PKK İLE İŞLETİLEN BARIŞ SÜRECİNDEN SONUÇ ALINABİLİR
Mİ?
Daha
dün; “Türkleri ve Kürtleri imandan koparmaya çalışan pkk’lılar 2 yılda bitecek”
denmiyor muydu?
Bunu
ben değil; Bay dinden ve yoksuldan ve de bunlardan geçinen yağdanlıklar, yani
sınırsız ve kuralsız demokrasi avcıları
demişti, anımsayın.
Gelinen
noktada, ne oldu da PKK ile barış süreci başlatıldı?
Başlatılması
yanlış mıydı? Asla! Aksine geç kalınmış bir başlangıçtı; hem de çok. Bu
nedenle, başlatmama gibi bir lüksümüz olamazdı. 40 bin insanın yaşamını
yitirdiği bu savaş acilen bitirilmelidir. İşletilen süreci bunun için
onaylıyorum.
Doğrusuyla,
yanlışıyla, ülkenin bu temel gündemini onaylamamak için, ya daha etkin bir
çözüm politikanız olmalı, ya da PKK’ya karşı savaşı sürdürmenin gerekçelerini
ortaya koymamız gerekir. Gerekçe, öldürdükleri için öldürülmeleri gerekir ise,
sürdürülebilir ölümlerin hesabını da vermek zorundayız. Kanı durmanın hesabı mı
ağırdır, sürdürmenin mi?
En
azından, bu kan deryasını yaratanları sorgulamalıydık, bunu yapamadık. Vahşi
kapitalizmin yaratıcısı silah baronları
ve onun içerdeki işbirlikçilerini halka anlatamadık. Orhan Aksu kardeşimin
dediklerini de sorgulmalayıdık:
“Kürt
halkını tarih boyunca asıl sömüren feodal toprak ağalarından oluşan vekillerle,
Amerikan emperyalizminin işbirlikçi hükümeti ve istihbarat müsteşarından,
Kurtuluş ve özgürlük bekleyen bir başkan.işte Kürt hareketi diye yutturulan
emperyalist yalan.…Kürtler şunu iyi bilsin ki Nato emrindeki T.C. ordusu gerçek
anlamda hiçbir zaman PKK ile savaşmadı. 30 yıldır süren her iki taraftan da
onbinlerce gencecik çocuğun kanına giren bu kirli savaş Emperyalistlerin
kontrolündeki bir oyundan başka bir şey değildir.Kandil neden baharda değil de
hep in cin top oynadığı iki metre kar altında bombalanır veya sınır ötesi
yapılır hiç düşündünüz mü?ya da KCK kimin projesiydi?”
Tüm
bunları sorgulayamayan bizler; “Kötünün iyisi’ diyerek, değil de ‘kötüyü
iyileştirmek adına’, sürecin sağlıklı çizgiye oturmasına katkı vermeniz
gerekir.
Katkıyı,
yanlışlarını onaylayarak değil, yanlışları düzelterek vermemiz gerekir, çünkü
aksi takdirde yaşananları yinelemenin önünü açarız.
Birincisi,
bugünkü(21 Mart 2013) nevruz kutlamalarındaki Öcalanın iletisini iyi okumamız
gerekir. Doğru söyledi, ‘silah değil, siyaset’ diyerek. Teröristlerin
Türkiye’yi terk etmesini istemesi, Misak-i Milli’yi saygılı olunmasını,
halkların kardeşliğini, barışmanın kucaklaşmanın zorunlu olduğunu söylemesi
doğru, fakat; 100 binleri aşan alanda Türk Bayrağı’nın olmayışı, ayrımcılığı
içlerinden atamadığının göstergesi gibi geldiğini de belirtmemiz gerekir
Diyelim,
KCK’lılar serbest kalsın, Kentlere de Kürt adını verelim, fakat sen Anayasa
Değişikliğinden ne beklediğini söylemek zorundasın(ız). Ana dilde eğitim, o’nu
da verelim, Adem-i Merkeziyet(Özerklik) de verelim. Ama sen hala Bağımsız
devlet olmayı gizden gizi amaçlıyorsan, orda dur. Unutma ki, feodal yapını
besleyen aşiret mantığıyla sen asla devlet olamazsın. Olamazsın, çünkü küresel
efendiyle iç içe olan feodal ağalarınla örgütün devrimci yanını
edilgenleştirmişsin, yani küresel efendi
ile olan işbirliğin, antemperyalist yanın öldürmüş, yetmezmiş gibi, gerçek anti
emperyalist Devrimcileri, emperyalistler ve onun ülkemde işbirlikçileriyle
etkisiz kılmışsın.
R-cep
söylemi ile Öcalan söyleminde tematik bir örtüşme var. Hemen-hemen tıpkının
aynısı. Bu, ortak duygunun yansıması mı, yoksa ortak bir çalışmanın mı? Bu
noktada şunu soruyorum; “İki toplumlu Cumhuriyet’e mi gidiyoruz?” İkincisi;
Nevruz gibi sembolik bir gün, barışın aracı mı yapıldı? Geçen yıl yasaklanan Nevruza onay hangi
amaçla verildi?
Bu
nedenle, barış sürecine katkı vermek adına, bazı olguları, dahası yaşatılanları
sorgulamanın zorunluluk olduğunu
düşünerek yazıma devam ediyorum:
Bu
süreçte, Malcolm X’in ;”Eğer dikkat etmezseniz, medya mazlumlardan nefret
etmenize ve zalimleri sevmenize sebep olur” sözünü lütfen aklınızdan
çıkarmayın.
Bu
millet aslında görüyor her şeyi de, belli etmiyor hiçbir şeyi. “Ayasofya ayakta
durduğu sürece müze olarak devam edecek” sözünden sonra Ertuğrul Günay’ın
görevden alındığını bile gördü, fakat belli etmedi. Onun için hiç
endişelenmeyin, Öcalan için tasarladığınız özel affa toplum tepki verir diye.
Toplum bugüne dek yaptıklarına sessiz ve
suskun kalıyorsa, ona da suskun kalır, çünkü trene bakıyor, çünkü sürü mantığı
ile yaşıyor.
İşin
düşündürücü boyutu bunlar değil, işin düşündürücü boyutu akil adamlığa
soyunmuşların, olguya dümdüz mantıkla bakması.
Deniyor
ki; “ Kürt sorunu, eşitsizlikten ve ayrımcılıktan doğuyor…Birileri, bu ülkenin
bir Kürdü bile Cumhurbaşkanı yaptığını söylüyor…Altan Tan’ın dediği gibi, bu
ülkede her şey olabilirsin, fakat Kürt olamazsın”
Bence
bu ülkede en zor şey insan olmak. Hala birilerimiz çıkmış, biz Kürt v.d olamıyor diyor. Biz önce evrensel kimliğimiz
olan ‘insanlığı’ onaylayalım, ondan sonra ırksal bütündeki sosyolojik
konumumuzu, ayrımcılık çizgisine taşımaksızın ‘kültür ve uygarlık boyutunda’
derinlemesine araştıralım
Çıkıp
TBMM’inde, ‘Medreseler ve zaviyeler açılsın’ diye önerge vereceksin, ardından;
‘bu ülkede her şey olabilirsin fakat Kürt olamazsın’ diyerek yalandan kendini
aşağılayacaksın. İnsaf, be! Her şey olup Kürt olamadığını söyleyen sen, bir
Kürt olarak her şey yaptığını nasıl saklarsın Anadolu insanından. Bu sorumsu
tepkim, sana göre düz mantık olabilir,
fakat önce sen mantığını mantık süzgecinden geçir derim.
Kusura
bakma da, senin “TBMM giriyorsun, bakan
oluyorsun, başbakan ve cumhurbaşkanı oluyorsun, ama Kürt olamıyorsun.”
şeklindeki söylemin de bana göre, düpedüz akıllara ziyan yalan ve dümdüz
mantık.
Neymiş
efendim Türklük dayatması var. TBMM’nin açılımını yaptın mı hiç? Dikkat et, Türkiye Büyük Millet Meclisi(TBMM)
deniyor, Türk Büyük Millet Meclisi denmiyor.
Senin
amacım; Türk-Kürt Büyük Millet Meclisi (T-KBMM)mi demek? Yani iki milletli bir Meclis. Bilmem, belki de, ‘Türk-Kürt İslam Cumhuriyeti’ demektir gizdeki amaç.
Dahası, Orta Doğu’yu İslamist şemsiye altında toplamak. Güzel de, Türk
dayatmasının olduğunu söylediğin ülkenin TBMM’inde ne işin var, senin?
Altan
Tan’ın “Değişen Ortadoğu’da Kürtler” adlı kitabın ben de bunları çağrıştırdı.
Diyor
ki, kitabının önsözünde; “Arap Baharı adlı değişim tüm Orta Doğu’yu saracak.
Değişimin olup olmayacağını değil, nasıl ve ne şekilde olacağı(Erbakan’ın
‘kanlı mı olacak, kansız mı olacak’ söylemini anımsadınız mı?) ve kimlerin
iktidara geleceği tartışılmalıdır. Yeni Ortadoğu Federasyonu start almıştır.
Ortadoğu’da İstanbul-Kahire-Şam-Bağdat-Diyarbakır-Erbil eksenli entegrasyon
hızlanacak, ekonomik ve kültürel cazibe merkezi İstanbul olan Ortadoğu
Federasyonu gerçekleşecektir. Türkiye, Ortadoğu başta olmak üzere tüm İslam
dünyasını etkilemekte, bir başka yönden de mevcut gelişmelerden kendisi de
etkilenmektedir. Ancak Türkiye’nin en büyük açmazı Kürt sorunudur. Kürtlerle
birlikteliği ve Kürtlerin desteğini sağlayamayan bir Türkiye’nin değil
Adriyatik’ten Çin Seddi’ne, Habur’dan öteye gitmeye bile gücü, mecali ve takati
kalmayacaktır. Kürtler coğrafi, siyasi, ekonomik ve kültürel olarak bu
entegrasyonun kavşak noktasındadır. Merkezdeki bir rahatsızlık tüm entegrasyonu
allak bullak edecek, riske sokacaktır. Kürtlerin Türklerle bin yıldır olduğu
gibi yine birlikte yaşamak istedikleri Kürtler tarafından hemen her fırsatta
dile getirilmektedir. Ancak Kürtler, bundan sonra artık kimliksiz ve statüsüz
yaşamak istemediklerini de hemen her fırsatta dile getirmektedirler.” Tehdit kokan, tüm bunlar gerçek amacını gün gibi
ortaya çıkarıyor.
Benim
çıkardığım anlam;
Laz,
Gürcü, Çerkez, Boşnak, Zaza, Arnavut, Abazha, Suryani, Yahudi v.d önemli değil, varsa yoksa Türk ve Kürt.
Doğrusu; bunlar için sadece Türk ve Kürt önemli. İslamist Türk-Kürt Cumhuriyeti
kurulması zorunluluk onlara göre. Eğer bunda diretilirse; Kürtler dağdan inmez,
sen de öteye geçemezsin ve T.C bitirilir.
Kendi
söyledikleri doğrudur, karşısındakinin
tüm söyledikleri yanlıştır. Böylesi mantık, barış getirir mi? Asla! Bu beraberinde, şu mantık dayatmasını
getiriyor; onlar, onlara göre doğru değil ki, doğruları olsun. Doğru biziz ve
bizim söylediklerimiz doğrudur.
Avrupa
birliğine girmek için başlatılan Kopenhag kriterleri sürecinde de, ‘ne alacağız
ne vereceğiz’ diyerek, onların doğrularını saptırmış, ortalığı karıştırmışız,
onlara göre.
Biz
saptırmadık, aksine onlar saptırdı. AB’ye girebilseydik gerçekten, çok şey
alacaktık, fakat vermediğimiz için(tesettür/türban ödünü vermediğimiz için)
AB’ye. Çünkü alınmasını istemiyordular.
İşte
yaşanan süreçte; PKK konusunda da bir şeyler verilmeyecek ve barış süreci
ötelenecek. Çünkü adam, vermeye değil, almaya programlı. Demokrasiyi verirken
bile “alacaklarımın aracıdır demokrasi” diyenlerden kaç okka demokrasi beklenir
ki?!
Öcalan
ve PKK burada; sadece bölücü tepkime(Fr.
Reaksiyon) hızını arttıran veya yavaşlatan gereçtir. Doğrusu, ülkemin
sosyolojik yapısını değiştirmek isterken ‘terör konusunda’ değişmemekte
direnen araç(Yun. Katalizör).
Eskiden
dağa taşa tam bağımsız Türkiye yazardık, şimdilerde birileri dağa taşa ‘tam
bağımlı Türkiye’ diye konuşmaya başladı. İmralı diyor, Kandil diyor, yani
dağlarla taşlarla konuşuluyor, insanlarla konuşulmuyor.
Evet;
Terör örgütü PKK’nın geri çekilmesi ve silah bırakması için başlatılan çözüm
süreci çerçevesinde İmralı’ya giden 3. BDP heyeti, Abdullah Öcalan’ın mesajı
ile dönmüş. BDP Eşbaşkanlarından Selahattin Demirtaş, Öcalan’ın mesajını
okuyor: “Geri çekilmenin hızla gerçekleşmesi ve barışın kalıcı hale gelmesi
için ümit ediyorum ki parlamento da aynı hızla üzerine düşen tarihi misyonun
gereğini yapacaktır. Çekilmenin parlamentoda kurulacak komisyon gözetiminde
güvenli olarak yapılmalıdır.” Ayrıca; 21 Mart’ta sadece Diyarbakır’da yapılacak
büyük Nevruz kutlamasında Öcalan’ın mesajlarını Diyarbakır Bağımsız
Milletvekili Leyla Zana’nın okuyacağı belirtilmişti, başkası okudu(19 Mart
2013).
Böylesi
bir terör örgütü ile iletişim kuran dinden ve yoksuldan geçinenlerin yarattığı
bu haberin hemen altında ‘sanki terör örgütü Kürt PKK değil, Türk askeri imiş
gibi gösteren; “ Aynı Örgütmüş” başlığını atabiliyor. Savcıya göre; Danıştay’ı
basan Alparslan Aslan adlı meczup ile, eski Genel Kurmay Başkanı Orgeneral
İlker Başbuğ ‘Ergenekon Terör Örgütü üyeleriymiş’ ve bu nedenle ikisi için ağırlaştırılmış müebbet hapis cezası ile
cezalandırılmalıdır.
Kimse,
darbeci faşistleri yargılamayın demiyor, 12 Eylül faşistlerini yargılayın,
derin devleti yargılayın, sonuna dek yanınızdayım. Ama, sen gerçek darbecileri
saklıyor, onlara dualar ediyorsun, derin devletin katilleri için susuyorsun,
besliyorsun, diğer yandan İlker Başbuğ Paşayı, Mustafa Balbayları, Hurşit Tolon
Paşayı, Prf. Dr. Fatih Hilmioğlu’nu, Mehmet Haberal’ı, Ergün Poyraz’ı, Tuncay
Özkan’ı v.b ağırlaştırılmış müebbet hapis cezasına çarptırılmasını istiyorsun
ve en önemlisi ‘Bebek Katili’ ile kol
kola girip, barış ve demokrasiden söz ediyorsun. Kısacası, 40 bin insanımızı
bebekleriyle katledeni affetmenin ve sana karşıt Türk askerlerini
ağırlaştırılmış müebbet ile cezalandırmanın kurguları içindesin; Kim inanın
sana, Kadir İnanır mı?..
Olanları
söyleyeyim; yaptıkların karşıtları susturmaya yöneliktir. Onları içerde
olduğundan fazla tutmanın kurgularıdır yaptıkların. Unutma, yargılıyorum,
derken kendini yargıladığını…
Not:
Sonraki yazım bu yazıyı tamamlayacaktır: “PKK-ETA-IRA” ne kadar örtüşüyor?
http://blog.milliyet.com.tr/yoksul-turk-kurt-aciliminda-livaneli-ve-digerleri/Blog/?BlogNo=198590
ŞEVKET
ÇORBACIOĞLU
Teknopolitikalar
Platformu
evesbere@mynet.com
sevket-che@hotmail.com.tr
GSM:
0506 609 00 32
Yorumlar
Yorum Gönder