılmaz’ın başdanışmanı Sayın Murat Alioğlu, KHGM’den Kontrol Mühendisi Ertan Aydın, yine KHGM Köy Yolları Daire Başkanlığı elemanlarından inşaat mühendisi Bülent Ataman ve bundan bir süre sonra KHGM Diyarbakır Bölge Müdürü olarak atanan benim de bulunduğu heyet üyeleri olarak, 1998’de KHGM tarafından ihale edilen ve halen devam eden 124 km’lik Şırnak İli S.G.K.S (Sınır Gözetleme ve Kontrol Sistemi) Grup yollarının son durumlarını saptamak için, çalışmaların yoğun olduğu Altınsırt bölgesine yöneleceğiz.
Denizden 5535 mt. Yükseklikteki Yüksektepe ve Kayatepe’yi yakından geçerek Ercan BÖLGESİNE giden dönüş noktasına ulaşıyoruz. Kayatepe kısmen de olsa yeşil örtüye sahip. Kayatepe de mola veriliyor. Irak sınır noktasında Gurvil dağ yoluna giriyoruz (21.09.2001). Gurvil dağındaki kısmı meşe ağaçları ile kaplı Elmasapı tepesindeyiz. Heyelan tehlikelerinin atlatıldığı, ürküntü veren muhteşem yer olan Elmastepe’ye güçlükle (1.4 km.sonra) ulaşıyoruz. Düğünderesi karışıklığın, düzensizliğin önemli odağı. Bu noktadan tırmanışa geçip Aynatepe’ye ulaşıyoruz.
Tam karşı noktada Kuzey Irak’ın Habur sınır kapısı var. Zaho kentini devasa yükseklikten izliyoruz. Altımızda Hezil Çayının oluşturduğu Heştir Boğazı ve o ünlü Sina Kamp alanı ayaklarımızın altında. Bu noktada 20x5=100 mt. uzunluğunda Ercan Şahin köprüsü inşa edilmiş. Aynatepe’den Şenoba beldesini görüyorsunuz. Tepeden Hilal’e ve Bağlıca’ya iniyoruz. Yemyeşil bir vadi. Hilal’ın eski adı Şeyhhanmış. Sarıziyaret yerinin alt yamaçları üzüm bağlarıyla dolu. Halk bu eski yolun yenilenmesini istemiyor.
Çünkü bağlarının istimlakına karşı. 7 km’lik bu iniş yolu yenilenirse sosyal işlev kazanacak. Çünkü Hakkari yoluna ve dolayısıyla Van, hatta Erzurum’a buradan ulaşılacak. “İpek Yolu-Habur Sınır Kapısı-Hakkari” bağlantısı bölge halkının kullanımına açılması gerekir diye düşünüyorum. Belki halk şu an mayın tarlasına dönüştürülmüş üzüm bağlarını daha verimli işleterek ürünlerini pazarlayabilecek. Kısacası Güvenlik Yolu yöre halkına ekonomik kolaylıklar getirebilir. Bu yolun kesin birilerinin işine gelmediğini düşünmek zor olmasa.
Bu 7 km’lik iniş sonrası 43 km. kat ettiğinizde Şırnak’a ulaşıyorsunuz. Ters yönde 7 km’lik yol ile 47 km. sonra Hakkari’desiniz. Aynalı tepe ve Kel Mehmet Dağları’nın arasına adeta küçük bir cennet inşa edilmiş. Bu cennetten Şırnak’a ve Hakkari’ye kolaylıkla ulaşma olanağını yakalamanız 7 km. bir yol inişinin iyileştirilmesine bağlı. Hilal-Susalı yoluna giriyoruz. 3x15,70 m. açıklığında bir köprü inşa edilmiş. Bu noktadaki 2,5 km’lik yol açma çalışması bitmiş. Hala akşam 20:20’de güvenlik için asker tarafından kapatılan Uludere’ye doğru yol alıyoruz. Hilal ve Bağlıca’yı yeşillendiren çayı izleyerek Uludere’ye giriyoruz.
Uludere’ye koşut çayın çevresi ceviz ağaçlarıyla dolu. Adeta Hilal cennetinin uzantısı. Burada İlginç bir mimari yapılanma ile karşı karşıyayız. Doğa koşullarının yerel zekaya kazandırdığı bir yapı mimarisi olsa gerek. Uludere Güneydoğu savaşında sık-sık adı geçen ilginç bir ilçe. İnsanları çağcıl görünümleriyle cana yakın. Ağır kış koşullarında yaşamla ilişkisi kesilen bu coğrafi yapıyı terk ediyoruz. Dönüşte; İnceler Köyü’nden 5 km.
yürüyerek Uludere İlköğretim Okuluna giden; Fatma Ürün, Kadir Ürün veAli Yürük’e rastlıyoruz. Ne de temiz yüzlü çocuklar. Pırıl pırıl bakışları ürküntü dolu. Kimbilir yüzlerine yansımayan hangi umutları yüreklerinde bastırıyorlardır. Araç sürücüsü Rıdvan Pasin’e, Murat bey (Alioğlu) durmasını işaret ediyor. Çocuklarla konuşuyoruz. Elimizi uzatıyoruz. Verdiklerimizi alırlarken ki onurlu ve erdemli çekingenlikleri hepimizi hüzünlendiriyor. Kapkapı bağlantısı Işıkveren, peşmergelerin geçici iskan edildikleri alan.
Bu alan “Köye dönüş projesi” için uygun bir alan. Yapılabilirlik(Fr.Fizibil) çalışmalar yapıldıktan sonra gündeme getirilecek “Köy-Kent projesi” bu bölgede yaşama geçirilebilir. Işıkveren’in arka sırtı Irak. Aynatepe-Delikavak-Kapkapı güzergahındaki yola giriyoruz. Gurvil yolu 2150 mt. İknci derecede olmasına karşın geniş bir yol olacak. Gurvil tepesine ulaşıyoruz. Sinad Kamp yeri hemen altımızda. Devasa Elmasapı Kanyonu tüm görkemiyle sol yanımızda duruyor. Irak toprakları Gurvil tepesinin zirvesinden gözetlenebiliyor. Bülent Ataman’la Irak topraklarına girip resim çektirdik.
Tepki aldık, çünkü büyük bir heyecanla nöbet yerinden fırlayan asker “Kardeşim, nasıl girersiniz, mayınlı orası.” diyerek uyardı bizi… Ben hemen fırladım ve topraklarımıza teslim oldum. Bülent kala kaldı. Düşünün nasıl çıkarıldığını. Ben hala “Çocukluğumdan beri yurt dışında bir resmim olsun istemiştim.” diyerek işin şamatasındaydım. Irak toprakları içinden geçerek Ercan Şahin yoluna giriyoruz. Ben hala; “Şükürler olsun yurtdışı yolculuk da yaptım da ” diyerek şamatayı sürdürüyordum. Yükseltepe Susalı yoluna saptık. 7300 mt.’lik yol açılmış.
Çalışmalar devam etmiyor. Buranın adı Çınarderesi. 1990 yılında yol bakımını yapan greyder, yeni açılan yolun derin şev tabanında bırakılmış. Bubi tuzağı veya mayın döşeli olabilir korkusuyla alınamıyor. Hamamboğazı yoluna inerken Irak topraklarındaki Saddam’ın terk ettiği karakolları geçiyoruz. Siyah Kaya’daki KHGM Şantiyesindeyiz. Bu noktadan etrafı kuş bakışı izliyoruz. Zaho’dan gelen yol, kıvrıla-kıvrıla sınırlarımızda duruyor. Sınır yollarını Iraklılar ve Suriyeliler 30 yıl önce inşa etmişler.
Yolların farkı asfaltların hala bozulmadığı ve bizimkinin aksine kıyıya koşut değil dik olması. Saddam karakolları güçlü yapı malzemelerinden yapılmış. İşin ilginç yanı, incelenen yapı malzemelerin-den “tuğlanın” ülkemizden dışalımı yapılmış olması. Dolu tuğlalar Çorum imalatı. Büyük darbelere karşı son derece dayanıklı. Bizde ise Çorum tuğlalarının örülürken kırılması, dışsatımı yapılanların güçlü darbelere karşı dayanıklı olması hayli düşündürücü geldi bana. Bulunduğumuz noktadan km.lerce uzunluktaki Sinad Vadi’sinin ve Sindi Vadi’sinin başlangıç noktasını izliyoruz. Sinad Vadisi’nin sol üst köşesinde yükselen tepenin adı “Kere (Bıçak)” sırtı.
Sırt adeta sere serpe uzanmış bir kadın silueti çiziyor. “Okul Sayısını artır. Habur Kapısı’nı aç. Kimse Güneydoğu’daki kargaşaya meyden vermez.” Diyenlere hak vermek gerektiğini söyleyebiliriz. Habur Kapısı açılınca, halk ülkedeki eski kamyonları toplayarak sınır ticaretine, doğrusu ekmek parası için savaşmaya başlamış. Yani ekmeklerinin neferi olmuşlar. Habur Sınır Kapısı kapanınca da karışıklığın neferi... Yol bitme aşamasında. Yol askeri istenen kritik noktalara taşımış; sıra halkı taşımakta. Yani yukarıda değindiğimiz gibi yolu İpek Yolu bütününde Hakkari yoluna indirerek, halkı Pazar yerlerine taşımak.
Bunun için Hilal Beldesi’nde başlatılan yolu engelleyen, Katırcılar Mağarasını aşmak veya Sarıziyaret’ten başlıyarak üzüm bağlarının istimlakı ile 7 km’lik inişi sağlamak. Bir diğer seçenek Ercan Şahin’den veya Peşmergelerin geçici iskan bölgesi Karatepeden geçişler vermek. Silopi’de DSP Şırnak İl Başkanı Ramazan Baktır’ın evindeyiz. Şırnak’ta “Şır-Gev” (Şırnak geliştirme vakfı) oluşturmuşlar. Habur Kapısı’nda ayda 1.5 trilyon TL. “Şır-Gev”e toplanıyormuş.
Sayın Baktır tüm sınır boylarında gümrük kapılarını açtırırsak, ülkemizi kalkınmış sınır kentleriyle öreriz diyor. Bana da uygun geldi. Bilmem belki de çağımızın Yürüyen Çin seddini ilk biz oluştururuz. Hafif yükseltili topoğrafyaya konuşlandırılmış Cizre-İdil-Midyat güzergahındayız. İdil-Midyat arasını “ürküntü içinde büyümeye çalışan” meşe ağaçcıkları örtmeye çalışıyor. Ne zaman baltayı yiyeceğiz korkusu içindeler adeta. Çünkü büyük meşelik alanlar ya balta ile kesilmiş, ya da yangınla yok edilmiş. Karşı yamaçlarda duman yükseliyor.
Tarım alanı açmak için meşelik alanlarda sık-sık duman yükseldiği olurmuş. Bu alanda keçi ve koyun yetiştiriciliği yaygın. At, eşek ve inek sürülerine rastlıyoruz. Böyle bir grubu izleyerek Mor Gapriel (Deysulumur) Manastırına ulaşıyoruz; Midyat-İdil yolunun 18. km.’sinde. Deysulumur M.S. 397’de kurulmuş. İsrail ve Batı ülkelerinden gelen ziyaretçiler çoğunlukta. Görkemli bir eğitim merkezi. Etrafı üzüm bağlarıyla çevrili. İnşası M.S. 397’de başlamış, M.S. 512’de bitirilebilmiş. Tam 112 yılda bitirilebilen bu muhteşem yapı, dünyanın en büyük Hıristiyan külliyesi ve eğitim merkezi. 1402’de Timur’un saldırısına uğrayarak o muhteşem altın kaplamalı kubbeler yağmalanmış.
Timur kaplamaları ateş ile eriterek söktürmüş. Tabii ki Manastırı tutuşturarak. Manastır 1891-1951 de metropolit (Bölgenin tüm Kiliselerinden sorumlu ) olmuş. Son metropolit 1984’teki Efrem Bilgiçmiş. Son azizler hariç başta Mor Gabriel olmak üzere tüm azizler manastır içinde gömülü. Papazlar ve din adamları oturur vaziyette gömülüyor. Manastır en son 900 yıl önce onarılmış. Ve, şu anki sosyal ve kültürel konumundan farklı olan, yani bir bağlamda efsanevi egzotik yerleşim alanı Midyat’tayız.
Midyat sayısız uygarlıklara konukseverlik yaparak ilginç mimarı/mühendislik yapılarını günümüze taşımış söylenceleriyle varsıl antik alan. Dünyanın koruma altına alınmış ender SİT’lerinden birisi olmasına karşın günümüzde gerçek olan(Fr.otantik) yapısı örselenme sürecine girmiş. Ayrıca Ulucami, Deysulumur Hah Köyü’ndeki Meryemana, Mor Efram ve İzozil Manastırları, gümüşçüler (telkari) çarşısı Midyat’a zengin bir tarihsel doku kazandıran antik objeler. Gerçuş’ten geçiyoruz.
Silopi-Cizre-İdil-Midyat dizgesinde kendini gösteren planlı ve yeşil şirin bir ilçe. Hasankeyf’e yaklaşıyoruz. Yeşilin kısmı örgüsü yerini taş ve toprağın doğal örgüsüne bırakıyor. Tepeler mars yüzeyi kızıllığında. Yalnızlıklarını karşılıklı birbirlerine yankılıyor gibiler adeta... Hasankeyf’teyiz. Anlatması güç; yok etme sürecine sokulmuş. Yine de anlattım; TMH 2001’de ve Milliyet Blogda.
- http://blog.milliyet.com.tr/Hasankeyf_icin_keyfini_bozmayanlar/Blog/?BlogNo=182272
- http://www.e-kutuphane.imo.org.tr/pdf/413.pdf
Geçmiş uygarlıkların ve zamanların kurguladığı mitolojik kimlikli Hasankeyf’e ikinci gelişim. Belki de son dinginliğini yaşayan ve kendini İlisu Baraj birikimine teslim edecek Dicle nehri üstündeyiz. Hasankeyf’in keyfini, Dicle üstündeki kurulu çardakların birinde yaşamaya çalışıyoruz. Herkes hüzünlü. Hasankeyf’in tek yüzeyli devasa kanyon duvarına çarpan hüzünlerimiz, Hasankeyf üstünde tüm Dicle boyunca yankılanıp dağılıyor adeta...
Tabii ki “İpek Yolu Nostaljisi” de. (Diyarbakır Köy Hizm. Böl. Müdürü olarak atanmazdan önceki yazım. TMMOB-İMO/İnşaat Mühendisleri Odası’nın yayın organı TMH/Türkiye Mühendislik Haberleri, sayı 416/2001’de yayınlandı.11/11/2010’da güncellendi.)
ŞEVKET ÇORBACIOĞLUGEZ - GÖR – YAZ
Yorumlar
Yorum Gönder